8 Eylül 2025 Pazartesi
Ne Olanlar Ne Ölenler Umurlarında Değil..!
1 Eylül 2025 Pazartesi
Öykülerim | Kızıl Kiremitlerin Kıyısında
Uyandığında tir tir titriyordu. Pencereden sızan ışığa bakılırsa güneş doğmuştu ama sımsıkı kapalı perdeler, içeride sadece loş bir aydınlığa müsaade ediyordu. Önce yorganı üstüne çekip başını da içine sokarak ısınmaya çalıştı. Eylülün ilk haftaları yazdan kalma sıcacık bir havayla geçiyordu ama içindeki soğuk umursamıyordu bile. Kafasını tekrar dışarı çıkarıp, yüzünde şaşırmış bir ifadeyle etrafına baktı. Odada dayanılmaz bir soğuk dışında her şey normal gözüküyordu. Yaklaşık 6 aydır bu haldeydi, üşümekten başka bir his yoktu sanki hayatında. Yazın geçer belki demişti doktorlar ama ağustosun en sıcak günlerinde bile daha da kötüleşmişti içini kaplayan soğuk hissi. Kalktı, battaniyeyi sırtına alıp salona doğru yürüdü. Her şey akşam bıraktığı gibiydi. Perdeleri açıp yüzü güneye dönük, penceresinden sokağa baktı. Aşağıda insanlar toplanmıştı ve bir ambulansın ışıkları yanıp sönüyordu. Belki de insanlar yoktu, ambulanstan da emin olamadı, sonra ışıklar ve insanlar birbirine girdi. Sonra. Baş dönmesi. Soğuktan aklı ona oyunlar oynuyordu belki. Yutkundu, midesinin bulandığını hissetti. Perdeyi kapatıp açınca hepsi kayboldu, sakin bir sokak görüntüsü karşısındaydı şimdi. Kimsenin üşür gibi bir hali yoktu, şortla gezenler bile vardı. Sorunun kendisinde olduğunu hatırlattığı için hemen perdeyi bir kez daha kapatıp pencereden uzaklaştı. İnsan bir derdi başkalarının da paylaştığını gördüğünde yalnızlık hissinden kurtulur ve bencil bir sevinç duyar. Aksi halde iyice yıkılır, sorunun kişiselliği, harekete geçmesini gerektirir çünkü. Mutfağa gidip bir kahve yaptı. Hızlı hızlı içti. Sanki yapacak bir işi varmış gibi.
Aylar önce başlayan üşüme hissi bir daha ne yaparsa yapsın
geçmemişti. Gitmediği hastane denemediği tedavi kalmamıştı. Sıcacık havalarda
dahi montsuz paltosuz dışarı çıkamaz halde olmak ona korkunç bir sıkıntı veriyordu.
Doktorlar çaresizdi. Evi ne kadar ısıtırsa ısıtsın değişen bir şey olmuyordu. Artık
pes etmiş, yeni hayatına alışmaya çalışıyordu. Hiçbir şey eskisi gibi değildi.
İnsanların bakışlarından bunaldığı için sokağa çıkmak gelmiyordu içinden. Kat
kat giyimli halde aralarında dolaştığında onu işaret edip fısıldaşıyor, hatta
bazen laf atıyorlardı kahkahalar eşliğinde. Çaresiz evine kapandı. Aklında tek
bir soru vardı. Bir türlü cevaplandıramadığı tek bir soru. Soğuk, buz gibi bir soru. Neden üşüyordu?
Normalde hafıza sorunu yok gibiydi ama soğuktan öncesine
dair boşluklar vardı. Ne kadar uğraşsa, sorunun kaynağına dair bir şey
hatırlayamıyordu. Ailesi bu konuda bir şeyler anlatmaya çalışmış ama onlar daha
söze başlar başlamaz kulakları çınlamaya başlamış ve bayılmıştı. Bir daha da
konu açılmamıştı aralarında. İşitme duyusu da istemsiz olarak bu konuda
konuşulmasına izin vermiyordu anlaşılan. Anne ve babası ayda bir uğrar, erzak
falan getirirler, hem ona acıyan hem de sanki suçluluk duyan bakışlarla biraz
oturup giderlerdi. Sanki usta bir kurgucu hayatından belli bir kısmı pürüzsüz
bir şekilde kesip atmıştı. Ev hapsine dönmüş bir yaşam. Dışarıdan ihtiyacı olan
her şeyi sipariş verip kapıya getirtiyordu. Arkadaşı kalmamıştı, zaten çok
yoktu. Kitaplara, filmlere vermişti kendini.
Artık bu kabusu kabullenmişken, günler böyle geçip giderken, eylülün ikinci haftası gibi balkon kapısına vurulduğunu duydu. Salona gitti. Bir leylek duruyordu camın ardında. Gagasıyla kapıya vurur gibi tıklatıyordu camı. Bir misafirdi adeta. Adam ilk kez böyle bir durumla karşılaşıyordu. Tuhaf bir kıpırtı duydu içinde. Sanki kanatlanmış gibi hareketleri hızlandı. Hafta sonu bir kilo balık alıp buzdolabına koyduğunu hatırladı. Aslında deniz ürünlerini sevmezdi ve bunu neden yaptığına bir anlam verememişti. Büyülenmiş gibi dolaptan torbayı alıp ona doğru yürüdü ve balkon kapısını açtı. Balıkları bir kaba boşaltırken kuşun bacağında tuhaf bir kabartı fark etti. Dikkatle bakınca bir kağıt iliştirildiğini gördü. Kuş önce vazifesini tamamlamak istiyor ve onu bekliyor gibiydi. Bir postacı gibi. Balıklara bile hamle yapmamıştı. Genç adam çekinerek ama merakla kuşun bacağına sarılmış kağıdı çözmeye başladı, leylek bunu bekler gibi kıpırdamadan duruyordu, kağıdı alıp kapıyı kapatırken kuş balıkları yemeye başlamıştı bile. Sanki görevini tamamladığına kanaat getirmiş gibi. Soğukların başladığı sabahtan beri hiç bu kadar heyecanlandığını hissetmemişti genç adam. Birisi yaşadığını hatırlatmış gibiydi. Soğuk hissizlik duvarı yıkılmıştı nihayet. Rulo halindeki kağıdı açtı ve gözleri yazının üzerinde gezdikçe büyüdü.
Kısacık bir mesajdı. Okuduktan sonra masanın üzerine bıraktı. Önce kışlık şapkasını çıkardı ve atkısını çözdü. Sonra evde üzerinden eksik etmediği kürklü montunun fermuarını açtı, çıkarıp koltuğun üzerine koydu. Hava alabildiğine serindi o gece ama sıcak havalarda bile kat kat giyinen adam soyunmaya devam etti. Çırılçıplak kalana kadar büyük bir huzur içinde soyundu. Artık titremiyordu. Üşümüyordu. Soğuktan eser yoktu. Kapıyı açtı. 7 katlı apartmanın en üst katındaydı dairesi, çatıya giden yıkılacak gibi merdivenleri tırmandı. Rahat adımlarla kiremitlerin üzerinde yürüyerek en uçtaki bacanın yanına gitti. Her tarafta çok eskiden kalma söndürülmüş sigara izmaritleri vardı. Artık her şeyi hatırlıyordu. O buz gibi Mart gecesi birkaç dakika öncesi kadar, sevdiğinin kokusunu duyabileceği kadar yakındı ona.
Genç kız akşamları çatıya çıkıp baharda gelen leyleği
beslemeyi çok severdi. Sonra da sigarasını yakar, genç adama sarılıp önlerinde
uzanan şehri işaret ederek hayallerinden bahsederdi. Bir gün çatıda kanadı
incinmiş bir leylek buldular. Kız onu kendine benzetmiş, tedavi ettirmiş,
birkaç hafta baktıktan sonra serbest bırakmış, fakat uçurmadan önce leyleğin ayağına
bir kağıt bağlamıştı. Defalarca sorsa da ne yazdığını ona söylememişti kız. Hemen
ardından kar atıştıran o buz gibi gece. Son
akşamları. Aileleri bir türlü
birlikteliklerine izin vermeyince, ayrılmaktansa beraber intihar etmeye karar
verdikleri, kendilerini uçurum gibi bir ümitsizliğe bırakıverecekleri o uğursuz
gece. Toplumun yaşam şansı vermediği medeni azınlıktan iki gencin kara ve karlı
son gecesi. Tam el ele atlayacakken genç adam son anda ne olduysa vazgeçmiş, ama
sevgilisi kendini aşağıya bırakırken yaptığı hamle onu kurtarmaya yetmemişti.
Sonrası malum. Ayrılık ve ansızın beliren amansız bir soğuk ile kısmi hafıza ve
işitme kaybı.
Genç adam gözünden akan yaşlara karşın buruk bir mutluluk hissediyordu sanki. Sözünü geç de olsa tutmanın verdiği bir gönül rahatlığı belki. Ne çok sağlam ne de çok kaypak durmayan eğreti kızıl kiremitlerin yerini boşluğa bıraktığı son noktaya kadar yürüdü. Notta yazan kısacık cümleyi kısık sesle tekrarladı: “Madem aşağıya gelmedin, yukarıda bekleyeceğim”.
Kızcağız onları ayıranın, anlaşmayı bozanın, er ya da geç en
çok sevdiği insanın ta kendisi olacağını anlamıştı demek ki. Kim bilir, belki
de bu kararı almasına da, uğruna ailesini okulunu terk ettiği sevgilisine karşı
için için duyduğu bu büyük hayal kırıklığı sebep olmuştu. Çatının kıyısına doğru yaklaştıkça genç adamın içini sıcacık hisler kaplıyordu. Kalbi deli gibi
atıyor, içi ısındıkça ısınıyordu. Gözlerinden yaşlar süzülmüyor çağlıyordu
adeta. Kanı ihaneti ortaya çıkmış bir hain gibi, kaçacak bir yer arar gibi,
vücudunda dört dönüyordu. Evinde yaptığı gibi yüzünü güneye döndü ve kızıl kiremitlerin kıyısında, uçmaya
hazırlanan göçmen kuşlar gibi kollarını iki yana açtı. Aşağıya doğru kararlı
ama gergin bir adım attı. Boşluk için bu kadarı yeterliydi, ikinci adımı söke
söke kendisi aldı.
Gecenin içinde bir kanat sesi duyuldu. Sürüsünün gerisinde kalmış bir kuş, geç de olsa, görevini yerine getirmiş olmanın rahatlığıyla, karanlık şehrin üstünde, ait olduğunu hissettiği adresi bilinmez bir yerlere doğru kanat çırpıyordu, yaşam sevinciyle.
Yazan: L. Kızıltoprak
26 Ağustos 2025 Salı
Kürtle de Arapla da kardeş falan değilim
24 Ağustos 2025 Pazar
Halimiz patates, ahlakımız malı götürmek..!
![]() |
"The Potato Eaters" (De Aardappeleters) - Vincent van Gogh (1885) |
16 Ağustos 2025 Cumartesi
"Memento Mori" ve "Vanitas Vanitatum"
![]() |
Arnold Böcklin "Death Playing the Fiddle" |
2 Ağustos 2025 Cumartesi
Türkiye'nin Asil Azınlığı: Mehveş Dolay
![]() |
"La Strada Entra Nella Casa" (The Street Enters the House) Umberto Boccioni |
Niye hala buradayım ben?
Çok sevdiğim bir şarkı geliyor aklıma.
"Kaçsam bırakıp"
Türkçe'ye yakın olmak istememin de bir payı olmalı mutlaka, mecburiyetler yanında.
***
Mehveş Dolay.
İzmirli bir öğretmen. Müzik öğretmeni. Aynı zamanda bestekar.
En sevdiğim Türk şarkılarından biri ona ait.
"Kaçsam bırakıp, yollara gitsem"
Hakkında fazla bilgi bulmak da mümkün değil.
Yeğeni Ekin Duru'nun 2022'de yazdığına göre 1899 doğumlu. Kendi sözleriyle aktarıyorum teyzesiyle ilgili verdiği bilgilerden bir kısmını, aşağıda kaynağı vererek:
Yeğeninin cümleleriyle bu harika şarkının bestecisi güftecisi kadın.
Mehveş Dolay.
Açık açık yazıp konuşunca tepki çekiyorsun:
"Asil Azınlık dediğin kimler? Amacın nedir, söyle!"
"Ermeni misin? Yahudi misin? Rus musun? Gavurdan dönme..!"
Oysa Türkiye'nin asil azınlığı tam da budur işte.
Köylüsü, kentlisi, akademisyeni, zengini, devletlisi, dinlisi, dinsizi değil.
Bahsettiğim insanların alışılan kıstaslarla tanınmaları mümkün değil.
Mehveş Dolay.
Dağ bayır köy okullarını gezen bir öğretmen.
Bir yandan da harika bestelere imza atıyor.
Yetmiyor, sokak hayvanlarına adıyor ömrünü.
İşte "asil azınlık" budur Türkiye'de.
Bize en çok lazım olan ama soyunu tüketmek için yapmadığımız kalmayan insanlar.
Her türlü eziyetin reva görüldüğü gerçek değerlerimiz.
Türk kültürünün ulu çınarları.
Dünya kültür mirasına katkı yapabilecek yetenekli, vicdanlı kıymetlerimiz.
Kovaladığınız, yaftaladığınız, yağmaladığınız insanlarımız.
Kadın, erkek, genç, yaşlı, zengin, fakir...
Din, ırk, siyaset ya da şehir
geçiniz bu kıytırık kriterleri.
Asil azınlık Mehveş Dolay gibi insanlardır.
Cumhuriyetin, Atatürk cumhuriyetinin temel direkleridir bu insanlar.
Ne CHP, ne devlet, ne halk, ne hükümet, ne asker, ne polis, ne akademi.
1923 Türk devriminin sadık evlatları bu insanlardır.
Tek bir şarkı
ama etrafta duyduğumuz gürültülerin hepsine bedel.
Tek bir insan
ama gürültücü kalabalığın binlercesine bedel!
Mehveş Dolay.
Türkiye'nin asil azınlığı.
Onca gürültüyü kafamdan söküp atan yine bir Türk şarkısı.
Sizi bilmem ama ben bu şarkıyı dinlerken bir sevgiliyi değil, daha farklı şeyleri düşünüyorum.
Kızıltoprağı mesela. Kalamış'ı. Kadıköy'ü. İstanbul'u. Cumhuriyeti. Kayıplarımı. Belki de kayıplarımızı.
Sahibinin mezarında bekleyen bir köpeğe benzetiyorum bazen kendimi.
"Kaçsam bırakıp..."
Genç olsam bırakırdım
bıraktım da
ama belli bir yaştan sonra
aynı değil her şey
Bazen düşünürüm
Bir noktadan sonra
İhtiyacın olan yerde olmak mı?
yoksa
İhtiyacı olan yerde kalmak mı?
işte bütün mesele
belki de...
***
Kaynaklar:
https://fethiyedays.com/bilinmeyen-bir-besteci-mehves-dolay/
30 Temmuz 2025 Çarşamba
"Küçük Ev" Dizisi: Caroline Ingalls ve İdeal Kadın
19yy'da Amerikan kırsalında yaşayan üç kız çocuğa sahip bir ailenin hayatı, kasaba sakinleriyle iletişimi ve yaşadıkları zorluklar ve sorunlar anlatılırdı. Aile dizisi denilebilir. Michael Landon baba rolünde hem senaristliği, yönetmenliği, yapımcılığıyla, hem de oynadığı karakterle harikalar yaratırken, anne rolündeki Karen Grassle’ın oynadığı Caroline Ingalls’a daha farklı bir hayranlığım vardı. Çok güzel bir kadın olduğuna şüphe yoktu ama benim hayranlığım başka özelliklerine yönelikti. Mesela güler yüzlü çok kadın gördüm ama bazılarınınki başka oluyor, daha içten daha doğal, en ufak bir terslikte kaybolmayan, makyaj gibi akıp gitmeyen, dayanıklı, kalıcı, katkısız, daha içten bir güler yüz.
Caroline Ingalls’ı tarif ederken “duruluk” mutlaka ihtiyaç duyacağınız bir başka kelime. Güzelliğinden nezaketine, güler yüzünden giyimine, tavırlarına, yürüyüşüne bu kadar duru bir kadına rastlamak o kadar zordur ki. Hele günümüzde, hele TR’de.
Üstelik baştan aşağı asaletti kadın. Ama saraylarda oradan oraya dolaşıp duran, ünvanlarla ya da ihtişamla ayakta durabilen kurumlu ve kupkuru bir asalet değildi onunki. Tertemiz ve tabii bir asaleti vardı kadının her halinin. Yemek yaparken de örgüsünü örerken de hissettirirdi ekranın ötesine. Üstelik yaşadıkları o küçücük kütük evin içinde hiçbir çaba sarf etmeden bile asaletini görmemek imkansızdı. Sentetik değil genetik bir asaletti onunkisi. Her şeyden bağımsız olarak insanın kalitesi aidiyetlerinden değil asaletinden geliyor ki onun da çoğu genetik, bazı şeyler sonradan olmuyor, olamıyor. Satın alınamıyor.
Tırnak içinde “Klasik bir kadının” zirvesi olarak da bakılabilir Caroline Ingalls’a çünkü bakış açıları genelde topluma çok aykırı olmayan klasik, dindar, yer yer muhafazakar ama adaletli, anaç bir duruşa sahipti. Ara sıra sinirlendirdiklerinde bile zarafetini kaybetmez, ama çocuksu bir öfkeyle kızgınlığını kibar kibar belli etmekten de geri durmazdı.
Gençken seksi kadınlara daha çok ilgi gösteriyor insan. Kabul edelim. Göğüsler, kalçalar, bacaklar uçuşuyor gözlerde ama dediğim gibi Caroline Ingalls cinselliğin ötesinde gezinen bir kadın oldu hep benim zihnimde.
Bir anne, bir eş, hatta bir arkadaş. Yaşamınızda her halinin olmasını isteyeceğiniz bir kadın modeliydi Caroline Ingalls. Tanrıça statüsündeydi benim için.
Sıcacık bir gülümseme, tepeden tırnağa anlayış, sarsılmaz bir sadakat, sevecen bir ses, çalışkanlık, gülen gözler, güvenli bir liman, aile, bulunmaz bir anne ve eş modeli, dupduru bir güzellik ve bir kadına en çok yakışan şefkatle dolup taşan bir karakter, kelimenin tam anlamıyla bir hanımefendi. Biraz masalsı bir duruşu da var, ya da bana öyle geldi hep, kabul ediyorum, ama insanın hoşuna gidiyor. Üzerimdeki etkisi hiç kaybolmadı.
Kadın, bir erkek için mucizevi bir varlık.
Yığınla kalitesiz kadını, hatta karı diyelim bunlara, bu
karıları bir kenara süpürürsek, biraz önce bahsettiklerim bağlamında kaliteli
bir kadın insanı farklı bir seviyeye çıkartabiliyor. Başka hiçbir şekilde
tadamayacağınız hisleri tattırabiliyor, ulaşamayacağınız yerlere
ulaştırabiliyor, yükseltiyor. Ama bir yandan da korkunç bir ömür törpüsü çünkü
en ufak bir incinmeden bile esirgemek için kendini yiyip bitiriyor insan ve bu
da kendi hedeflerinden kendi seçimlerinden kendi hayatından yolundan uzaklaştırabiliyor
seni. Yürürken adım attığı yolu bile bir şeye takılmasın diye kontrol ederken
bulabiliyorsun kendini. Çok sevilen her şey için geçerli aslında bu durum.
Delirtici hale geliyor bazen, en azından benim gibiler için. Belki de ben duygu
ve düşünce hayatımda aşırılarda gezdiğim için böyle hissediyorum çünkü genelde
insanlar halinden memnun gibi. Bu açıdan bakıldığında sevdiğin bir kadınla
hayatını birleştirmenin ideallerine zararı mı faydası mı daha fazla olur sorusu
akla geliyor? Sabit bir cevabı olamayacak sorulardan. İnsanına, ilişkisine,
şartlarına göre değişir sanırım. Ama kendinizi de çevrenizi de çok daha iyi
tanımanızı sağladığı kesin. Yani yaşanması gereken tecrübelerden biri olduğu
ortada.
Nereden aklıma geldi Caroline Ingalls hakkında konuşmak, aslında durup dururken bir şeylerin aklıma gelmesi yeterli bir sebep ama başka bir nedeni daha var. Küçük Ev dizisinde oynayanların yazdığı hatıratlar vardır, Melissa Gilbert, Melissa Anderson, okul öğretmenini oynayan Charlotte Stewart hatta kötü yürekli kız Alison Arngrim’in hatıralarına, 2021 yılında Karen Grassle’ın yazdığı Bright Lights, Prairie Dust kitabı da katılmış. Yeni haberim olup da okumaya başlayınca, zihnimde yaşattığım büyüttüğüm Caroline Ingalls karakteriyle ilgili birkaç kelime etmek geldi içimden.
Bunca yıl sonra bile, "böyle insanlar da var" diyerek koştuğum bir sığınak Caroline Ingalls. Modern çağlar ne getirirse getirsin, yerel ya da küresel yozluklar hayatı ne kadar kirletirse kirletsin, ömrümün sonuna kadar saygı ve sevgiyle hatırlayacağım Caroline Ingalls, zihnime kazınmış ilk ideal kadın profili olabilir belki de.
Karen Grassle’ın “Bright Lights Prairie Dust” kitabını, tırnak içinde o “Küçük Ev”de, ocağın başında, anlattıklarını dinleyen bir çocuk gibi okuyacağımı hissediyorum diyerek denemeler serisinde hayal dünyamın ulu çınarlarından, Tanrıçalarından birine yer verdiğim bu yazıya da son noktayı koyalım.
26 Temmuz 2025 Cumartesi
Yapay Zeka'dan Değil, Yapay Beka'dan Korkun..!
25 Temmuz 2025 Cuma
Alman Kadın Milli Futbol Takımı (3)
Final maçında İngiltere İspanya oynayacak. Ben İngiltere'den yanayım. Zenciler, Latinler falan bana aşırı hırslı ve kavgacı geliyor. Geçen turnuvanın şampiyonu İngiliz takımı zaten.
22 Temmuz 2025 Salı
Z Kuşağı: Gümbür Gümbür Mü Geliyorlar?
Bir kere bu Z kuşağının inanılmaz olduğu, gümbür gümbür geldiği falan, saçma sapan bir yanılsama. Belki de insanların tutunacak dal ihtiyacına cevap veren bir efsane. Bence yok öyle bir şey. En ufak bir belirti yok. Zaten öyle olmasını gerektirecek bir altyapıya da sahip değil gençlerimiz. Ne eğitim ne öğretim ne ekonomi ne de yaşam kültürü açısından. Yeni neslin bilgi ya da davranış olarak “sıçrama” şeklinde nitelenebilecek bir üstünlüğü yok. Tam tersine dünyanın bizden çok daha ileri ülkelerinde gerileme olup olmadığı tartışılıyor. Kitap okuma oranlarının odaklanma süresinin düştüğü ve bunun beklenmedik negatif yansımaları olabileceği konuşuluyor. Peki bizde bu söylemler nerden çıkıyor? Kime hizmet ediyor? Gayet basit, daha önce açıkladığım “kutsalcılık” ilkelliğinin bir yansıması, binlerce aldatmacasından bir başkası. Artık kültürel yani kitlesel hale gelmiş doğru ya da yanlış bir şeyleri kutsama deliliğinin son gözdesi.
Yığınla genç görüyoruz günlük hayatta. Hiç öyle nezakette, bilgide, bilinçte çağ atlamış bir halleri var mı yahu? Hatta 4-5 sene önce bir sene üniversitedeydim, ne yaparlar ne ederler epey bir fikir sahibiyim.
Bire bir yaşadım, ve nispeten seçkin sayılabilecek gençler arasında bir sene yaptığım gözlemlerin sonucu bu. Ha çok değerli gençler yok mu, tabii ki var. Ama onlar her nesilde var zaten. Biraz daha az olur çok olur ama hep var onlar. Dolayısıyla genele baktığında öyle bir önceki nesilden çok ilerde bambaşka bir nesil falan yok, keşke olsaydı, ama yok. Uydurmayın. Toplumsal evrimin tüm negatif ve pozitif yönlerini taşıyan, ileri ve geri tarafları tartışmaya açık bir yeni nesil bunlar da bizim gibi.
Zaten pek çok şeyi değiştirecek, düzeltecek bir nesil yetişmesi için değil yetişmemesi için gereken her şey yapıldı özellikle 2000’li yılların başında TR’de. Bu okullarla bu toplumla bu devletle bu öğretmenlerle kendi kendine müthiş bir nesil yakalamamız mümkün değil ki? Mantığa aykırı. Hem Müslümanız diyorsunuz hem de bakire kadından çocuk çıkmasına benzer beklentiler içine giriyorsunuz. Akla aykırı bir kere. Nasıl böyle bir yalana inanabilirsiniz? Hem okul hem de öğretmen kalitesi çok düşük TR’de. Yüzünüze söylüyorum işte, yerlerde sürünüyor. İlk-orta-lise-üniversite hiç fark etmez, istisnalar haricinde eğitimi geçtim, öğretim falan değil bu okullardaki, ortalıkta dolaşmasınlar diye binalara doldurmak hatta kapatmak bugünkü eğitim öğretim sisteminin yaptığı.
Sen sorunlarını çözecek bir nesil istiyorsan bunu yetiştirmek için gereken en azından maddi ortamı hazırlayacaksın. Bir şeyleri kökünden geliştirmiş, iyileştirmiş olacaksın. Ondan sonra yepyeni bir gençlik, nesil bekleyebilirsin ancak. 1923 devriminin ardından eldeki imkanlarla buna çalışıldı mesela. Ama TR’de Atatürk'ten sonra böyle kapsamlı bir atılım olmadı ki. Milli eğitimin, gençlik ve spor bakanlıklarının bütçedeki payına bakın mesela, anlarsınız buz gibi gerçeği.
Peki bu Z kuşağı gümbür gümbür geliyor söylemini nasıl gerekçelendiriyorlar? İşte cep telefonu kullanıyorlar, internet dünyasına doğdular, başka da bir temeli yok bu söylemin. Bu ikisi sadece. Ve ne cep telefonları ne de internet bizim geliştirdiğimiz onlara sunduğumuz olanaklar değil zaten. Ve alasını tüm dünyadaki gençler kullanıyor. Hatta onlardan önceki nesillerin yetişmiş olanları da kullanıyor . Bir fark yaratamayız ki bunlarla.
Gerçekten komik, hiçbir teknolojinin üreticisi olmayan, tüketimde bile bir kalite yakalayamamış ülkelerin, gençlerine cep telefonuyla geziyorlar diye süper kahraman muamelesi yapması. Ortada fol yok yumurta yokken. Saçmalık.
Bu tarz övgülerin bir söylemin parçası olduğu hatta bir slogan olarak kullanıldığını görmek için çok zeki olmaya da gerek yok. Ezbere konuşan bir toplumun ağızdan ağıza aktardığı kirli sakızlardan biri bu da. Her yeniliğin, yeni denilenin hayırlı olmayacağını anlayamamış zavallılar hala, yaşanan bunca kabustan sonra bile.
Ne eğitime ne spora ne doğaya ne teknolojiye ciddi bir yatırım yapmadan, bilinçlenme sağlamadan, yeni iş imkanları eğitim fırsatları yaratmadan yeni nesille övünüp durmak nasıl bir kandırmacadır.
E böyle bir kutsanma bombardımanı altındaki yeni nesil de kendini pek bir özel zannediyor doğal olarak. Ben neymişim yahu, zaten bütün sıkıntıların sebebi bu orta-ileri yaş grubu demeye başlıyor. Suçlamalar havada uçuşuyor. İşler iyice rayından çıkıyor, hatta yeni bir anlamsız ayrışma yaşanıyor. Bir kez daha eskisinden çok da farkları olmadığını gösteriyor aslında Z kuşağı, Onlar da işin kolayına kaçıyorlar ve kirli akışta, aptalca alkışlarla sürüklenerek kendilerini ülkelerindeki yaşlılarla kıyaslayıp çok başka oldukları yanılsamasına vehmine kapılıyorlar, hemen inanıyorlar işlerine geldiği için. Bir kere gençlik sağlıklı olsa kendisini bir önceki nesille ya da Anadolu'nun çağdışı insanlarıyla değil, çağdaşı olduğu diğer ülkelerdeki gençlerle kıyaslar. Değil mi? Aklı başında bir gençliğin yapacağı budur, senin yarışacağın esas grup onlardır çünkü. Çin’deki, Macaristan’daki, Fransa’daki, Güney Kore’deki gençlerle kıyaslasana sen kendini, ne işin var uygarlıktan nasibini almamış trogloditlerle de kendini onlarla kıyaslayıp rahatlıyorsun..!
Her şeyimiz gibi gençlerimizin çoğu da asgari donanıma sahip değil, kaliteli dünyayla rekabet edemeyecek durumdalar. İnternet sayesinde diğer ülkelerle beraber biraz dışarıya açıldılarsa, bu TR’nin eğitim sistemiyle, siyasetiyle değil, küfür edip durduğunuz Batılıların icadı internet ve bilgisayarlar sayesinde oldu. Ve maalesef bir yandan palavradan Z kuşağı övgüleri yaparken, bir yandan da çocukların tırnak içinde bu “teknolojik nimetlere” ulaşımını bile zorlaştırdıkça zorlaştırdınız. Yani desteği bırak köstek oldunuz. Haraç boyutunda vergilerle yaptınız bunu, internetin bile en kalitesiz ve en pahalı olduğu ülkelerden biri TR. Daha bunu bile halledememişken nasıl oluyor da gençlikten yanaymış gibi gözükebiliyorsunuz, bu palavraları sıkabiliyorsunuz!
Aslında başka bir yazıda ya da programda internet ve cep telefonlarıyla büyüyen neslin avantajlarını ve dezavantajlarını konuşmak istiyorum, o daha enteresan daha evrensel bir konu olacak ama önce şu TR’deki garabete kısaca değinmeden olmazdı.
Son sözü başta söylemiştim. Boşuna kendinizi kandırmayın. Anasının babasının sadece bir üst modeli bir gençliğimiz var ve ilkel toplumlarda gençlik, gümbür gümbür değil paldır küldür gelir. Gerisi, içi boş bir tıngırtıdan, bir slogandan, hatta yalandan başka bir şey değildir.
Ektiğinizi biçeceksiniz. Denklem bu kadar basit. Ne verdik ki ne bekliyoruz sorgulamasını yapmadan böyle atıp tutarak olmuyor. Yine başkalarına şükredin ki onların ektiği sayesinde siz de biraz daha kaliteli ürün alabiliyorsunuz.
Sağlıklı bir toplum, bir yerlere hoş gözükeceğim diye “nesil Nazizmi” yapmaz, yaşı ne olursa olsun kaliteli insanlarını öne çıkartır, örnek gösterir. Toptancılıktan alabildiğine uzak durur. Ben insanların ayrıştırılmasından yanayım aslında, ama ırka, yaşa, dine, cinsiyete göre değil insani kalitelere göre ayrıştırılmalı toplum. Nezakete, çalışkanlığa, dürüstlüğe, işini iyi yapmaya, birikime göre, değil mi. Bunu ne kadar başarılı yaparsak o kadar başarılı bir ekonomiye, eğitime, idareye sahip oluruz, en önemlisi de o kadar mutlu oluruz.
Aksi takdirde, zaten A’dan Z’ye her şeyi yanlış bir ortamda, toplumda, A nesli olsan ne olur Z nesli olsan ne olur be çocuğum…
21 Temmuz 2025 Pazartesi
Avrupa Kadınlar Futbol Şampiyonası 2025 (2)
6 Temmuz 2025 Pazar
Alman Kadın Milli Futbol Takımı
Avrupa Kadınlar Futbol Şampiyonası başlamış. İsviçre’de.
Almanya-Polonya maçına denk gelince sardı, bırakamadım.
Çocukluğumdan beri Alman milli futbol takımını tutarım.
Neden bilmiyorum. Herkes nefret eder, belki Nazi geçmişinden dolayı. Umursamam.
Hala futbolda onlarlayım.
Almanlar çok iyi oynuyor. Çalışıldığı çok belli. Bir yandan maçı
seyrediyorum bir yandan düşünüyorum. Sistem var. Hem sahada hem saha dışında. Sıkı bir talim yaptıkları o
kadar belli ki. Yılların süzgecinden geçtikleri. Polonya birkaç kere fırsat yakaladı ama Almanya’nın 20 tane
fırsatı var. En azından 5 tane atabilirlerdi rahat, 2 0 kazandılar sadece.
Maçın büyük kısmı Polonya yarı sahasında geçti zaten. Sistem. Eğitim.
Formalara bile bakıyorsun. Estetik var Alman’da. Kısalığı uzunluğu
darlığı rengi deseni o kadar iyi ayarlanmış ki. Sistem. Estetik. Eğitim. Alman,
formasını bile ince eleyip sık dokumuş. Erkek milli takımının formaları da
meşhurdur zaten. Ben çocukken bile çok sevilirdi eşofmanları bile. Düşünün
formaya bu özeni gösteren antremanlara taktiklere nasıl bir özen gösteriyordur.
Klara Bühl diye bir oyuncu var, ya sol kanadı koridor yaptı, fırtına gibi esti, durduramıyorlar, her yerden ortaları indirip durdu. Eskinin Haessler, Littbarski gibi Alman oyuncularını hatırlattı. Nasıl bulup çıkartıyorlar bu yetenekleri. Önemli olan orası işte. Alman kültürü bu. Seçiyor, yetiştiriyor, yerleştiriyor. Hem de bir devamlılık içinde. Karşılığını da alıyorlar. Her alanda.
Jule Brand vardı mesela hem ilk golü attı hem ikincinin pasını verdi. Şahane. Nasıl yakışıyorlar. Nasıl çalışıyorlar. Uyumlu bir insan grubunun estetiğini seyrediyorsun biraz da aslında.
Kaleci Berger’den sol bek Linder’a, Lea Schüller’den forvet
di mi Giulia Gwinn’e seyretmek lazım. Alman kadın futbol takımı. Eğitim, emek
ve estetik.
Maçtan sonra düşünürken merak ettim. Baktım kadın futbolunda
durum nedir diye. Zaten çok başarılıymış Almanya. 13 kere düzenlenen Avrupa
şampiyonasının 8’ini kazanmışlar. Müthiş bir başarı. Müthiş. İki tane de dünya
kupaları var. Bakın 13te 8 sürekliliğe bakar mısınız. Alman kültürü.
Alman dedin mi hemen Nazi onlar diyen yığınların yaşadığı
bir ülke.
Türkiye.
Fransız desen monşer, Rus desen komünist, Amerikan desen
emperyalist, Alman desen Nazi. Kimseyi beğenmez. Sen kimsin be!
Kafalardaki kategoriler.
Kafasız düşmanlıklar.
Baktım bunların ülkesinin kadın futbol takımı ne halde diye.
1995'te kurulmuş.
Ne Avrupa şampiyonasına, ne yaz olimpiyatlarına, ne dünya
kupasına bir kez bile gidememiş. Ya katılmamış ya ön elemelerde başarısız
olmuş. Bunca yıldır kupayı falan bırak, katılım hakkı kazanamayan bir takım. Türkiye. 1995-2025, 30 yılda bir kere turnuvaya katılım hakkı kazanamamış.
Tam bir sıfır çekme hali.
Hem de 30 senedir.
Sıfıra sıfır elde var sıfır.
Bu kadar futbol federasyonu geldi, niye hesabı sorulmadı.
Sabahtan akşama kadar Avrupa’da esamesi okunmayan takımlarımızı konuşacağınıza bunu da konuşsaydınız ya.
Yerli ve milli değil miydiniz?
Milli takımın kadını erkeği olur mu?
Kim kimi transfer etti uyduracağınıza bu konu niye
tartışılmıyor?
Bunca yıl geçmiş, kupayı bırak katılımımız olmamış. Utanç
verici bir durum ya.
Ondan sonra Almanlar Nazi. Müslümanlar gazi.
Bazen bir hata yaparsın ya da başına bir bela gelir, iki
paralık insanlar seni ondan ibaret sayar. İşlerine gelir. Almanya’ya karşı
tavrın böyle bir niteliği olduğunu düşünüyorum artık. Dünyada da böyle bir
eğilim var. Her şeyimize yansımış örtünme kültürümüzün bir örneği daha.
Yeryüzüne hiçbir katkısı olmayan zavallılar Alman lafı
geçince sırıta sırıta Nazi, Hitler kelimeleriyle saldırıyor. Ondan sonra Alman
arabası alabilmek için yapmadıkları namussuzluk kalmıyor. Gelenek dedikleri bu.
Bir futbol maçı seyredeyim dedim bak yine nerelere geldik. Geleceğiz çünkü artık yobazlıktan geçilmeyen bir barbarizm nefes aldırmıyor.
Yine de
Ne İslamcı faşistlerin hainlikleri. Ne aklı bir karış havada
bir "kara kalabalığı".
Canım maç seyretmek istiyor bu aralar.
Belki 15 belki 20 sene sonra futbol maçı seyredeceğim. Spor ve estetik. Sistem ve insan. Kadın ve yaşam.
Bir dahaki maçımız 8 temmuzda
Danimarka’yla, İsveç'e 1-0 yenilmişti, alırsak gruptan çıkış garanti. Son maç
en zoru, İsveç olacak.
TR’de voleybolcu kızlarımızdan sonra seyretmeye değer bir şey göremedim.
Bu aralar Alman kadın futbol takımını seyretmeye karar verdim.
“Dschland, Dschland”
“So sehen Sieger aus, shalalalala…“