İlk gençlik yıllarımda evde iki tane dil sözlüğü vardı. Biri
“Redhouse” diğeri de dedemden kalma Tahsin Saraç’ın Fransızca Büyük Lugatı. Redhouse’u zaten mecburen kullanıyordum ama
Tahsin Saraç’ın kitabı da ilgimi çekmiş ve okumaya başlamıştım. Evet, bildiğin sözlük okuyordum. Roman okumak gibi değildi
doğal olarak, sürekli altını çiziyor, notlar alıyordum. O kadar müthiş bilgiler
vardı ki kendimi çok önemli sırlar öğreniyormuş gibi hayal ediyordum. Neden daha
18’ine gelmemiş bir genç olarak böyle bir şey yapma isteği duyduğumu hala
açıklayamıyorum. Bilmiyorum, içimden geldi ve zevk aldım, yoksa okuyacak dolu
kitap vardı evdeki kütüphanede. O sözlüğü okuduğumda dünyadaki her şeyi
öğrenebilirmişim gibi düşünüyordum belki. İnsanların yaşamları boyu sıradan hayatın içinde duymayacakları o kadar çok terimle karşılaşıyordum ki bunları bilmek anlamsız
bir şekilde kendimi güçlü hissetmemi sağlıyordu, özgüvenimi besliyordu her yeni
kelime. Sanki kimsenin görmediği sihirli bir dünyaya pencere açılmıştı
hayatımda. Sadece bana özel bir dünyaya.
O kadar kendimi kaptırmıştım ki sözlüğe, okurken çalışmalar
çıkartıyordum. Nasıl mı? Mesela Latince deyimleri ve atasözlerini falan ayrı
bir deftere not alıp sözlükten bağımsız bir kitapçık oluşturmuştum. Çift sütun
harita metod 60-70 sayfalık bir kitapçık oluşmuştu. Bu yaşımda Türkçe öyle bir
derlemeye rastlamadım hala. Keşke kaybetmeseydim :)
Aslında çevremde bunları kullanabileceğim insanlar yoktu,
yani pratikte pek işime yarayacak şeyler değildi ama beni mutlu
ettikleri için tek başıma bunlarla ilgilenmeye bayılıyordum. Okulu
sevmediğimi ve “Autodidact” olduğumu küçükken keşfetmiştim ama bu kelimeyle “A”
harfinde karşılaşınca taşlar iyice yerine oturmuştu. Sadece dünyayı değil,
kendimi de anlamaya başlamıştım. Sanki kim olduğuma dair ipuçları keşfediyor
gibiydim bir yandan. Yeni yeni kelimeler öğrenirken heyecanlı bir dizinin
gelecek bölümünü merak eder gibi, bir sonraki sayfada kimbilir nelerle
karşılaşacağım diye heyecan içinde saatlerce çalışıyordum. Aslında çalışmak
bile denmez, bugün düşününce oyun gibi olduğunu anlıyorum. Samimi ilgilerimiz
biraz oyun gibidir zaten, zamanı da dertleri de unutturur insana. Belki maddi
bir faydası olmaz ama keyif verir.
O zamanlar filizlenen bu çalışarak okuma ve referans
kitaplarını inceleme alışkanlığı bana gençliğimin en değerli miraslarından biri
oldu. Hala çalıştığım, özetler çıkardığım, çeşitli kitaplarımda alıntılar yaptığım
“kaynak kitapların” yeri benim için çok
ayrı, onları okuma listemden eksik etmem. Kitap dünyasının belgeselleridir benim için. Hatta bir ara birkaçını tanıtayım, belki birilerine faydası dokunur.
Maalesef TR’de kaynak kitap geleneği
yoktur, ne çeviri ne de özgün kaynak kitap çok çok azdır.Daha da korkuncu bunun
farkında olan insan sayısının düşüklüğüdür. Kitap bloglarına falan bakın
mesela, ağaçlarla, ulaşım tarihiyle, astronomiyle ilgili kaynak kitap tanıtımı
ya da incelemesinin yok gibi olduğunu göreceksiniz. Kitapçıya gidin, doğru dürüst kaynak kitap kıyıda köşede ve çok azdır. Batı kaynakları ise romanlar gibi düzenli olarak çevrilmez. Uzmanlık ve emek ister çünkü, satması da zordur. Türkiye film/dizi seyreder gibi
roman ve hikayeye meraklıdır kitap söz konusu olunca. Aslında ne olduğumuzu o kadar net belli
ediyoruz ki, çırılçıplak her şey ortada ama görmezden gelmek işimize geliyor. Söyleyenler de hain ilan ediliyor.
The Professor and the Mad Man (Deli ve Dahi) (2019)
Konuya ilgimi uzun anlattım ama bu aralar her şeye rağmen keyfim yerinde olduğu için çenem düşmüş durumda. Hal böyleyken geçenlerde “Oxford English Dictionary”nin yazılma süreciyle ilgili 2019 yapımı
bir filmden haberdar olunca hemen seyrediverdim.
Konusu tam benlik ama kadro da harika. Aktörlüğü mü yoksa
yönetmenliği mi daha muhteşem diye karar vermekte zorlandığım büyük usta Mel Gibson var bir kere. Deli doktor
rolüyle ona eşlik eden yine bir başka usta oyuncu Sean Penn. Game of Thrones ve Hunger Games’den tanıdığımız Natalie Dormer, Yine Game of Thrones ve burada da
bahsettiğim “Welcome to Sarajevo”dan Stephen
Dillane, bu sene Alan Partridge
ile TV’ye geri dönen Steve Coogan,
ve Ray
Donovan dizisi yanında Still Life’daki oyunculuğuyla
kendisine hayran bırakan Eddie Marsan. Bunlar sırf benim tanıdıklarım, düşünün.
Biyografik ve gerçek olaylar temel alınarak çekilmiş bir
film. James Murray (Mel Gibson) 14 yaşında fakirlikten
okulu bırakmış ama kendi kendini yetiştirmiş bir adam. Oxford Üniversitesinde kapsamlı
bir İngilizce Sözlüğü meydana getirmek için onun yetenekleri ve bilgisinden
yararlanmak istiyorlar ve editör yapıyorlar. O tarihlerde Britanya “üzerinde güneş batmayan imparatorluk”.
Hindistan’da, Çin’de, Pasifik’te her yerde çeşit çeşit İngilizce konuşuluyor. Müthiş dinamik bir değişim var dilde. Murray kısıtlı imkanlarla ve o dönemin şartlarında bir ekip kurup evinin
bahçesindeki bir binada çalışmaya başlıyor. Murray alaylı olduğu için Oxford’da
kabul görmüyor ve bir grup hep baltalamaya çalışıyor. Tam çıkmaza girmişken halusinasyonlar
gören ve bunların etkisinde birini öldürdüğü için hapiste olan doktor Chester Minor (Sean Penn) da bu çalışmaya mektupla katılıyor ve ciddi katkılar
yapmaya başlıyor.
IMDB'ye göre prodüksiyon şirketiyle Mel Gibson ve yönetmen sorun yaşadığı için sonunda ayrılmışlar ve mahkemelik olmuşlar. Dolayısıyla film bu açıdan problemli.
Özellikle çalışma odalarındaki yığınla kitabın görüntüsü ve duvarlardaki notlar benim için durdurup tek tek inceleyeceğim kadar etkileyici sahnelerdi. Sırf onlar için bile bu filmi seyredebilirdim. Sözlük çalışmaları yanında bambaşka koşullarda ve yerlerde
iki insanın sıradışı bir çalışma arkadaşlığından derin bir dostluğa dönüşen
ilişkisi filmin etkileyici bir başka ana temasıydı.
Hikayede alt kültür üst kültür ayrımı yapmadan bir sözlüğün dilin
tüm unsurlarına kucak açması gerektiği ifade edilirken aslında filoloji
üzerinden bir demokrasi tanımı da yapılıyor:
“All words are valid in the language, ancient or new, obsolete or
robust, foreign born or homegrown”
Ardından da bu sözlüğün tek kişi tarafından değil, binlece
insanın katkısıyla ortaya çıkacak bir çalışma olacağı, bugünlerin Wikipedia’sını da hatırlatan şu metod
tarifiyle vurgulanıyor:
“A dictionary by democracy”
Peki ya şu aşağıdaki sözler. Murray’nin heyecanına bakar
mısınız. Bu heyecan iradeyi de beraberinde getiriyor, her işte böyledir.
Heyecanlı insanlara ihtiyacımız var:
“To chart the life of each word, we must start with a record of his
birth. When it was first written down, from there, words come down to ys
through the ages, twisting and turning, weaving their way, their meaning
slipping slivering fish-like ? shedding
subtleties of nuance to and from themselves. But they leave tracks. In
the great expanse of the literature of the English language. We will chase
them, hunt them, and filter them out?? them out. All of them. Every single word.
From all the centuries of writing. And we will do so. By reading every single
book.” (37)
Murray her kelimenin yazılı bir kaynakta kullanımını da
mutlaka koymak istiyor ve şu benzetmeyi yapıyor:
“Every word in action becomes beautiful in light of a meaning”
Dr Chester geçmişte yaptıklarından ötürü sürekli birilerinin
peşinde olduğunu zannediyor. Projeye katıldıktan sonra söylediği şu söz
kitaplara sığınan pek çok insan için geçerli değil mi aslında:
“When I read, no one is following me”
Filolojiye, sözlüklere, araştırmaya, kapsamlı çalışmalara,
ekip ruhuna meraklı olanlar için harika bir filmdi, çok beğendim ama bir
eleştirim olacak. Aslında filmin en sevdiğim kısımları bu sözlük çalışmalarıyla
ilgili olanlardı. Fakat yer yer doktorun zihinsel bozukluklarının ve yaşamının sözlük
çalışmalarının önüne geçmesi bence yanlış bir seçimdi ve filmin çok daha unutulmaz olmasını engelliyordu. Sanki bu kısımlar daha özet geçilse
ve çalışmalara odaklanılsa en azından benim için çok daha efsane bir film
olabilirdi. Tabii senaryonun doktorla ilgili
yazılmış bir kitabın uyarlaması olmasının da bu durumda etkisi olduğu açık.
Türkçe Sözlük Hala
Yok
Oxford'un ikinci edisyonu 20 cilt olarak 1989 yılında yayınlandı. Üçüncü edisyonun çalışmalarında sona gelindi sayılır ama matbu halinin çıkıp çıkmayacağı tartışmalı. Dönelim bize. Binlece yıllık Türk kültürü deyip övündüğümüz
o kültürün kapsamlı bir sözlüğü hala yapılamamıştır, biliyor musunuz?. Birkaç ciltlik idareten
yapılmış işlerden bahsetmiyorum. Gelmişiyle geçmişiyle Orta Asya’sıyla
Balkanlarıyla doğru dürüst bir Türkçe sözlüğümüz maalesef yok.
Bu konu açılmışken bir ismi de anmadan geçemeyeceğim.
Hayatını bir Etimolojik Türkçe Sözlük hazırlamaya vakfetmiş bir Avusturyalı Türkolog olan Andreas Tietze’nin eseri bildiğim
kadarıyla hala dilimizde bu konudaki en yetkin çalışma. Evet, bir Avusturya'lının temelini attığı bir eser bu. Tietze bu sözlükte 700
yıllık bir dönemi ve geniş bir coğrafyayı kapsayacak şekilde Türkçe’de
kullanılan kelimeleri sıralarken tamamını yedi cilt olarak planlar ama ilk
ciltten (F) sonra vefat eder. Ardından önce Avusturya Bilimler Akademisi, sonrasındaysa Türkiye Bilimler Akademisi bu projeyi sürdürmeye çalışır. Galiba
sonlara yaklaşıyordu ama içeriğin kalitesi konusunda bir şey diyemem, inceleme
fırsatım olmadı.
Sizce bu kadar önemli bir işi, uygarlığımızı kayıt altına alacak bir çalışmayı bir Avusturya'lının yapması utanç verici değil mi? Sizce bunca stad, AVM, site inşa
etmiş, açılışlar yapmış bir milletin böyle bir sözlüğü 2019 yılında bile
yapamamış olması bir tesadüf mü yoksa birlikte yaşama ve çalışma kültürüne hala
sahip olamadığımızın, medeniyet eksikliğimizin binlerce göstergesinden biri mi? Peki eksiklerini inatla görmemekte direnen bir toplum ileri
gidebilir mi?
“Anlamın evrimini
kaydetmek”
Murray'den dinlediğimiz sözlük tanımıyla bitirelim. Birkaç defa
yüksek sesle okunup tadına varılacak kadar lezzetli ve örnekleriyle üzerinde düşünülecek kısacık ama anlamlı bir söz bu:
“We must have every step. This is not about the centuries. This
is about recording the evolution of
meaning.”
“Anlamın evrimini kaydetmek”. Ne müthiş çağrışımlar yapan bir tarif. Size bir şey söyleyeyim mi, anlamın evrimini kaydetmeyince, aynı anlamsızlıklarda tekrar tekrar yitip giden bir toplum oluyorsun ve sonunda ana dilini bile konuşamayan insanlarının rezillikleriyle aşağıdaki gibi tarihe geçiyorsun:
"Hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler oldu"
Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.