6 Temmuz 2025 Pazar

Alman Kadın Milli Futbol Takımı


Uzun yıllardır ilk kez bir futbol maçı seyrettim dün gece. Baştan sona olmasa da 70 dakika falan sonuna kadar keyifle izledim.

Avrupa Kadınlar Futbol Şampiyonası başlamış. İsviçre’de. Almanya-Polonya maçına denk gelince sardı, bırakamadım.

Çocukluğumdan beri Alman milli futbol takımını tutarım. Neden bilmiyorum. Herkes nefret eder, belki Nazi geçmişinden dolayı. Umursamam. Hala futbolda onlarlayım.

Almanlar çok iyi oynuyor. Çalışıldığı çok belli. Bir yandan maçı seyrediyorum bir yandan düşünüyorum. Sistem var. Hem sahada hem saha dışında. Sıkı bir talim yaptıkları o kadar belli ki. Yılların süzgecinden geçtikleri. Polonya birkaç kere fırsat yakaladı ama Almanya’nın 20 tane fırsatı var. En azından 5 tane atabilirlerdi rahat, 2 0 kazandılar sadece. Maçın büyük kısmı Polonya yarı sahasında geçti zaten. Sistem. Eğitim. 

Formalara bile bakıyorsun. Estetik var Alman’da. Kısalığı uzunluğu darlığı rengi deseni o kadar iyi ayarlanmış ki. Sistem. Estetik. Eğitim. Alman, formasını bile ince eleyip sık dokumuş. Erkek milli takımının formaları da meşhurdur zaten. Ben çocukken bile çok sevilirdi eşofmanları bile. Düşünün formaya bu özeni gösteren antremanlara taktiklere nasıl bir özen gösteriyordur.

Klara Bühl diye bir oyuncu var, ya sol kanadı koridor yaptı, fırtına gibi esti, durduramıyorlar, her yerden ortaları indirip durdu. Eskinin Haessler, Littbarski gibi Alman oyuncularını hatırlattı. Nasıl bulup çıkartıyorlar bu yetenekleri. Önemli olan orası işte. Alman kültürü bu. Seçiyor, yetiştiriyor, yerleştiriyor. Hem de bir devamlılık içinde. Karşılığını da alıyorlar. Her alanda.

Jule Brand vardı mesela hem ilk golü attı hem ikincinin pasını verdi. Şahane. Nasıl yakışıyorlar. Nasıl çalışıyorlar. Uyumlu bir insan grubunun estetiğini seyrediyorsun biraz da aslında.

Kaleci Berger’den sol bek Linder’a, Lea Schüller’den forvet di mi Giulia Gwinn’e seyretmek lazım. Alman kadın futbol takımı. Eğitim, emek ve estetik.

Maçtan sonra düşünürken merak ettim. Baktım kadın futbolunda durum nedir diye. Zaten çok başarılıymış Almanya. 13 kere düzenlenen Avrupa şampiyonasının 8’ini kazanmışlar. Müthiş bir başarı. Müthiş. İki tane de dünya kupaları var. Bakın 13te 8 sürekliliğe bakar mısınız. Alman kültürü.

Alman dedin mi hemen Nazi onlar diyen yığınların yaşadığı bir ülke.

Türkiye.

Fransız desen monşer, Rus desen komünist, Amerikan desen emperyalist, Alman desen Nazi. Kimseyi beğenmez. Sen kimsin be!

Kafalardaki kategoriler.

Kafasız düşmanlıklar. 

Baktım bunların ülkesinin kadın futbol takımı ne halde diye.

1995'te kurulmuş.

Ne Avrupa şampiyonasına, ne yaz olimpiyatlarına, ne dünya kupasına bir kez bile gidememiş. Ya katılmamış ya ön elemelerde başarısız olmuş. Bunca yıldır kupayı falan bırak, katılım hakkı kazanamayan bir takım. Türkiye. 1995-2025, 30 yılda bir kere turnuvaya katılım hakkı kazanamamış.

Tam bir sıfır çekme hali.

Hem de 30 senedir.

Sıfıra sıfır elde var sıfır.

Bu kadar futbol federasyonu geldi, niye hesabı sorulmadı.

Sabahtan akşama kadar Avrupa’da esamesi okunmayan takımlarımızı konuşacağınıza bunu da konuşsaydınız ya.

Yerli ve milli değil miydiniz?

Milli takımın kadını erkeği olur mu?

Kim kimi transfer etti uyduracağınıza bu konu niye tartışılmıyor?

Bunca yıl geçmiş, kupayı bırak katılımımız olmamış. Utanç verici bir durum ya.

Ondan sonra Almanlar Nazi. Müslümanlar gazi.

Bazen bir hata yaparsın ya da başına bir bela gelir, iki paralık insanlar seni ondan ibaret sayar. İşlerine gelir. Almanya’ya karşı tavrın böyle bir niteliği olduğunu düşünüyorum artık. Dünyada da böyle bir eğilim var. Her şeyimize yansımış örtünme kültürümüzün bir örneği daha.

Yeryüzüne hiçbir katkısı olmayan zavallılar Alman lafı geçince sırıta sırıta Nazi, Hitler kelimeleriyle saldırıyor. Ondan sonra Alman arabası alabilmek için yapmadıkları namussuzluk kalmıyor. Gelenek dedikleri bu.  

Bir futbol maçı seyredeyim dedim bak yine nerelere geldik. Geleceğiz çünkü artık yobazlıktan geçilmeyen bir barbarizm nefes aldırmıyor.

Yine de

Ne İslamcı faşistlerin hainlikleri. Ne aklı bir karış havada bir "kara kalabalığı".  

Canım maç seyretmek istiyor bu aralar. 

Belki 15 belki 20 sene sonra futbol maçı seyredeceğim. Spor ve estetik. Sistem ve insan. Kadın ve yaşam. 

Bir dahaki maçımız 8 temmuzda Danimarka’yla, İsveç'e 1-0 yenilmişti, alırsak gruptan çıkış garanti. Son maç en zoru, İsveç olacak.

TR’de voleybolcu kızlarımızdan sonra seyretmeye değer bir şey göremedim. 

Bu aralar Alman kadın futbol takımını seyretmeye karar verdim.

“Dschland, Dschland” 

“So sehen Sieger aus, shalalalala…“


Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

3 Temmuz 2025 Perşembe

Belgeselsiz Toplum: Kara Kalabalığı

“Ocean with David Attenborough” belgeselinden bahsederken başka yazılara konu etmek istediğim birkaç konu çıktı. 2025 tarihli Ocean belgeselinin pek çok ülkede sinemalarda da gösterime girdiğini söylemiştim. Ama bu ülkeler arasında Türkiye yok. Öyle bir ilgi yok burada. Burası öyle bir yer değil. Belgesellerle alakası yok Türkiye'nin, bir avuç insan dışında. Yok dediğim binde bir bile değil. Yahu belgeselleri konuşan insan yok medyamızda. On binlerce insan çalışıyor gazetesinde radyosunda televizyonlarında. Yok, bir tane yok. Cumhuriyetin yüzüncü yılı geçti, bir tane uluslararası standartlarda akılda kalır  bir belgesel seyrettik mi? Spot filmlerle geçiştirdiler yine. Yıl 2025 be. Değişiklik olsun entelektüel gözükelim diye arada sos niyetine kullanıyorlar belgeselleri. Hem insanlar hem kurumlar. En fazla bu kadar. Herkes hangi siyasetçinin kime ne cevap verdiğinin peşinde. Akşam ne yiyeceğini düşünüp duruyor bıkıp usanmadan. Hayatları bu kadar bunların, sıkışıp kalmış temel içgüdülerine. Aslında bunların sinema kültürü bile yok. Bakmayın laf kalabalığı yaptıklarına. Her şeyleri kalabalıktan ibaret. O kadar belli ki. Gencinde de yok yaşlısında da. Binde bir. Daha sinema kültürü olmayan ülkede belgesel kültürü olur mu be?

Okyanus belgeseli dedik değil mi….Okyanuslar, denizlerimiz. Mavi gezegenimiz. Bugünkü rezilliğimiz pek çok ilkelliğe bağlanabilir, bunlardan biri de denizci bir millet olamayışımızdır bana göre. Deniz temizler çünkü, acımasızdır, yalana dolana yüz vermez. Rüzgarı, dalgayı ayarlayamadın mı yapıştırır tokadı, alabora ediverir seni. Denize karşı paran pulun geçmez. Yalandan değil, gerçekten aynı gemidedir herkes. Sarmasarık bir cehaletle yolunu bulamazsın. Cahilliğini yıkar, yalanlarında boğar. Aksidir ama dürüsttür deniz, aklını bulandırmaz, kullandırır, hayatını kurbanlaştırmaz, kurtarır. İktidar ustalıktadır, uşaklıkta değil.   

Karacı halklar en bağnaz milletleridir yeryüzünün. Baş belasıdırlar. Türkiye de bu karacılığın, bu karanlığın esiri olmuş bir kara kalabalığının en net örneklerinden biridir. Ne değer bilir ne denge. Başıboş bir kara kalabalığı. Etrafına sallamak ve saldırmaktır tek yaptığı.

Bakın gelmiş geçmiş imparatorluklara. Özellikle medeniyetiyle öne çıkan devletlere bakın. Denizci milletlerdir. Batı Avrupa’dan Japonya’ya, İskandinavya’dan Rusya’ya. Greklerden Roma’ya. Denizcidir bu milletler. Tesadüf müdür günümüzün medeniyet bayraktarlarının, teknoloji liderlerinin denizci milletler oluşu? Denizin terbiyesinden geçmiş insanın milletin hali başkadır. Hele okyanusla terbiye edilmiş milletler bambaşkadır.

Türkiye denizci olmayı bırakın denizlerini tüketmiş bir millete sahip. Kusmuğunda boğulan Marmara ve canına okunmuş denizlerimiz. Bildiğin içine sıçtık hepsinin. Doğayı, evreni okumak yerine küçücük dünyalarımıza sıkışmış, çekirdek çitleyerek çevremizin canına okumayı seçmiş bir milletiz biz. Bakın haberlere nasıl yakılıp yıkılıyor ormanlar, nasıl pisletilip kurutuluyor nehirler, göller. Uluslararası maden şirketlerine peşkeş çekiyoruz vatan dediğimiz toprakları. Vatan sevgisi olan bunu yapar mı? Bunu yapanı alkışlar mı? Oy verir mi? Vatanı falan yok bu kalabalığın, günlük çıkarları var sadece, geçelim bu geyikleri. Yetti.

Müstehak olduğu yerdedir bu millet.

Siz bakmayın bu aziz millet bunları hak etmiyor diye halka yaranmaya çalışanlara.

Bu kara kalabalığının hak ettiğinden iyi bir yerde olduğu bile söylenebilir.

Onun da sebebi

İhanet ettikleri “Rumeli Cumhuriyeti”dir. 



Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

1 Temmuz 2025 Salı

Belgesel: Ocean with David Attenborough (2025)

Geçen gece seyrettiğim bir belgesel. 2025 tarihli. 8 mayısta sinemalarda gösterime girmiş. 8 hazirandan sonra NG ve Disney platformlarında seyredilebiliyor.

Sunucu her belgeselseverin tanıdığı David Attenborough. Defalarca bahsettim.

Sinemalarda gösterime girdiği 8 mayıs aynı zamanda Attenborough’nun doğum günü. Tam 99 yaşına girdi 2025’te. Platformlarda yayına girdiği 8 haziran da anlamlı bir gün, Dünya Okyanuslar Gününe (World Oceans Day) denk getirilmiş.

Süresi 1 saat 24 dakika.

Bu belgeselin özellikle BBC yapımlarından farkı doğayı tanıtma değil doğayı kurtarma odaklı olması. Okyanuslarımıza zarar veren özellikle trol balıkçılığının dipleri, deniz tabanını demir ağlarla paramparça etmesinin trajik sonuçları aktarılırken bu doğa katliamının sualtı görüntüleriyle verilmesi etkileyici birkaç sekanstan biriydi. Tam bir toplu katliam. Hem de her gün binlerce kez tekrarlanan.

Görselleri ekran koruyucu yapılacak kadar şahane olmasına karşın esas ağırlık Attenborough’nun seslendirdiği metinde. Okyanusların perişan hali ve neler yapılabileceği konusu gündeme getiriliyor.

Trollerin okyanus yatağında yarattığı tahribat etkileyici demiştim, bir de bir köpekbalığının zokayı yutmuş çırpındığı bir sahne var ki kısa ama unutulmaz görüntülerdi. Aklımda kalan bir başka ayrıntı uydu görüntülerinde bile deniz dibinde yapılan hasarın izlerinin gözükmesi. Dip Trolü diyorlar buna.Yara izleri gibi. Enine boyuna. Denizin altında. Gözden uzakta. Neşeli sofralarımızın altında yatan vahşet.


Bir üretim endüstriyel hale geldi mi korkunç zararları oluyor. Faydası da var elbette ama zararları bence çok daha fazla ama bunlar hep örtbas ediliyor. Endüstriyel üretimin kesinlikle sınırlandırılması lazım çünkü yerel üretimi boğuyor. Şirket tonlarca balık yakalayacak diye köylü balıkçılar 3-5 kilo balık yakalayamaz hale geliyor. Fransa'daki şarabının yanında daha ucuza balık yiyecek diye Nijeryalı akşamı aç geçiriyor. Aslında olan bu. Endüstriyel balıkçılık bu. Yani sadece florasıyla faunasıyla doğaya değil insanlara da zararı var bu gözü dönmüş ekonomik sistemin. Her alanda trollük yapıyor, kazıntı bile bırakmıyor.

Genelde yabani yaşam deyince ormanlar dağlar akla gelir. Denizler ve okyanusların da tabiat tahribatından payını aldığını bir kez daha bizlere anlatıyor belgesel. Güvenli bölge bırakmamışız yeryüzünde.


BM bu korkunç gidişe dur demek için 30x30 planını devreye soktu. Ne demek bu? 2030'a kadar okyanusların %30unun koruma altına alınması planlanıyor. Şu anda %3'lerdeymiş. Nasıl korunacak peki?

Tam da bu sebeple kurulan MPAlardan da bahsediliyor. Nedir bu_ Marine Preservation Areas. MPA. Balıkçılığın yasaklandığı muhafaza alanları bunlar. İşte bunların yenileri kurularak, eskileri genişletilerek %30 hedefini tutturmak istiyorlar ama pek de iyi gitmiyor şimdilik. Yine de büyük iş başarıyorlar bence. 

Bu noktada belki her şey için çok geç değildir diye de düşündürtüyor çünkü denizler karasal doğadan çok daha hızlı iyileştirebiliyor kendini. Koruma altına alınan alanlardaki hızlı canlanma buna somut bir delil olarak ümit veriyor.


Ocean with David Attenborough sualtı yabani hayatından yaşam kesitleri görmek isteyenlere göre bir belgesel değil, çevreci bir odak noktası var. Dolayısıyla Bu noktada bir eleştirim olabilir.  bence bir alt başlıkta bu belirtilmeliydi.

Benim aklımda sualtı trol tahribatı ve çırpınan köpekbalığı sahneleriyle yer eden çevrecilik ağırlıklı bir doğa belgeseli olarak kayıtlarıma geçti. 




Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.