Ötekileştirmeden ırkçılığa, ekolojiden etolojiye, haneye tecavüzden yol ayrımlarına pek çok tema içeren bir Western korku filmi diyebilirim.
22 Ekim 2025 Çarşamba
SİNEMA | "The Burrowers" Filmi | Western Korku
Ötekileştirmeden ırkçılığa, ekolojiden etolojiye, haneye tecavüzden yol ayrımlarına pek çok tema içeren bir Western korku filmi diyebilirim.
18 Ekim 2025 Cumartesi
Empatik Portakal
7 Ekim 2025 Salı
Öykülerim | "Sırılsıklam Yaşamak"
Hayvan perişan vaziyetteydi. Gözlerini bile açamadan öylece duruyordu. Niye kuru bir yere kaçmadığı adamın zihninde tam bir muamma haline gelmiş, içinde yükselen rahatsızlıktan yerinde zor duruyordu. Üstelik sanki göz ucuyla ona bakıyor gibiydi hayvan. Kendinden önce hareketlenen kıpır kıpır ayakları ve el parmaklarına daha fazla karşı koyamayıp kadının şaşkın bakışlarına ve itirazlarına aldırmadan bir şeyler mırıldanıp dışarı çıktı. Yağmur tüm şiddetiyle devam ediyordu. Köpeğin yanına yürüdü. Hayvan ürkek bir baş hareketiyle adama baktı. Karşıdaki lüks giyim mağazasının tentesi altına gelmesini sağlamaya çalıştı köpeğin ama hala kıpırdamadan duruyordu. Daha fazla dayanamayıp köpeği kucakladı ve tentenin altına götürdü. Biraz ileriden dönerli bir sandviç alıp geldi ama mağazanın sahibi seslenip köpeği oradan götürmesini söyledi. Gözleriyle yeni bir yer bulmaya çalışırken yandaki pastanenin kapısı ışıklar eşliğinde açıldı ve kızıl saçlı bir kadın çıkıp eliyle onları çağırdı. Belli ki olanları izlemişti pencereden. Köpeği onun çıktığı dükkanın önündeki kuru alana götürdüler. Kadın içeriye çağıran sert bir erkek sesine karşın elindeki iki temiz bezden birini adama uzatıp diğeriyle köpeği kuruladı. Hayvan biraz kendine gelir gibi oldu ve etleri ekmekten ayırıp yemeye başladı. Titremesi hala geçmemişti.
Derken yağmur aniden durdu. Sanki ıslanmamışlar da, başka bir dünyaya ışınlanmışlar gibi oldu. Harika bir olayın altını çizmeye çalışan bir Tanrı varmış gibi, güneş tüm gücüyle onların bulunduğu yeri aydınlatıp ısıtmaya başladı. Köpek iyice kendine gelmişti, yemeğini bitirip, ikiliye teşekkür eden gözlerle bakarak yanlarına oturdu, kıpır kıpır kuyruğuna bakılırsa keyfi yerinde gibiydi. Yağmurun durduğunu gören adamın sevgilisi kafenin kapısında belirdi ve seslenmeye başladı. Pastaneden bir erkek sesi de kadını içeri çağırıyordu. Yağmurun ve köpeğin adeta yanlış hayatlara ve kararlara bir parantez açıp bir araya getirdiği bu iki insan birbirlerine bakıp düşünceli ve kaçamak bir gülümsemeyi paylaştılar, kadın çekingen ve aceleci bir ifadeyle içeri girmesi gerektiğini söyledi. Erkek mecbur bir yüz ifadesiyle onu başıyla selamlayarak bezi uzattı, teşekkür etti. Kadın tam kapıdan girecekken kısık bir sesle ve adamın yüzüne bakamadan, pastanenin harika bitki çayları olduğunu söyledi. Adam çoktan kafeye doğru mecbur adım yürümeye başladığı için bu fısıltıdan çığlığı kaçırdı. Adamın yine kafeye doğru yürümesi en çok köpeği üzmüş gibiydi, o biraz önceki mutlu hali değişiverdi ve arkasından çağırır gibi bir inilti çıkardı. Kafenin önüne geldiğinde adamın giysilerinden damlayan suları gören sevgilisi kupkuru üstünü başını korumak için mesafesini koruyarak yine önden içeri girdi.
Eski yerlerine oturdular, eski konuşmalar tekrarlandılar. Sevgilisinin anlattıklarını duyuyor ama anlamlandırmaya üşeniyor ya da tiksiniyor gibiydi zihni. Artık her şey eskisinden daha çekilmez bir hal almıştı. Birkaç dakika geçmeden yağmur yine bastırdı. Sanki tabiatın bir şeylere itirazı vardı. Sanki yüzlerce yağmur damlası sesini duyuramayan bir şeyleri haykıran, bir şeylere çağıran ısrarcı bir koroya dönüşmüştü. Adam karşısındakinin sözlerini değil o koroyu büyülenmiş gibi dinlemeye başladı. O da ne? Köpek yine yağmurun altında oturmuş bekliyordu. Karşı sıradaki pastanenin ışığı fırtınada bir deniz feneri gibi köpeğin olduğu yere kadar aydınlatıyordu caddeyi. İçinde bir şeyler kabardıkça kabarıyordu adamın. Herkesi içeri girmeye zorlayan yağmur nedense onu dışarı çağırmaktan vazgeçmiyordu bir türlü. Köpek, pastane, yağmur, sokak ve kızıl saçlı kadın. Daha fazla dayanamayacaktı. Dişlerini sıkarak bir şeyler mırıldandı. Sevgilisinin önce şaşkınlık sonra öfke dolu bakışlarına aldırmadan masaya para koyup tek kelime etmeden ve arkasına bir kere bile bakmadan dışarı çıktı. Köpek adamı görünce çok sevinip ayaklandı, kuyruğunu sallamasıyla daha hızlı gelsene der gibiydi sanki. Baştan beri onu bekliyormuş, onun için gelmiş gibiydi hali. Biraz ıslanacaksın ama yaşam burada diyordu sanki gülen gözleri köpeğin.
Yağmur şiddetlenmiş, çeri çöpü önüne katmış sürüklüyordu. Atık sular biraz önce adamın çıktığı kafenin önündeki mazgallara doğru gürül gürül akmaktaydı. Tabiat, milyonlarca yıldır tohumları, larvaları, yumurtaları uyandıran sonsuz belleği ve bilgeliğiyle o eşsiz tabiat, tüm canlıları da cansızları da önüne katmış özüne, yaşama, gerçeğine çağırıyordu.
Adam köpeğin yanına vardığında tam ona doğru eğilecekken korkunç bir patlama yeri göğü inletti. BAAAMMMMMM...!!! Sanki hayat o güne kadar söylenmeyen her şeyi haykırmanın bir yolunu bulmuş gibi kulakları sağır eden bir gümbürtü duyuldu. Artık yağmur damlaları ile birlikte gökten ateş parçacıkları da yağmaya başlamış, caddenin çoğu bir enkaz yağmuruna ev sahipliği yapar hale gelmişti.
Adam köpeğe sarılmış halde, inanmaz bakışlarla olanlara bir anlam vermeye çabalayarak yerde yatıyordu. Biraz önce çıktığı üç katlı kafenin yerinde, hayaletler gibi oynaşıp duran devasa alevler ve duman vardı şimdi.
Kızılca kıyamet kopmuştu. Kafe harabeye dönmüş, yağmurun bile söndürmeye gücünün yetmediği koca bir kamp ateşine dönüşmüştü. İnsanlar çığlık çığlığa sokağı dolduruyor, siren sesleri her yandan yaklaşıyordu. Adamın gözleri telaşla karşıya baktığında pastanenin kapısı açılıverdi.
Kızıl saçlı kadın, sırtında bir spor çantayla dışarı çıktı, göz ucuyla bir an onlara baktı ve hızlı adımlarla karanlık arka sokaklara doğru uzaklaştı.
2 Ekim 2025 Perşembe
Yeni "Memleketim"
30 Eylül 2025 Salı
İhtişamla İtibar Olmaz
26 Eylül 2025 Cuma
Kaliopi ve "Crno i Belo" | Bir Makedon Şarkısı
24 Eylül 2025 Çarşamba
Gazze 2025: İslam İçin Sonun Başlangıcı
Gazze'de 2025'te olanları izliyorsunuz. Ayakta bina bırakılmadı. On binlerce ölü. Açlık ve gözyaşı. Zalimce bir saldırı. Bir yıkıntılar yığını. Taş üstünde taş bırakılmamış bir katliam alanı. Tabii bu yıkımın sadece binalar üzerindeki etkisi. En görünür hali. Silkelenip, sindirilip, silinip gönderilen bir halk var işin özünde. Hatalarından bağımsız olarak zulme uğrayan bir halk.
Siz bölgesel bir trajedi olarak bakabilirsiniz. Ama İslamiyet'in gözler önünde canlı yayınlar eşliğinde çöküşü bu aslında. Tam olarak öyle. Her zaman olduğu gibi yanlış okuyorsunuz olan biteni. Müslümanların asla saygı duymadıkları ama işlerine geldiği için dillerinden düşürmedikleri insan haklarına, demokrasiye ve hukuka Batı da uymadığında ne kadar aciz kaldıklarının net resmidir Gazze 2025. Bitik bir kültürün yitik insanlarının içler acısı manzarasıdır. Geleceğin fragmanıdır.
Kalleş İsrail! Kahrolası Yahudiler! diye sloganlar atmak en
kolayı TR'de. Müslümanların alıştırıldığı da bu. Ben farklı düşünüyorum, evet Yahudi hükümet suçlu, halk da bu suça
dolaylı yoldan ortak ama Esas suçlu Müslümanlar. Neden? Yüzyıllardır yaşama sırtını dönmüş bir topluluk
Müslümanlar. Yaşamı reddeden bir kültürün ayakta kalması mümkün mü? Bugün İsrail olur yarın başkası. Yaşamın daha fazla hakkını veren halklara karşı aciz kalması mukadder mevcut İslam kültürünün. Ne bilim ne sanat ne üretim ekonomisi ne
eğitim ne estetik ne mimari ne insan hakları ne adalet. Tam bir putperestlik halini yaşayıp yaşatıyorlar Müslümanlar. Kendi hayali dünyalarında yaşamı boşa harcıyorlar, aksi düşünenleri yaşatmamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu duruma
rağmen bir de üstüne kendilerini dünyanın gerçek sahibi, diğer tüm insanları
kafir yani düşman, temizlenmesi gereken zararlı ot olarak gören bir kültür mevcut İslamiyet'in
genelinde. Bugün İsrail’in yaptığını gücü olsa Allahu Ekber nidaları eşliğinde aynen yapmaktan çekinmez Müslüman kalabalıklar. Zamanında çok yaptılar hala da yapıyorlar fırsat olduğunda. Zaten İsrail’in şahin kanadında da benzer
bir dincilik hakim ama onlar derslerini almış, bu dünyada da yapmaları gerekenleri
öğrenmişler hiç değilse. Yoksa bir farkı yok dinciliğin Musevilik olsun, Hristiyanlık olsun, Müslümanlık olsun.
Eski çağların barbarizminden günümüze ulaşmış deli saçması bir kültürün adam
yerine konmadıkça öfke nöbetleri geçirmesinden başka bir şey değil pek çok dinci tepkisi. Evet, Müslüman
ülkelerin refleksleri de bu aslında çoğunlukla. Neyinize saygı duysunlar sizin! Bütün
kadınlar fahişe bütün Müslüman olmayan erkekler düşman. Saldırganlıktan ibaret
bir kültür. Biraz
güçlü olsalar yapmayacakları düşmanlık yok. Tarihleri ortada.
Bu delilikten kendini sıyırabilenler için bireysel bir
kurtuluş olabilir ama kitleler için böyle bir ihtimal yok çünkü çoklaştıkça
yobazlaşan bir kültür var karşımızda.
Efendim gerçek İslam bu değil palavralarını bir kenara bırakalım artık. Yüzyıllardır gösterseydiniz gerçeğini. Toplumda nasıl görüyorsam benim için odur. Baştan aşağı cehalet. İslam'ın savunulacak tarafı yok. Kendi kendini bitirmiş, geçmişten ibaret geleceksiz bir
kültür var karşımızda. Aksi doğruysa yüzyıllardır niye gerçekleşmedi? Etkisizleştikçe durmadan başkalarını suçlayıp mağdura
yatmaya çalışan ama kendileri yaşama sırtını dönmüş bir yığının sonu da işte
böyle yıkıntılar arasında oluyor. Sen sürekli yerinde sayar hatta geri gitmeye çalışırsan, ilerleyen birileri mutlaka seni oyun dışı bırakır eninde sonunda. Sana da mağduriyet nutukları atmak düşer bu acıklı tabloda.
Gazze'deki yıkıntılar İslam'ın yıkıntı halidir aslında.
Bu perişanlık İslam’ın perişanlığıdır, aldanma.
Tüm olan biten açık. Güçlü olan ayakta kalıyor
yaşamda. Ezeli kural bu. Ve Batı yaşamı daha iyi değerlendirdiği için, daha doğru dürüst okuduğu için gücü, iktidarı
elinde tutuyor. Canı istediğinde, çıkarı gerektirdiğinde haksızlık yapmaya çekinmiyor. Yüzyıllardır böyle. Güç kimdeyse kendi lehine kullanıyor. Ve güç ortaçağdaki barbar kalabalıklar değil artık. Bilim, teknoloji, sanat, güç bunlarla kazanılıyor kalabalıklarla değil. Doğunun saçma
sapan inançlarla, geleneklerle geri kalmakta diretmesi de onların işine geliyor. Hatta
aydınlanmadan yana olanlara karşı taraf oluyor Batı çıkarı gereği.
Müslüman halkların gidebileceği tek nokta Gazze 2025. Bugün
olmazsa 20 yıl sonra, 200 yıl sonra. İslam'ın götüreceği tek yer Gazze 2025. Nihai
durak Gazze 2025 Müslümanlar için. Batı'nın ya da başkalarının insafında ne kadar yaşarsanız ömrünüz
o kadar işte. İster kabul edin ister etmeyin. Tablo ortada yüzyıllardır. Batı'nın izin verdiği yere kadar,
işbirlikçiliğiniz kadar sağ kalsanız bile eninde sonunda Gazze 2025’i
yaşayacaksınız, yaşatacaklar.
Olacaklar belli. Ortak geleceğiniz Gazze. Seçim sizin.
Ya bu "deli gömleğinden" kurtulacaksınız, ya dünya sizden kurtulacak.
20 Eylül 2025 Cumartesi
Türkü sevmem...
18 Eylül 2025 Perşembe
Son Sözü Söyleme İnadı
8 Eylül 2025 Pazartesi
Ne Olanlar Ne Ölenler Umurlarında Değil..!
1 Eylül 2025 Pazartesi
Öykülerim | Kızıl Kiremitlerin Kıyısında
Uyandığında tir tir titriyordu. Pencereden sızan ışığa bakılırsa güneş doğmuştu ama sımsıkı kapalı perdeler, içeride sadece loş bir aydınlığa müsaade ediyordu. Önce yorganı üstüne çekip başını da içine sokarak ısınmaya çalıştı. Eylülün ilk haftaları yazdan kalma sıcacık bir havayla geçiyordu ama içindeki soğuk umursamıyordu bile. Kafasını tekrar dışarı çıkarıp, yüzünde şaşırmış bir ifadeyle etrafına baktı. Odada dayanılmaz bir soğuk dışında her şey normal gözüküyordu. Yaklaşık 6 aydır bu haldeydi, üşümekten başka bir his yoktu sanki hayatında. Yazın geçer belki demişti doktorlar ama ağustosun en sıcak günlerinde bile daha da kötüleşmişti içini kaplayan soğuk hissi. Kalktı, battaniyeyi sırtına alıp salona doğru yürüdü. Her şey akşam bıraktığı gibiydi. Perdeleri açıp yüzü güneye dönük, penceresinden sokağa baktı. Aşağıda insanlar toplanmıştı ve bir ambulansın ışıkları yanıp sönüyordu. Belki de insanlar yoktu, ambulanstan da emin olamadı, sonra ışıklar ve insanlar birbirine girdi. Sonra. Baş dönmesi. Soğuktan aklı ona oyunlar oynuyordu belki. Yutkundu, midesinin bulandığını hissetti. Perdeyi kapatıp açınca hepsi kayboldu, sakin bir sokak görüntüsü karşısındaydı şimdi. Kimsenin üşür gibi bir hali yoktu, şortla gezenler bile vardı. Sorunun kendisinde olduğunu hatırlattığı için hemen perdeyi bir kez daha kapatıp pencereden uzaklaştı. İnsan bir derdi başkalarının da paylaştığını gördüğünde yalnızlık hissinden kurtulur ve bencil bir sevinç duyar. Aksi halde iyice yıkılır, sorunun kişiselliği, harekete geçmesini gerektirir çünkü. Mutfağa gidip bir kahve yaptı. Hızlı hızlı içti. Sanki yapacak bir işi varmış gibi.
Aylar önce başlayan üşüme hissi bir daha ne yaparsa yapsın
geçmemişti. Gitmediği hastane denemediği tedavi kalmamıştı. Sıcacık havalarda
dahi montsuz paltosuz dışarı çıkamaz halde olmak ona korkunç bir sıkıntı veriyordu.
Doktorlar çaresizdi. Evi ne kadar ısıtırsa ısıtsın değişen bir şey olmuyordu. Artık
pes etmiş, yeni hayatına alışmaya çalışıyordu. Hiçbir şey eskisi gibi değildi.
İnsanların bakışlarından bunaldığı için sokağa çıkmak gelmiyordu içinden. Kat
kat giyimli halde aralarında dolaştığında onu işaret edip fısıldaşıyor, hatta
bazen laf atıyorlardı kahkahalar eşliğinde. Çaresiz evine kapandı. Aklında tek
bir soru vardı. Bir türlü cevaplandıramadığı tek bir soru. Soğuk, buz gibi bir soru. Neden üşüyordu?
Normalde hafıza sorunu yok gibiydi ama soğuktan öncesine
dair boşluklar vardı. Ne kadar uğraşsa, sorunun kaynağına dair bir şey
hatırlayamıyordu. Ailesi bu konuda bir şeyler anlatmaya çalışmış ama onlar daha
söze başlar başlamaz kulakları çınlamaya başlamış ve bayılmıştı. Bir daha da
konu açılmamıştı aralarında. İşitme duyusu da istemsiz olarak bu konuda
konuşulmasına izin vermiyordu anlaşılan. Anne ve babası ayda bir uğrar, erzak
falan getirirler, hem ona acıyan hem de sanki suçluluk duyan bakışlarla biraz
oturup giderlerdi. Sanki usta bir kurgucu hayatından belli bir kısmı pürüzsüz
bir şekilde kesip atmıştı. Ev hapsine dönmüş bir yaşam. Dışarıdan ihtiyacı olan
her şeyi sipariş verip kapıya getirtiyordu. Arkadaşı kalmamıştı, zaten çok
yoktu. Kitaplara, filmlere vermişti kendini.
Artık bu kabusu kabullenmişken, günler böyle geçip giderken, eylülün ikinci haftası gibi balkon kapısına vurulduğunu duydu. Salona gitti. Bir leylek duruyordu camın ardında. Gagasıyla kapıya vurur gibi tıklatıyordu camı. Bir misafirdi adeta. Adam ilk kez böyle bir durumla karşılaşıyordu. Tuhaf bir kıpırtı duydu içinde. Sanki kanatlanmış gibi hareketleri hızlandı. Hafta sonu bir kilo balık alıp buzdolabına koyduğunu hatırladı. Aslında deniz ürünlerini sevmezdi ve bunu neden yaptığına bir anlam verememişti. Büyülenmiş gibi dolaptan torbayı alıp ona doğru yürüdü ve balkon kapısını açtı. Balıkları bir kaba boşaltırken kuşun bacağında tuhaf bir kabartı fark etti. Dikkatle bakınca bir kağıt iliştirildiğini gördü. Kuş önce vazifesini tamamlamak istiyor ve onu bekliyor gibiydi. Bir postacı gibi. Balıklara bile hamle yapmamıştı. Genç adam çekinerek ama merakla kuşun bacağına sarılmış kağıdı çözmeye başladı, leylek bunu bekler gibi kıpırdamadan duruyordu, kağıdı alıp kapıyı kapatırken kuş balıkları yemeye başlamıştı bile. Sanki görevini tamamladığına kanaat getirmiş gibi. Soğukların başladığı sabahtan beri hiç bu kadar heyecanlandığını hissetmemişti genç adam. Birisi yaşadığını hatırlatmış gibiydi. Soğuk hissizlik duvarı yıkılmıştı nihayet. Rulo halindeki kağıdı açtı ve gözleri yazının üzerinde gezdikçe büyüdü.
Kısacık bir mesajdı. Okuduktan sonra masanın üzerine bıraktı. Önce kışlık şapkasını çıkardı ve atkısını çözdü. Sonra evde üzerinden eksik etmediği kürklü montunun fermuarını açtı, çıkarıp koltuğun üzerine koydu. Hava alabildiğine serindi o gece ama sıcak havalarda bile kat kat giyinen adam soyunmaya devam etti. Çırılçıplak kalana kadar büyük bir huzur içinde soyundu. Artık titremiyordu. Üşümüyordu. Soğuktan eser yoktu. Kapıyı açtı. 7 katlı apartmanın en üst katındaydı dairesi, çatıya giden yıkılacak gibi merdivenleri tırmandı. Rahat adımlarla kiremitlerin üzerinde yürüyerek en uçtaki bacanın yanına gitti. Her tarafta çok eskiden kalma söndürülmüş sigara izmaritleri vardı. Artık her şeyi hatırlıyordu. O buz gibi Mart gecesi birkaç dakika öncesi kadar, sevdiğinin kokusunu duyabileceği kadar yakındı ona.
Genç kız akşamları çatıya çıkıp baharda gelen leyleği
beslemeyi çok severdi. Sonra da sigarasını yakar, genç adama sarılıp önlerinde
uzanan şehri işaret ederek hayallerinden bahsederdi. Bir gün çatıda kanadı
incinmiş bir leylek buldular. Kız onu kendine benzetmiş, tedavi ettirmiş,
birkaç hafta baktıktan sonra serbest bırakmış, fakat uçurmadan önce leyleğin ayağına
bir kağıt bağlamıştı. Defalarca sorsa da ne yazdığını ona söylememişti kız. Hemen
ardından kar atıştıran o buz gibi gece. Son
akşamları. Aileleri bir türlü
birlikteliklerine izin vermeyince, ayrılmaktansa beraber intihar etmeye karar
verdikleri, kendilerini uçurum gibi bir ümitsizliğe bırakıverecekleri o uğursuz
gece. Toplumun yaşam şansı vermediği medeni azınlıktan iki gencin kara ve karlı
son gecesi. Tam el ele atlayacakken genç adam son anda ne olduysa vazgeçmiş, ama
sevgilisi kendini aşağıya bırakırken yaptığı hamle onu kurtarmaya yetmemişti.
Sonrası malum. Ayrılık ve ansızın beliren amansız bir soğuk ile kısmi hafıza ve
işitme kaybı.
Genç adam gözünden akan yaşlara karşın buruk bir mutluluk hissediyordu sanki. Sözünü geç de olsa tutmanın verdiği bir gönül rahatlığı belki. Ne çok sağlam ne de çok kaypak durmayan eğreti kızıl kiremitlerin yerini boşluğa bıraktığı son noktaya kadar yürüdü. Notta yazan kısacık cümleyi kısık sesle tekrarladı: “Madem aşağıya gelmedin, yukarıda bekleyeceğim”.
Kızcağız onları ayıranın, anlaşmayı bozanın, er ya da geç en
çok sevdiği insanın ta kendisi olacağını anlamıştı demek ki. Kim bilir, belki
de bu kararı almasına da, uğruna ailesini okulunu terk ettiği sevgilisine karşı
için için duyduğu bu büyük hayal kırıklığı sebep olmuştu. Çatının kıyısına doğru yaklaştıkça genç adamın içini sıcacık hisler kaplıyordu. Kalbi deli gibi
atıyor, içi ısındıkça ısınıyordu. Gözlerinden yaşlar süzülmüyor çağlıyordu
adeta. Kanı ihaneti ortaya çıkmış bir hain gibi, kaçacak bir yer arar gibi,
vücudunda dört dönüyordu. Evinde yaptığı gibi yüzünü güneye döndü ve kızıl kiremitlerin kıyısında, uçmaya
hazırlanan göçmen kuşlar gibi kollarını iki yana açtı. Aşağıya doğru kararlı
ama gergin bir adım attı. Boşluk için bu kadarı yeterliydi, ikinci adımı söke
söke kendisi aldı.
Gecenin içinde bir kanat sesi duyuldu. Sürüsünün gerisinde kalmış bir kuş, geç de olsa, görevini yerine getirmiş olmanın rahatlığıyla, karanlık şehrin üstünde, ait olduğunu hissettiği adresi bilinmez bir yerlere doğru kanat çırpıyordu, yaşam sevinciyle.
Yazan: L. Kızıltoprak
26 Ağustos 2025 Salı
Kürtle de Arapla da kardeş falan değilim
24 Ağustos 2025 Pazar
Halimiz patates, ahlakımız malı götürmek..!
![]() |
| "The Potato Eaters" (De Aardappeleters) - Vincent van Gogh (1885) |
16 Ağustos 2025 Cumartesi
"Memento Mori" ve "Vanitas Vanitatum"
![]() |
| Arnold Böcklin "Death Playing the Fiddle" |
2 Ağustos 2025 Cumartesi
Türkiye'nin Asil Azınlığı: Mehveş Dolay
![]() |
| "La Strada Entra Nella Casa" (The Street Enters the House) Umberto Boccioni |
Niye hala buradayım ben?
Çok sevdiğim bir şarkı geliyor aklıma.
"Kaçsam bırakıp"
Türkçe'ye yakın olmak istememin de bir payı olmalı mutlaka, mecburiyetler yanında.
***
Mehveş Dolay.
İzmirli bir öğretmen. Müzik öğretmeni. Aynı zamanda bestekar.
En sevdiğim Türk şarkılarından biri ona ait.
"Kaçsam bırakıp, yollara gitsem"
Hakkında fazla bilgi bulmak da mümkün değil.
Yeğeni Ekin Duru'nun 2022'de yazdığına göre 1899 doğumlu. Kendi sözleriyle aktarıyorum teyzesiyle ilgili verdiği bilgilerden bir kısmını, aşağıda kaynağı vererek:
Yeğeninin cümleleriyle bu harika şarkının bestecisi güftecisi kadın.
Mehveş Dolay.
Açık açık yazıp konuşunca tepki çekiyorsun:
"Asil Azınlık dediğin kimler? Amacın nedir, söyle!"
"Ermeni misin? Yahudi misin? Rus musun? Gavurdan dönme..!"
Oysa Türkiye'nin asil azınlığı tam da budur işte.
Köylüsü, kentlisi, akademisyeni, zengini, devletlisi, dinlisi, dinsizi değil.
Bahsettiğim insanların alışılan kıstaslarla tanınmaları mümkün değil.
Mehveş Dolay.
Dağ bayır köy okullarını gezen bir öğretmen.
Bir yandan da harika bestelere imza atıyor.
Yetmiyor, sokak hayvanlarına adıyor ömrünü.
İşte "asil azınlık" budur Türkiye'de.
Bize en çok lazım olan ama soyunu tüketmek için yapmadığımız kalmayan insanlar.
Her türlü eziyetin reva görüldüğü gerçek değerlerimiz.
Türk kültürünün ulu çınarları.
Dünya kültür mirasına katkı yapabilecek yetenekli, vicdanlı kıymetlerimiz.
Kovaladığınız, yaftaladığınız, yağmaladığınız insanlarımız.
Kadın, erkek, genç, yaşlı, zengin, fakir...
Din, ırk, siyaset ya da şehir
geçiniz bu kıytırık kriterleri.
Asil azınlık Mehveş Dolay gibi insanlardır.
Cumhuriyetin, Atatürk cumhuriyetinin temel direkleridir bu insanlar.
Ne CHP, ne devlet, ne halk, ne hükümet, ne asker, ne polis, ne akademi.
1923 Türk devriminin sadık evlatları bu insanlardır.
Tek bir şarkı
ama etrafta duyduğumuz gürültülerin hepsine bedel.
Tek bir insan
ama gürültücü kalabalığın binlercesine bedel!
Mehveş Dolay.
Türkiye'nin asil azınlığı.
Onca gürültüyü kafamdan söküp atan yine bir Türk şarkısı.
Sizi bilmem ama ben bu şarkıyı dinlerken bir sevgiliyi değil, daha farklı şeyleri düşünüyorum.
Kızıltoprağı mesela. Kalamış'ı. Kadıköy'ü. İstanbul'u. Cumhuriyeti. Kayıplarımı. Belki de kayıplarımızı.
Sahibinin mezarında bekleyen bir köpeğe benzetiyorum bazen kendimi.
"Kaçsam bırakıp..."
Genç olsam bırakırdım
bıraktım da
ama belli bir yaştan sonra
aynı değil her şey
Bazen düşünürüm
Bir noktadan sonra
İhtiyacın olan yerde olmak mı?
yoksa
İhtiyacı olan yerde kalmak mı?
işte bütün mesele
belki de...
***
Kaynaklar:
https://fethiyedays.com/bilinmeyen-bir-besteci-mehves-dolay/
30 Temmuz 2025 Çarşamba
"Küçük Ev" Dizisi: Caroline Ingalls ve İdeal Kadın
19yy'da Amerikan kırsalında yaşayan üç kız çocuğa sahip bir ailenin hayatı, kasaba sakinleriyle iletişimi ve yaşadıkları zorluklar ve sorunlar anlatılırdı. Aile dizisi denilebilir. Michael Landon baba rolünde hem senaristliği, yönetmenliği, yapımcılığıyla, hem de oynadığı karakterle harikalar yaratırken, anne rolündeki Karen Grassle’ın oynadığı Caroline Ingalls’a daha farklı bir hayranlığım vardı. Çok güzel bir kadın olduğuna şüphe yoktu ama benim hayranlığım başka özelliklerine yönelikti. Mesela güler yüzlü çok kadın gördüm ama bazılarınınki başka oluyor, daha içten daha doğal, en ufak bir terslikte kaybolmayan, makyaj gibi akıp gitmeyen, dayanıklı, kalıcı, katkısız, daha içten bir güler yüz.
Caroline Ingalls’ı tarif ederken “duruluk” mutlaka ihtiyaç duyacağınız bir başka kelime. Güzelliğinden nezaketine, güler yüzünden giyimine, tavırlarına, yürüyüşüne bu kadar duru bir kadına rastlamak o kadar zordur ki. Hele günümüzde, hele TR’de.
Üstelik baştan aşağı asaletti kadın. Ama saraylarda oradan oraya dolaşıp duran, ünvanlarla ya da ihtişamla ayakta durabilen kurumlu ve kupkuru bir asalet değildi onunki. Tertemiz ve tabii bir asaleti vardı kadının her halinin. Yemek yaparken de örgüsünü örerken de hissettirirdi ekranın ötesine. Üstelik yaşadıkları o küçücük kütük evin içinde hiçbir çaba sarf etmeden bile asaletini görmemek imkansızdı. Sentetik değil genetik bir asaletti onunkisi. Her şeyden bağımsız olarak insanın kalitesi aidiyetlerinden değil asaletinden geliyor ki onun da çoğu genetik, bazı şeyler sonradan olmuyor, olamıyor. Satın alınamıyor.
Tırnak içinde “Klasik bir kadının” zirvesi olarak da bakılabilir Caroline Ingalls’a çünkü bakış açıları genelde topluma çok aykırı olmayan klasik, dindar, yer yer muhafazakar ama adaletli, anaç bir duruşa sahipti. Ara sıra sinirlendirdiklerinde bile zarafetini kaybetmez, ama çocuksu bir öfkeyle kızgınlığını kibar kibar belli etmekten de geri durmazdı.
Gençken seksi kadınlara daha çok ilgi gösteriyor insan. Kabul edelim. Göğüsler, kalçalar, bacaklar uçuşuyor gözlerde ama dediğim gibi Caroline Ingalls cinselliğin ötesinde gezinen bir kadın oldu hep benim zihnimde.
Bir anne, bir eş, hatta bir arkadaş. Yaşamınızda her halinin olmasını isteyeceğiniz bir kadın modeliydi Caroline Ingalls. Tanrıça statüsündeydi benim için.
Sıcacık bir gülümseme, tepeden tırnağa anlayış, sarsılmaz bir sadakat, sevecen bir ses, çalışkanlık, gülen gözler, güvenli bir liman, aile, bulunmaz bir anne ve eş modeli, dupduru bir güzellik ve bir kadına en çok yakışan şefkatle dolup taşan bir karakter, kelimenin tam anlamıyla bir hanımefendi. Biraz masalsı bir duruşu da var, ya da bana öyle geldi hep, kabul ediyorum, ama insanın hoşuna gidiyor. Üzerimdeki etkisi hiç kaybolmadı.
Kadın, bir erkek için mucizevi bir varlık.
Yığınla kalitesiz kadını, hatta karı diyelim bunlara, bu
karıları bir kenara süpürürsek, biraz önce bahsettiklerim bağlamında kaliteli
bir kadın insanı farklı bir seviyeye çıkartabiliyor. Başka hiçbir şekilde
tadamayacağınız hisleri tattırabiliyor, ulaşamayacağınız yerlere
ulaştırabiliyor, yükseltiyor. Ama bir yandan da korkunç bir ömür törpüsü çünkü
en ufak bir incinmeden bile esirgemek için kendini yiyip bitiriyor insan ve bu
da kendi hedeflerinden kendi seçimlerinden kendi hayatından yolundan uzaklaştırabiliyor
seni. Yürürken adım attığı yolu bile bir şeye takılmasın diye kontrol ederken
bulabiliyorsun kendini. Çok sevilen her şey için geçerli aslında bu durum.
Delirtici hale geliyor bazen, en azından benim gibiler için. Belki de ben duygu
ve düşünce hayatımda aşırılarda gezdiğim için böyle hissediyorum çünkü genelde
insanlar halinden memnun gibi. Bu açıdan bakıldığında sevdiğin bir kadınla
hayatını birleştirmenin ideallerine zararı mı faydası mı daha fazla olur sorusu
akla geliyor? Sabit bir cevabı olamayacak sorulardan. İnsanına, ilişkisine,
şartlarına göre değişir sanırım. Ama kendinizi de çevrenizi de çok daha iyi
tanımanızı sağladığı kesin. Yani yaşanması gereken tecrübelerden biri olduğu
ortada.
Nereden aklıma geldi Caroline Ingalls hakkında konuşmak, aslında durup dururken bir şeylerin aklıma gelmesi yeterli bir sebep ama başka bir nedeni daha var. Küçük Ev dizisinde oynayanların yazdığı hatıratlar vardır, Melissa Gilbert, Melissa Anderson, okul öğretmenini oynayan Charlotte Stewart hatta kötü yürekli kız Alison Arngrim’in hatıralarına, 2021 yılında Karen Grassle’ın yazdığı Bright Lights, Prairie Dust kitabı da katılmış. Yeni haberim olup da okumaya başlayınca, zihnimde yaşattığım büyüttüğüm Caroline Ingalls karakteriyle ilgili birkaç kelime etmek geldi içimden.
Bunca yıl sonra bile, "böyle insanlar da var" diyerek koştuğum bir sığınak Caroline Ingalls. Modern çağlar ne getirirse getirsin, yerel ya da küresel yozluklar hayatı ne kadar kirletirse kirletsin, ömrümün sonuna kadar saygı ve sevgiyle hatırlayacağım Caroline Ingalls, zihnime kazınmış ilk ideal kadın profili olabilir belki de.
Karen Grassle’ın “Bright Lights Prairie Dust” kitabını, tırnak içinde o “Küçük Ev”de, ocağın başında, anlattıklarını dinleyen bir çocuk gibi okuyacağımı hissediyorum diyerek denemeler serisinde hayal dünyamın ulu çınarlarından, Tanrıçalarından birine yer verdiğim bu yazıya da son noktayı koyalım.
























.jpg)




