22 Ekim 2025 Çarşamba

SİNEMA | "The Burrowers" Filmi | Western Korku


Bu sene seyrettiğim 2008 yapımı bir film, The Burrowers. 
Ötekileştirmeden ırkçılığa, ekolojiden etolojiye, haneye tecavüzden yol ayrımlarına pek çok tema içeren bir Western korku filmi diyebilirim. 

19yy sonu. Amerika'nın "vahşi batı" dediği topraklar. Wild west. Film çiftlik baskınıyla açılıyor, Bir aile katlediliyor diğeri kayıp. Kızılderilerin yaptığı düşünülüyor hemen ve çiftçiler bir grup askerle birlikte kaçırılanları kurtarmak için takibe başlıyor. Hikaye bu kurtarma yolculuğu ekseninde hareketli ve dehşetli bir yol filmi. 

Ön plandaki hikaye yanında, avladıklarını ne öldüren ne yaşatan, canlı canlı mezara sokan bir yaşam formu üzerinden siyasi, ekonomik ve toplumsal fikirler de uyandıran düşündürücü bir film. 

J. T. Petty'nin yazıp yönettiği filmin kahramanlıktan uzak sıradan ama gerçek karakterleri var. Metafora ya da alegoriye sığınmadan ön plandaki hikayeyle de ilginç olabilen bir film. Mekanın ağırlığının hissedildiği bir korku filmi The Burrowers. Jaws'da su ve köpekbalığının bütünleşmesine benzer şekilde çayırların, otların burrowers ile bütünleştiği bir film. Yani kapalı mekanlarıyla değil, uçsuz bucaksız arazileriyle korku atmosferini oluşturma becerisi gösteren bir film. Biyolojik dokuya sahip bir canavar sunması da çok önemli. Bu açıdan ekolojik farkındalık sunan bir film. Çevreci temaya da sahip. Western ve korkuyu ucuzlaşmadan bir arada kullanabilme hünerini gösteren bir film. Ekokorku denilen alt türün harika bir örneği aynı zamanda. 

Korku sinemasının zirvesi benim için "The Descent"tir (2005). Şaheser. Müthiş bir film, her fırsatta söylerim. Korkuyu falan bırak tam bir sinema klasiği. Neil Marshall’ın yazıp yönettiği 2005 tarihli the Descent. Özellikle günümüzde "elevated horror"daki pozculuğa ya da formülcülüğe bulaşmadan, ama filmi kan banyosuna da çevirmeden hikayesini anlatabilen kaliteli korku filmlerinin başında gelir. Burrowers da bir bakıma onun yolundan gidiyor. The Descent gibi başyapıt olamasa da özgün, başarılı bir örnek, özellikle de kendi türünde, western korku filmlerinde kaçırılmayacak bir pırlanta. 

Bu filmle ilgili 45 dakikalık bir "Özel Bakış" programı yaptım ve Youtube'a yükledim. Burada yazmaya üşendiğim pek çok ayrıntıyı orada konuştum, alttaki bağlantıdan ulaşılabilir.



Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

18 Ekim 2025 Cumartesi

Empatik Portakal


Son yıllarda yeni bir akım peydahlandı.
İnsanları anlamaya çalışmak. 
Kendini onların yerine koymak.
Empati'den bahsediyorum. 
Moda sözcüklerden biri.
Sihirli bir kelime sanki.
Bana sorarsanız bu kavramın da cılkını çıkardılar. 
Belli durumlarda "anlayışlı olmak" olgunluk göstergesi.
Ama yerli yersiz sürekli karşımızdakileri anlamaya çalışmak bir süre sonra tepkiselliğimizi aşırı törpülüyor. Üstelik yorucu olmaya başlıyor. İnsanlardan tümden uzaklaştırabiliyor. 
Tamam tepkilerin bir düşünce süzgecinden geçirilmesinde genelde fayda var ama diyorum ya işin cılkını çıkardılar. Bazı durumlarda empati asil bir davranış ama pek çok durumda ayağa düşürülmüş olduğunu gözlemliyorum.
En basiti, görevini yapmayan insanlara empati göstermemeliyiz.
Tepki göstermeliyiz.
İşini iyi yapmamalarının mazeretini bile bize bulduruyorlar. 
İstismarlarına meşruiyet kazandıran yine biz oluyoruz. 
"Ay market görevlilerini de çok çalıştırıyorlar, ne yapsınlar dedikçe görevliler iyice azıtıyor.
Polisin kabalığını "Ay hırlısı hırsızıyla uğraşmak kolay mı" diyerek normalleştirdiğinde polis iyice azıtıyor
Çocukların arsızlığını "Ay çocuktur yapar, öğrenecek" diyerek geçiştirdiğinde çocuk iyice azıtıyor.
"Empatik insan" aslında "sorun çıkartmayan tip" oluyor.
Hep karşısındakine haklılık payı ikram eden bir cins.
Zorbaların, terbiyesizlerin en sevdiği insan tipini seri üretime sokmaya çalışıyor insanlık.
Empati yapalım efendim, Biraz empati
Çağımız empati çağı falan filan 
Efendim empati gösterin, empati yapın diye bilmiş bilmiş tavsiyeler.
Yaşam koçları, akademisyenler
Tepkisiz toplum yaratmanın bilimsel ve havalı bir jargonu haline gelmiş empati.
Çarpıtıldıkça çarpıtılmış, tanınmaz hale gelmiş
Yalandan bir empati.
İstismar edilen bir empati. 
Tekrar edeyim, görevini hakkıyla yerine getirmeyene empati gösterilmez. 
Empati, farklılıkları anlamak için değerlidir.
İstismarları, haksızlıkları, terbiyesizlikleri örtbas etmek, pas geçmek için değil.

Bence günümüzde empatikleştirmek tepkisizleştiriyor. 
"Ama onları da anlamak lazım" özlü sözüyle sürekli geri bastırıyorlar insanları. 
Ve bir süre sonra ileri gidemez hale geliyorsun. 
"Empatik portakal"a dönüşüyorsun. 
 
Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

7 Ekim 2025 Salı

Öykülerim | "Sırılsıklam Yaşamak"

Aniden bastıran yağmur olanca hızıyla yağarken caddedeki çift kaçar adım en yakın kafeye sığındı. Hava kararmak üzereydi. Önce kadın içeri girdi ve dışarıyı görmeyen bir yerdeki ısıtıcının yanına oturmak istese de adam çok da uzak olmayan pencerenin önüne oturmaya ikna etti. 
Rahat ortamda paltolarını çıkarıp içecek sıcak bir şeyler söylediler. Kadının keyfi yerine gelmişti, o hafta iş yerinde yaşadıklarını anlatmaya başladı hemen. Adamın pek ilgisini çekmeyen konular olduğu belliydi. Fırsat buldukça bakışlarını pencereden dışarı kaçırıyordu. 
Bir ara bulvarın kafeye yakın kısmındaki yolda bir köpek gördü. Sağanak yağmurun altında caddede kimse kalmadığı için hemen fark ediliyordu. Köpek yağmurun ağırlığından hareket edemiyormuş gibi kıpırdamadan duruyordu nedense. Sanki her bir yağmur damlası onu olduğu yere sabitleyen bir raptiyeye dönüşmüştü.  Başını önüne eğmiş, kaderine razı bir idam mahkumunu andırıyordu.

Adamın dışarı kaçırdığı bakışlar sıklaşınca kadın durumu fark etti, neye baktığını görmeye çalıştı ama cadde bomboştu onun için, dayanamayıp sordu. Adam başıyla köpeği işaret etti. Kadının yüzü, karşısındaki endişeli yüzün tersine rahatladı ve birkaç sıradan cümleyle köpeği geçiştirip biraz önce anlattığı konuya devam etti.

Hayvan perişan vaziyetteydi. Gözlerini bile açamadan öylece duruyordu. Niye kuru bir yere kaçmadığı adamın zihninde tam bir muamma haline gelmiş, içinde yükselen rahatsızlıktan yerinde zor duruyordu. Üstelik sanki göz ucuyla ona bakıyor gibiydi hayvan. Kendinden önce hareketlenen kıpır kıpır ayakları ve el parmaklarına daha fazla karşı koyamayıp kadının şaşkın bakışlarına ve itirazlarına aldırmadan bir şeyler mırıldanıp dışarı çıktı. Yağmur tüm şiddetiyle devam ediyordu. Köpeğin yanına yürüdü. Hayvan ürkek bir baş hareketiyle adama baktı. Karşıdaki lüks giyim mağazasının tentesi altına gelmesini sağlamaya çalıştı köpeğin ama hala kıpırdamadan duruyordu. Daha fazla dayanamayıp köpeği kucakladı ve tentenin altına götürdü. Biraz ileriden dönerli bir sandviç alıp geldi ama mağazanın sahibi seslenip köpeği oradan götürmesini söyledi. Gözleriyle yeni bir yer bulmaya çalışırken yandaki pastanenin kapısı ışıklar eşliğinde açıldı ve kızıl saçlı bir kadın çıkıp eliyle onları çağırdı. Belli ki olanları izlemişti pencereden. Köpeği onun çıktığı dükkanın önündeki kuru alana götürdüler. Kadın içeriye çağıran sert bir erkek sesine karşın elindeki iki temiz bezden birini adama uzatıp diğeriyle köpeği kuruladı. Hayvan biraz kendine gelir gibi oldu ve etleri ekmekten ayırıp yemeye başladı. Titremesi hala geçmemişti.

Derken yağmur aniden durdu. Sanki ıslanmamışlar da, başka bir dünyaya ışınlanmışlar gibi oldu. Harika bir olayın altını çizmeye çalışan bir Tanrı varmış gibi, güneş tüm gücüyle onların bulunduğu yeri aydınlatıp ısıtmaya başladı. Köpek iyice kendine gelmişti, yemeğini bitirip, ikiliye teşekkür eden gözlerle bakarak yanlarına oturdu, kıpır kıpır kuyruğuna bakılırsa keyfi yerinde gibiydi. Yağmurun durduğunu gören adamın sevgilisi kafenin kapısında belirdi ve seslenmeye başladı. Pastaneden bir erkek sesi de kadını içeri çağırıyordu. Yağmurun ve köpeğin adeta yanlış hayatlara ve kararlara bir parantez açıp bir araya getirdiği bu iki insan birbirlerine bakıp düşünceli ve kaçamak bir gülümsemeyi paylaştılar, kadın çekingen ve aceleci bir ifadeyle içeri girmesi gerektiğini söyledi. Erkek mecbur bir yüz ifadesiyle onu başıyla selamlayarak bezi uzattı, teşekkür etti. Kadın tam kapıdan girecekken kısık bir sesle ve adamın yüzüne bakamadan, pastanenin harika bitki çayları olduğunu söyledi. Adam çoktan kafeye doğru mecbur adım yürümeye başladığı için bu fısıltıdan çığlığı kaçırdı. Adamın yine kafeye doğru yürümesi en çok köpeği üzmüş gibiydi, o biraz önceki mutlu hali değişiverdi ve arkasından çağırır gibi bir inilti çıkardı. Kafenin önüne geldiğinde adamın giysilerinden damlayan suları gören sevgilisi kupkuru üstünü başını korumak için mesafesini koruyarak yine önden içeri girdi. 

Eski yerlerine oturdular, eski konuşmalar tekrarlandılar. Sevgilisinin anlattıklarını duyuyor ama anlamlandırmaya üşeniyor ya da tiksiniyor gibiydi zihni. Artık her şey eskisinden daha çekilmez bir hal almıştı. Birkaç dakika geçmeden yağmur yine bastırdı. Sanki tabiatın bir şeylere itirazı vardı. Sanki yüzlerce yağmur damlası sesini duyuramayan bir şeyleri haykıran, bir şeylere çağıran ısrarcı bir koroya dönüşmüştü. Adam karşısındakinin sözlerini değil o koroyu büyülenmiş gibi dinlemeye başladı. O da ne? Köpek yine yağmurun altında oturmuş bekliyordu. Karşı sıradaki pastanenin ışığı fırtınada bir deniz feneri gibi köpeğin olduğu yere kadar aydınlatıyordu caddeyi. İçinde bir şeyler kabardıkça kabarıyordu adamın. Herkesi içeri girmeye zorlayan yağmur nedense onu dışarı çağırmaktan vazgeçmiyordu bir türlü. Köpek, pastane, yağmur, sokak ve kızıl saçlı kadın. Daha fazla dayanamayacaktı. Dişlerini sıkarak bir şeyler mırıldandı. Sevgilisinin önce şaşkınlık sonra öfke dolu bakışlarına aldırmadan masaya para koyup tek kelime etmeden ve arkasına bir kere bile bakmadan dışarı çıktı. Köpek adamı görünce çok sevinip ayaklandı, kuyruğunu sallamasıyla daha hızlı gelsene der gibiydi sanki. Baştan beri onu bekliyormuş, onun için gelmiş gibiydi hali. Biraz ıslanacaksın ama yaşam burada diyordu sanki gülen gözleri köpeğin.

Yağmur şiddetlenmiş, çeri çöpü önüne katmış sürüklüyordu. Atık sular biraz önce adamın çıktığı kafenin önündeki mazgallara doğru gürül gürül akmaktaydı. Tabiat, milyonlarca yıldır tohumları, larvaları, yumurtaları uyandıran sonsuz belleği ve bilgeliğiyle o eşsiz tabiat,  tüm canlıları da cansızları da önüne katmış özüne, yaşama, gerçeğine çağırıyordu.

Adam köpeğin yanına vardığında tam ona doğru eğilecekken korkunç bir patlama yeri göğü inletti. BAAAMMMMMM...!!! Sanki hayat o güne kadar söylenmeyen her şeyi haykırmanın bir yolunu bulmuş gibi kulakları sağır eden bir gümbürtü duyuldu. Artık yağmur damlaları ile birlikte gökten ateş parçacıkları da yağmaya başlamış, caddenin çoğu bir enkaz yağmuruna ev sahipliği yapar hale gelmişti. 

Adam köpeğe sarılmış halde, inanmaz bakışlarla olanlara bir anlam vermeye çabalayarak yerde yatıyordu. Biraz önce çıktığı üç katlı kafenin yerinde, hayaletler gibi oynaşıp duran devasa alevler ve duman vardı şimdi. 

Kızılca kıyamet kopmuştu. Kafe harabeye dönmüş, yağmurun bile söndürmeye gücünün yetmediği koca bir kamp ateşine dönüşmüştü. İnsanlar çığlık çığlığa sokağı dolduruyor, siren sesleri her yandan yaklaşıyordu. Adamın gözleri telaşla karşıya baktığında pastanenin kapısı açılıverdi. 

Kızıl saçlı kadın, sırtında bir spor çantayla dışarı çıktı, göz ucuyla bir an onlara baktı ve hızlı adımlarla karanlık arka sokaklara doğru uzaklaştı.  

Yazan: L. KIZILTOPRAK
Görseller: ChatGPT Yapay Zekası

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

2 Ekim 2025 Perşembe

Yeni "Memleketim"


Memleketim şarkısını bilirsiniz. 
Bir Yahudi şarkısı aslında.
Türkçe söz yazmışlar üstüne.
Aranjman dediklerinden
Önce yüz vermese de ahalimiz
Kıbrıs Barış Harekatıyla tutuyor halk arasında.
Sonrasını biliyorsunuz
Adeta ikinci milli marşımız oldu yıllarca
Coştukça coştuğumuz bir şarkı. 

Güfte meşhur söz yazarı Fikret Şeneş'e ait. 
Başka başarılı işleri de var zaten.
Ayten Alpman da güzel söyler
Herkesin hakkını verelim önce.
Fakat dünya değişirken TR de değişiyor.
Ve bu şarkı en azından benim için gerçeği yansıtmıyor artık.

Yeni Türkiye dedikleri ülkenin benim memleketim olmadığını görüyorum.
Ortada memleket falan görmüyorum hatta. 
Binlerce olay bunu haykırıyor adeta.
"Yeni Türkiye"niz hakkındaki düşüncelerimi de
eski Türkiye için yazılmış sözler üzerine yazmak istedim.
Tıpkı sizin eski Türkiye'den çaldıklarınızla "Yeni Türkiye" uydurmanız gibi
ben de yeni bir memleketim uydurdum eskisinin üzerine.
Nazire işte.

YENİ "MEMLEKETİM" 
Hayvanına ağacına, çocuğuna kadınına, 
Binbir acı bedava her yanında
Her köşesi cehennemim, ezilir yanar içim
Bir kabustur benim memleketim

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

30 Eylül 2025 Salı

İhtişamla İtibar Olmaz


İtibar nedir konuşuyorlar.
İtimattır en güvenilmez ortamda.
İstidattır en çorak kültürlü topraklarda.
Feragattır sevdiklerin uğruna, adalet adına.

İhtişamla itibar olmaz, 
ihtimam lazım.
İnsanına, tabiatına, yaşama, sanata, akla, vicdana.
hatta inancına.

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

26 Eylül 2025 Cuma

Kaliopi ve "Crno i Belo" | Bir Makedon Şarkısı


Црно и бело е сè
Добро и лошо ништо не ги дели

Kaliopi (Калиопи Букле). 1966 doğumlu bir Makedon kadın şarkıcı. Wiki'den baktım, 80lerde hem Makedonya'da hem Yugoslavya'da müzikal başarıları varmış.
Црно и бело diye bir şarkısı ilgimi çekti. "Sırno i belo" diye okunuyor. Siyah ve beyaz demek. Sözleri Kaliopi yazmış. Romeo Grill bestesi. Eski eşi ve grup arkadaşıymış. İkisi de ilk kez duyduğum isimler. Kaliopi bu parçayla Azerbaycan'daki 2012 yılı Eurovision şarkı yarışmasında 13. olmuş.

Ајде сега гушни ме, до небо дигни ме

Ara sıra yeni şarkılar, müzikler keşfetmeyi severim. Bu arayışlardan birinde denk geldim. Sırp şarkı yarışmasında bir kız söylerken duydum ilk kez, hoşuma gitti. Aslı nasılmış diye bakınca tanışmış olduk. Son birkaç ayda yüz kereden fazla dinlemişimdir. Buraya da not düşmek istedim. 
Muhtemelen duygu dünyamın notalara aktarılmış bir hali. 
İlk bir dakika lirik, duygusal bir tonda, sonra sertleşiyor.
Ses çatallanıyor, çığlıklaşıyor, öfkeleniyor, elektro gitar devreye giriyor. Yaylılar bile bu müzikal haykırışa ayak uyduruyor.
Ve şiddetli bir isyanın ardından son 30 saniyede yine duygusal bir tonda sona eriyor. 

Црно и бело е сè
Една вистина и една лага

Kaliopi'nin diğer şarkılarına da bir göz attım. Hiçbiri bu parça gibi etkili olmadı. 
Çoğu kısmını ezberledim dinleye dinleye. Özellikle bir şeyler düşünürken açıp dinlediğimde coşkulu fikirlerin önünü açan bir etkisi var üzerimde. Kısacası son müzikal aşkım diyebilirim bu şarkıya.

Neyin kimi ne kadar etkileyeceği hiç belli olmaz. Artık takip bile etmediğim Eurovision'a 2012'de Makedonya'dan katılıp 13. olan şarkı, insana defalarca dinlenecek bir ilham kaynağı, bir "duygu arkadaşı" olabiliyor.  

Не се предавам до крај
Нема раѓање без паѓање



Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

24 Eylül 2025 Çarşamba

Gazze 2025: İslam İçin Sonun Başlangıcı

Gazze'de 2025'te olanları izliyorsunuz. Ayakta bina bırakılmadı. On binlerce ölü. Açlık ve gözyaşı. Zalimce bir saldırı. Bir yıkıntılar yığını. Taş üstünde taş bırakılmamış bir katliam alanı. Tabii bu yıkımın sadece binalar üzerindeki etkisi. En görünür hali. Silkelenip, sindirilip, silinip gönderilen bir halk var işin özünde. Hatalarından bağımsız olarak zulme uğrayan bir halk. 

Siz bölgesel bir trajedi olarak bakabilirsiniz. Ama İslamiyet'in gözler önünde canlı yayınlar eşliğinde çöküşü bu aslında. Tam olarak öyle. Her zaman olduğu gibi yanlış okuyorsunuz olan biteni. Müslümanların asla saygı duymadıkları ama işlerine geldiği için dillerinden düşürmedikleri insan haklarına, demokrasiye ve hukuka Batı da uymadığında ne kadar aciz kaldıklarının net resmidir Gazze 2025. Bitik bir kültürün yitik insanlarının içler acısı manzarasıdır. Geleceğin fragmanıdır. 

Kalleş İsrail! Kahrolası Yahudiler! diye sloganlar atmak en kolayı TR'de. Müslümanların alıştırıldığı da bu. Ben farklı düşünüyorum, evet Yahudi hükümet suçlu, halk da bu suça dolaylı yoldan ortak ama Esas suçlu Müslümanlar. Neden? Yüzyıllardır yaşama sırtını dönmüş bir topluluk Müslümanlar. Yaşamı reddeden bir kültürün ayakta kalması mümkün mü?  Bugün İsrail olur yarın başkası. Yaşamın daha fazla hakkını veren halklara karşı aciz kalması mukadder mevcut İslam kültürünün. Ne bilim ne sanat ne üretim ekonomisi ne eğitim ne estetik ne mimari ne insan hakları ne adalet. Tam bir putperestlik halini yaşayıp yaşatıyorlar Müslümanlar. Kendi hayali dünyalarında yaşamı boşa harcıyorlar, aksi düşünenleri yaşatmamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu duruma rağmen bir de üstüne kendilerini dünyanın gerçek sahibi, diğer tüm insanları kafir yani düşman, temizlenmesi gereken zararlı ot  olarak gören bir kültür mevcut İslamiyet'in genelinde. Bugün İsrail’in yaptığını gücü olsa Allahu Ekber nidaları eşliğinde aynen yapmaktan çekinmez Müslüman kalabalıklar. Zamanında çok yaptılar hala da yapıyorlar fırsat olduğunda. Zaten İsrail’in şahin kanadında da benzer bir dincilik hakim ama onlar derslerini almış, bu dünyada da yapmaları gerekenleri öğrenmişler hiç değilse. Yoksa bir farkı yok dinciliğin Musevilik olsun, Hristiyanlık olsun, Müslümanlık olsun. Eski çağların barbarizminden günümüze ulaşmış deli saçması bir kültürün adam yerine konmadıkça öfke nöbetleri geçirmesinden başka bir şey değil pek çok dinci tepkisi. Evet, Müslüman ülkelerin refleksleri de bu aslında çoğunlukla. Neyinize saygı duysunlar sizin! Bütün kadınlar fahişe bütün Müslüman olmayan erkekler düşman. Saldırganlıktan ibaret bir kültür. Biraz güçlü olsalar yapmayacakları düşmanlık yok. Tarihleri ortada.

Bu delilikten kendini sıyırabilenler için bireysel bir kurtuluş olabilir ama kitleler için böyle bir ihtimal yok çünkü çoklaştıkça yobazlaşan bir kültür var karşımızda. 

Efendim gerçek İslam bu değil palavralarını bir kenara bırakalım artık. Yüzyıllardır gösterseydiniz gerçeğini. Toplumda nasıl görüyorsam benim için odur. Baştan aşağı cehalet. İslam'ın savunulacak tarafı yok. Kendi kendini bitirmiş, geçmişten ibaret geleceksiz bir kültür var karşımızda. Aksi doğruysa yüzyıllardır niye gerçekleşmedi? Etkisizleştikçe durmadan başkalarını suçlayıp mağdura yatmaya çalışan ama kendileri yaşama sırtını dönmüş bir yığının sonu da işte böyle yıkıntılar arasında oluyor. Sen sürekli yerinde sayar hatta geri gitmeye çalışırsan, ilerleyen birileri mutlaka seni oyun dışı bırakır eninde sonunda. Sana da mağduriyet nutukları atmak düşer bu acıklı tabloda.

Gazze'deki yıkıntılar İslam'ın yıkıntı halidir aslında.

Bu perişanlık İslam’ın perişanlığıdır, aldanma.

Tüm olan biten açık. Güçlü olan ayakta kalıyor yaşamda. Ezeli kural bu. Ve Batı yaşamı daha iyi değerlendirdiği için, daha doğru dürüst okuduğu için gücü, iktidarı elinde tutuyor. Canı istediğinde, çıkarı gerektirdiğinde haksızlık yapmaya çekinmiyor. Yüzyıllardır böyle. Güç kimdeyse kendi lehine kullanıyor. Ve güç ortaçağdaki barbar kalabalıklar değil artık. Bilim, teknoloji, sanat, güç bunlarla kazanılıyor kalabalıklarla değil. Doğunun saçma sapan inançlarla, geleneklerle geri kalmakta diretmesi de onların işine geliyor. Hatta aydınlanmadan yana olanlara karşı taraf oluyor Batı çıkarı gereği.

Müslüman halkların gidebileceği tek nokta Gazze 2025. Bugün olmazsa 20 yıl sonra, 200 yıl sonra. İslam'ın götüreceği tek yer Gazze 2025. Nihai durak Gazze 2025 Müslümanlar için. Batı'nın ya da başkalarının insafında ne kadar yaşarsanız ömrünüz o kadar işte. İster kabul edin ister etmeyin. Tablo ortada yüzyıllardır. Batı'nın izin verdiği yere kadar, işbirlikçiliğiniz kadar sağ kalsanız bile eninde sonunda Gazze 2025’i yaşayacaksınız, yaşatacaklar.

Olacaklar belli. Ortak geleceğiniz Gazze. Seçim sizin.

Ya bu "deli gömleğinden" kurtulacaksınız, ya dünya sizden kurtulacak. 

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

20 Eylül 2025 Cumartesi

Türkü sevmem...


Gençken etkilere daha açık oluyor insan. 
Hem iyisine hem kötüsüne, her şey gibi. 

Ben de sol ortamlardaki türkü övücülüğünü dinler, türkülere şans verir ama hiç sevemezdim. Bakın sevemezdim diyorum çünkü kendimi zorlardım.
  
Tarihi olaylara, duygulara, yaşanmışlıklara şahitlik etme kısmı yani sözleri ayrı tutuyorum, onların bir kısmı değerli tabii ki ama müzikal olarak bana hitap etmiyordu türkü dedikleri şarkılar. Tüm iyi niyetimle kendimi zorlamama karşın bir duygu akışı gerçekleşmiyordu. Sevdiğim şarkılara müziklere yaklaşamıyordu bile, öyle ki müzik dünyası türküden ibaret olsa herhalde müziğe ilgim olmazdı.  

Sadece yabancı müziklerden bahsetmiyorum. 
Ne Erol Evgin ne Cem Karaca ne Zülfü Livaneli şarkılarının da yanına yaklaşamazdı türküler. Evet, onlar Anadolu'yu, türkülerini övüyorlardı ama yaptıkları müziği dinleyen çoğunluk Batılı insanlardı. 
Tuhaf bir çelişkidir bu.
Olay iyidir kötüdür meselesi değil, bana göre olmamasından bahsediyorum

Tek tük sevdiğim türküler oluyordu ama onların da çoğunun Rumeli türküleri olduğunu öğrendim sonradan, fark kendini hemen belli ediyordu. 
Evet, Rumeli türkülerini seviyordum aslında ama onlar çok öne çıkarılmazdı, burada türkü derken bahsettiğim kara Anadolu'sunun türküleri. 
Hiç bana göre olmadı bunlar.    
Mesela dikkat ettiniz mi bilmem türkü barlarda Rumeli türküsü çalınması çok nadirdir zaten.
Nerden biliyorsun derseniz öncelikle soruyorum insanlara.
Ayrıca kapıdan bangır bangır yayılan müziklerde hiç Rumeli türküsüne denk gelmedim.  

Yıllar geçtikçe bunu kabullendim, çok doğal olduğunu anladım. Gençken kendimi Anadolu türkülerini sevmeye zorlamam, saf ve komik bir davranış gibi gözüktü.

Bunu halkından uzaklaşmak ya da halktan kopmak olarak yorumlayanlara sadece gülüyorum. Ben Anadolulu değilim ki onlardan kopayım ya da uzaklaşayım. Zaten bambaşka bir halkın, kültürün evladıyım ben. Benzer bir dili konuşmak benzer bir kültüre sahip olmayı gerektirmiyor. Kültürleriyle asla yaşayamayacağım, yaşamak istemeyeceğim halkların türkülerini de sevmememin ne kadar doğal olduğunu anladım yıllar sonra.

Aslında böyle düşünen insanların sayısının az olmadığını da gördüm yaşadıkça.
Ama dile getirilmiyordu. 
İşte bu dile getirilmeyenler, gün geldi, başa geldi...

Yaşamımın son yıllarında düşündüklerimi paylaşmaya kararlıyım.
Her konuda
Bu da onlardan biriydi. 

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

18 Eylül 2025 Perşembe

Son Sözü Söyleme İnadı


İnsanlarda oldum olası gözlemlediğim bir adet var. Tartışmalarda son sözü söyleme telaşı içindeler. Çırpınıyorlar bunun için. Hatta yırtınıyorlar. Hele kavgaya yürüyen bir tartışmaysa son sözü söylemek vazgeçilmez bir gereksinim, bir kırmızı çizgi haline geliyor. Şöyle okkalı bir son sözü sesini iyice yükselterek kim söylerse tüm tartışmanın da galibi o olacak zannediliyor sanki. Anlamsız bir velvele bana göre. Sen zaten kısa ve öz olarak düşünceni söylediysen, anlayan anlamıştır, anlamayan da anlamayacaktır. Kendini parçalamaya ne gerek var. Karşındakine ya da etrafındakilere hakkını savunduğunu mu göstereceksin? Elalemin de çok umurundaydı hangi tartışmada kimin son sözü söylediği. Mühim olan nedir biliyor musunuz? Fikrini, görüşünü, savunduğunu sade ve net olarak ifade etmek. Aslında her alanda böyle. Bir fikir yazısında da, değerlendirme yazısında da, makalede de, öyküde de, şiirde de. Bir bütünlük içinde sadelikten şaşmamak. Fikri yeteri kadar cümleyle aktarıp susmak. Uzatmamak gereksizce. 
ve unutmamak şu basit çıkarımı:

Son sözü söylemeye çalışanlar, ilk sözlerine güvenmeyenlerdir.

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

8 Eylül 2025 Pazartesi

Ne Olanlar Ne Ölenler Umurlarında Değil..!


Ortalık felaketten geçilmiyor. İrili ufaklı facialarla ölüyoruz durmadan. Tüm kanallarda içimiz kan ağlıyor söyleminin türevleri.  Sebep fark etmiyor. Pisi pisine ölen askerler, polisler, itfaiyeciler, kurtarmacılar, işçiler, çocuklar... Ardından TV'lerde üzgün pozlarda sunucular, konuklar. Devletin zaten umurunda değil. Orası ayrı bir dünya. Devlet paralel ülke olmuş artık TR'de. Milletin sorunlarıyla ilgilenmeye tenezzül bile etmiyorlar. Büyük projeler peşinde onlar, meşgul edilmek bile istemiyorlar ülkedeki felaketlerle. Gerekirse milletsiz bile bu devlet ayakta kalır kafasında bir delilik yaşıyorlar.   

Sokakları geziyorum. Hiç TV'lerde yansıtıldığı gibi bir durum yok. İnsanlar ya artık milli bir değersizliğimiz haline gelmiş öfkelerini etrafa saçıyor ya gezmelerine, eğlenmelerine devam ediyor. Koşturmacalar aynı. Umursamazlıklar aynı. Terbiyesizlikler aynı. Yani kimsenin umurunda falan değil sürekli tekrarlayan facialar. Kimse yasta falan değil. Uydurmayın. Artık birlik beraberlik söyleminin ikiyüzlülüğü fena halde ifşa olmuş durumda. Herkes kendi canını kurtarma derdinde. Mümkünse herkes kendi keyfinin derdinde. Güvenilecek bir kurum kalmayınca sağkalım siyaseti iktidarda. Herkes kendine. Bu millet böyle. Gerçek bu. Kültürümüzün bir parçası yok yere ölüp gitmek. Başkasının ölümü ancak sevindiriyor bizi. Neden mi? Başkasına isabet ettiği için barbarlığın şarapneli. 

İnsana bu kadar umursamaz olan millet başka ülkelere üzülür mü? Umurunda olmaz. Vitrin yapar sadece bir kaç sembol seçip Gazze gibi. Böyle bir güruh hayvanına acır mı! Nehrine yaylasına denizine kumsalına ormanına üzülür mü! Tabii ki hayır. Akşam ne yiyeceğinin derdinde kalabalıklar.

Ne olanlar ne de ölenler kimsenin umurunda değil. 

Tekrar ediyorum.
Halkın arasından sesleniyorum.
Olanları bırak
Ölenler bile kimsenin umurunda değil. 
Ne insan ne hayvan ne orman
Şehitler de buna dahil..! 

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

1 Eylül 2025 Pazartesi

Öykülerim | Kızıl Kiremitlerin Kıyısında

Uyandığında tir tir titriyordu. Pencereden sızan ışığa bakılırsa güneş doğmuştu ama sımsıkı kapalı perdeler, içeride sadece loş bir aydınlığa müsaade ediyordu. Önce yorganı üstüne çekip başını da içine sokarak ısınmaya çalıştı. Eylülün ilk haftaları yazdan kalma sıcacık bir havayla geçiyordu ama içindeki soğuk umursamıyordu bile. Kafasını tekrar dışarı çıkarıp, yüzünde şaşırmış bir ifadeyle etrafına baktı. Odada dayanılmaz bir soğuk dışında her şey normal gözüküyordu. Yaklaşık 6 aydır bu haldeydi, üşümekten başka bir his yoktu sanki hayatında. Yazın geçer belki demişti doktorlar ama ağustosun en sıcak günlerinde bile daha da kötüleşmişti içini kaplayan soğuk hissi. Kalktı, battaniyeyi sırtına alıp salona doğru yürüdü. Her şey akşam bıraktığı gibiydi. Perdeleri açıp yüzü güneye dönük, penceresinden sokağa baktı. Aşağıda insanlar toplanmıştı ve bir ambulansın ışıkları yanıp sönüyordu. Belki de insanlar yoktu, ambulanstan da emin olamadı, sonra ışıklar ve insanlar birbirine girdi. Sonra. Baş dönmesi. Soğuktan aklı ona oyunlar oynuyordu belki. Yutkundu, midesinin bulandığını hissetti. Perdeyi kapatıp açınca hepsi kayboldu, sakin bir sokak görüntüsü karşısındaydı şimdi. Kimsenin üşür gibi bir hali yoktu, şortla gezenler bile vardı. Sorunun kendisinde olduğunu hatırlattığı için hemen perdeyi bir kez daha kapatıp pencereden uzaklaştı. İnsan bir derdi başkalarının da paylaştığını gördüğünde yalnızlık hissinden kurtulur ve bencil bir sevinç duyar. Aksi halde iyice yıkılır, sorunun kişiselliği, harekete geçmesini gerektirir çünkü. Mutfağa gidip bir kahve yaptı. Hızlı hızlı içti. Sanki yapacak bir işi varmış gibi.

Aylar önce başlayan üşüme hissi bir daha ne yaparsa yapsın geçmemişti. Gitmediği hastane denemediği tedavi kalmamıştı. Sıcacık havalarda dahi montsuz paltosuz dışarı çıkamaz halde olmak ona korkunç bir sıkıntı veriyordu. Doktorlar çaresizdi. Evi ne kadar ısıtırsa ısıtsın değişen bir şey olmuyordu. Artık pes etmiş, yeni hayatına alışmaya çalışıyordu. Hiçbir şey eskisi gibi değildi. İnsanların bakışlarından bunaldığı için sokağa çıkmak gelmiyordu içinden. Kat kat giyimli halde aralarında dolaştığında onu işaret edip fısıldaşıyor, hatta bazen laf atıyorlardı kahkahalar eşliğinde. Çaresiz evine kapandı. Aklında tek bir soru vardı. Bir türlü cevaplandıramadığı tek bir soru. Soğuk, buz gibi bir soru. Neden üşüyordu?

Normalde hafıza sorunu yok gibiydi ama soğuktan öncesine dair boşluklar vardı. Ne kadar uğraşsa, sorunun kaynağına dair bir şey hatırlayamıyordu. Ailesi bu konuda bir şeyler anlatmaya çalışmış ama onlar daha söze başlar başlamaz kulakları çınlamaya başlamış ve bayılmıştı. Bir daha da konu açılmamıştı aralarında. İşitme duyusu da istemsiz olarak bu konuda konuşulmasına izin vermiyordu anlaşılan. Anne ve babası ayda bir uğrar, erzak falan getirirler, hem ona acıyan hem de sanki suçluluk duyan bakışlarla biraz oturup giderlerdi. Sanki usta bir kurgucu hayatından belli bir kısmı pürüzsüz bir şekilde kesip atmıştı. Ev hapsine dönmüş bir yaşam. Dışarıdan ihtiyacı olan her şeyi sipariş verip kapıya getirtiyordu. Arkadaşı kalmamıştı, zaten çok yoktu. Kitaplara, filmlere vermişti kendini.


Artık bu kabusu kabullenmişken, günler böyle geçip giderken, eylülün ikinci haftası gibi balkon kapısına vurulduğunu duydu. Salona gitti. Bir leylek duruyordu camın ardında. Gagasıyla kapıya vurur gibi tıklatıyordu camı. Bir misafirdi adeta. Adam ilk kez böyle bir durumla karşılaşıyordu. Tuhaf bir kıpırtı duydu içinde. Sanki kanatlanmış gibi hareketleri hızlandı. Hafta sonu bir kilo balık alıp buzdolabına koyduğunu hatırladı. Aslında deniz ürünlerini sevmezdi ve bunu neden yaptığına bir anlam verememişti. Büyülenmiş gibi dolaptan torbayı alıp ona doğru yürüdü ve balkon kapısını açtı. Balıkları bir kaba boşaltırken kuşun bacağında tuhaf bir kabartı fark etti. Dikkatle bakınca bir kağıt iliştirildiğini gördü. Kuş önce vazifesini tamamlamak istiyor ve onu bekliyor gibiydi. Bir postacı  gibi. Balıklara bile hamle yapmamıştı.  Genç adam çekinerek ama merakla kuşun bacağına sarılmış kağıdı çözmeye başladı, leylek bunu bekler gibi kıpırdamadan duruyordu, kağıdı alıp kapıyı kapatırken kuş balıkları yemeye başlamıştı bile. Sanki görevini tamamladığına kanaat getirmiş gibi. Soğukların başladığı sabahtan beri hiç bu kadar heyecanlandığını hissetmemişti genç adam.  Birisi yaşadığını hatırlatmış gibiydi. Soğuk hissizlik duvarı yıkılmıştı nihayet. Rulo halindeki kağıdı açtı ve gözleri yazının üzerinde gezdikçe büyüdü.

Kısacık bir mesajdı. Okuduktan sonra masanın üzerine bıraktı. Önce kışlık şapkasını çıkardı ve atkısını çözdü. Sonra evde üzerinden eksik etmediği kürklü montunun fermuarını açtı, çıkarıp koltuğun üzerine koydu. Hava alabildiğine serindi o gece ama sıcak havalarda bile kat kat giyinen adam soyunmaya devam etti. Çırılçıplak kalana kadar büyük bir huzur içinde soyundu. Artık titremiyordu. Üşümüyordu. Soğuktan eser yoktu. Kapıyı açtı. 7 katlı apartmanın en üst katındaydı dairesi, çatıya giden yıkılacak gibi merdivenleri tırmandı. Rahat adımlarla kiremitlerin üzerinde yürüyerek en uçtaki bacanın yanına gitti. Her tarafta çok eskiden kalma söndürülmüş sigara izmaritleri vardı. Artık her şeyi hatırlıyordu. O buz gibi Mart gecesi birkaç dakika öncesi kadar, sevdiğinin kokusunu duyabileceği kadar yakındı ona. 

Genç kız akşamları çatıya çıkıp baharda gelen leyleği beslemeyi çok severdi. Sonra da sigarasını yakar, genç adama sarılıp önlerinde uzanan şehri işaret ederek hayallerinden bahsederdi. Bir gün çatıda kanadı incinmiş bir leylek buldular. Kız onu kendine benzetmiş, tedavi ettirmiş, birkaç hafta baktıktan sonra serbest bırakmış, fakat uçurmadan önce leyleğin ayağına bir kağıt bağlamıştı. Defalarca sorsa da ne yazdığını ona söylememişti kız. Hemen ardından kar atıştıran o buz gibi gece. Son akşamları. Aileleri bir türlü birlikteliklerine izin vermeyince, ayrılmaktansa beraber intihar etmeye karar verdikleri, kendilerini uçurum gibi bir ümitsizliğe bırakıverecekleri o uğursuz gece. Toplumun yaşam şansı vermediği medeni azınlıktan iki gencin kara ve karlı son gecesi. Tam el ele atlayacakken genç adam son anda ne olduysa vazgeçmiş, ama sevgilisi kendini aşağıya bırakırken yaptığı hamle onu kurtarmaya yetmemişti. Sonrası malum. Ayrılık ve ansızın beliren amansız bir soğuk ile kısmi hafıza ve işitme kaybı.

Genç adam gözünden akan yaşlara karşın buruk bir mutluluk hissediyordu sanki. Sözünü geç de olsa tutmanın verdiği bir gönül rahatlığı belki. Ne çok sağlam ne de çok kaypak durmayan eğreti kızıl kiremitlerin yerini boşluğa bıraktığı son noktaya kadar yürüdü. Notta yazan kısacık cümleyi kısık sesle tekrarladı: “Madem aşağıya gelmedin, yukarıda bekleyeceğim”.

Kızcağız onları ayıranın, anlaşmayı bozanın, er ya da geç en çok sevdiği insanın ta kendisi olacağını anlamıştı demek ki. Kim bilir, belki de bu kararı almasına da, uğruna ailesini okulunu terk ettiği sevgilisine karşı için için duyduğu bu büyük hayal kırıklığı sebep olmuştu. Çatının kıyısına doğru yaklaştıkça genç adamın içini sıcacık hisler kaplıyordu. Kalbi deli gibi atıyor, içi ısındıkça ısınıyordu. Gözlerinden yaşlar süzülmüyor çağlıyordu adeta. Kanı ihaneti ortaya çıkmış bir hain gibi, kaçacak bir yer arar gibi, vücudunda dört dönüyordu. Evinde yaptığı gibi yüzünü güneye döndü ve kızıl kiremitlerin kıyısında, uçmaya hazırlanan göçmen kuşlar gibi kollarını iki yana açtı. Aşağıya doğru kararlı ama gergin bir adım attı. Boşluk için bu kadarı yeterliydi, ikinci adımı söke söke kendisi aldı.

Gecenin içinde bir kanat sesi duyuldu. Sürüsünün gerisinde kalmış bir kuş, geç de olsa, görevini yerine getirmiş olmanın rahatlığıyla, karanlık şehrin üstünde, ait olduğunu hissettiği adresi bilinmez bir yerlere doğru kanat çırpıyordu, yaşam sevinciyle. 

Yazan: L. Kızıltoprak



Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

26 Ağustos 2025 Salı

Kürtle de Arapla da kardeş falan değilim


Kısa olacak çünkü uzatılacak bir yanı yok. 
Türklerin bile çoğuna mesafeliyken,
Kürtle de Arapla da kardeş falan değilim.
Kendi sülaleniz adına konuşun.

Bir ülkede herkes adil bir hukuk önünde eşit olmalı. 
Ötesi hamasettir.
Kendi ailenizi bağlar.

Tek aidiyetim doğaya, uygar dünyaya ve Türkiye'nin asil azınlığınadır.

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

24 Ağustos 2025 Pazar

Halimiz patates, ahlakımız malı götürmek..!

"The Potato Eaters" (De Aardappeleters) - Vincent van Gogh (1885)

Özellikle siyasetçilerde ama gazetecisinden televizyoncusuna edebiyatçısından düşünürüne büyük çoğunlukta gözlemlediğim bir davranış var. Halkı kutsamak. Halkı yalandan kutsamak aslında. Oy icabı. Hükümet beceriksiz ya da kötü niyetli, devleti de ele geçirmiş, halkımız buna bir çare bulacakmış. Halkımıza güveniyorlarmış. Bu halk yapılan zalimlikleri görüyormuş. Halkın tokadı geliyormuş falan filan. Baştan aşağı yanlış bir tespit. Züğürt tesellisi bir nevi. 20 seneyi geçti bu halk değil miydi bunları tepemize çıkaran?  
 
Geçenlerde bir habere rastladım. 2025 yazında Amasyalı bir çiftçi, tüccar düşük fiyat verdiği için protesto olarak 8 ton patatesini kent meydanında dağıtıyor. 8 ton patates 8 dakikada bedavaya gidiyor kapış kapış. İnsanlar gelip çuval çuval götürüyor.

Herkes "işte ekonominin geldiği nokta". "Memleketi bitirdiler" falan diyor, tamam da teşhisi doğru koymak lazım. Bunlar olmasaydı başkası eninde sonunda bitirecekti zaten çünkü halk doğuruyor bu canavarların hepsini. Bu halkın kültürü hayat veriyor yaşanan tüm zalimliklere ve bu zehirli atmosfere. 

Habere dönelim. Farklı bir açıdan bakalım. Yahu o kadar insan gelip kent meydanında patatesleri götürüyor. Bildiğin sırtlayıp götürüyorlar. Ama kimse de düşünmüyor, adamın bir çuval patatesini alıyoruz, paramız olduğu kadar bir şeyler bırakalım, hiç değilse o da daha az mağdur olsun. Yok. Herkes "malı götürmenin" peşinde. Hedefe kilitlenmişler, gözleri başka hiçbir şeyi görmez olmuş. Kim bunlar? Halkımız. Coğrafya neresi? Anadolu. Aziz Anadolu.

Hiç paran yoktur, tamam, olabilir, ama bu kadar insan bir çuval patates için bir kilo patates parası da mı veremiyordu. Belki adam cinnet geçirdi ürününü dağıtıyor, belki ailesine kızdı, belki bankaya kızdı. Düşünürsün değil mi? Belki pişman olacak sonra. Bu kadar patates alıyorum, hiç değilse biraz olsun karşılığını vereyim diye düşünen niye yok. Kapanın elinde kalıyor batan geminin malları ya. Bir çeşit yağma. Bir tekme de onlar vuruyor. İşin gerçeği bu. İnsanımız bu. Halk bu. Anadolu bu. 

Alternatif bir senaryo yazalım. Çiftçimiz tüccarın aç gözlülüğüne de devletin plansızlığına da tepki olarak patatesini bedava sattığında halk makul bir bedelle bu patatesleri almış olsa bundan sonra tüccarlar da devlet de bundan bir ders çıkarabilirdi. Halk da aracısız daha ucuza patates yemiş olurdu. Oysa bu manzaradan sonra tüm çiftçilerde malını ücretsiz dağıtma korkusu büyümüş oldu. Belki "halka düşmek" diye bir tabir peydahlandı hatta. 

İktidar yanlısı medya haberini zaten yapmaz, siyasetçilere sorulursa da şov yapmış der geçerler. Muhalif medya ekonominin berbat haline örnek gösterir, halkımızı ne hale getirdiler diye anlatır. Oysa bu olay esas toplumun ne halde olduğunu gösteriyor bence. Halkın ahlakını gösteren bir durum bu. Çok net gösteriyor hem de. Aynı zamanda halkın adalet anlayışını da ortaya koyuyor. Düşene vur adaleti bu. 

Tepedekilerde kasa kasa dolar
Diptekilere düşen sadece patates, çuval çuval
Ama kültürel doku aynı.

Aşağıdakiler yukarıdakiler
Yok birbirlerinden çok bir farkları
İşte bunu görmeden, bunun üzerine gitmeden iflah olmayız biz.
Böyle halka böyle devlet. 
Denklem bu kadar basit. 
Bugün ak olur yarın pak. 

TR'de hedeflenmesi gereken halkın iktidarı değil, halka rağmen halkı düşünecek olan asil azınlığın iktidarıdır. 
Ülkenin yetişmiş insanlarını alanlarında söz sahibi yapmak olmalıdır amaç.
Kalabalıkların disiplinli bir yaşama zorlanması olmalı hedef. Hukukun net çizgilerle çizdiği bir disiplin.  
Önce yurdunu, insanını düşünerek çalışan bir anlayışın iyi niyetli ve namuslu idaresine ihtiyacımız var. 

Ha siz sürekli halka bırakırsanız,
Bu halk her şeyin en doğrusunu bilir çok şükür falan diye popülizmin dibine vurursanız:

Üçüncü sınıf taşra siyasetçilerinin cazgırlıklarıyla geçer gider ömürler, yitip gider yeni nesiller. Ortada ne memleket kalır, ne de tek bir insani değer.
 
Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

16 Ağustos 2025 Cumartesi

"Memento Mori" ve "Vanitas Vanitatum"

Arnold Böcklin "Death Playing the Fiddle"

Bir anne kedi ikinci göbek çocukları karnında geldi evde doğurdu. Daha bir öncekileri bırakmamıştım. Yine 3 tane çocuk. Aslında dört taneydi ama biri ölü doğdu. Kenara ayırdım gözünü açamadan göçüp giden bebeği. Bir gün unutmuşum evde. Belki de unutmak istedim. İkinci gün torbayı açınca kurtlanmış bedeniyle karşılaştım. Hayata gözlerini açamadan kurtçukların içine kurulduğu bir minik cansız beden. Ötesi var mı? Her şey bu kadar işte. Memento Mori. 

Yırtmışım sizin havanızı da cakanızı da bre insanlar!
Kurtçuklarını bekleyen bedenleriz işte, hepsi o kadar..! 

Yaşam ne kadar kırılgan. Ve acımasız. Bana göre en azından. Yoksa kendi içinde bir devasa ilişkisi var her şeyin. Dönüşüp duran madde. Yaşam ve ölüm. İnsanın hayatı hikayeleştirerek çıldırmak yerine kaybolmayı seçmesi. Anlaşılabilir. Bazen din bazen şiir. Anlam arayışları. Ölümün de ölümsüzlüğün de çekilmez ağırlığı.  

Ölümü unutmamak. 
kendini bilmek aslında.
Her şeyi bilemeyeceğini bilmek. Kabullenmek. 
Hayatın kırılganlığını hissetmesi lazım insanın.
Kendi kırılganlığını. 
Cevapsızlıklar. Çaresizlikler. Acizlikler
Evet, hayatın geçiciliğini hissetmek lazım. 
Oysa her şeyi çözmüş gibi kalabalıklar 
Burada tanımlanmış makbul insanı gerçekleştirmek.
Öbür dünyada da cennetler hazır. 
Oldu da bitti maşallah.
Yazlık kışlık yapmış insan rahatlığı.

Yaşamak ölmüş, hayattan saklanırken bunlar.
Şu sokaktaki insanlara bakın, nasıl da zavallılar. 
Her an bir beyin kanaması geçirip toprağın altında böcek yuvası olabileceklerini bilmiyor gibi bir kibir. 
Malıyla makamıyla güzelliğiyle gösterişiyle övünen, övülmek için çabalayan zavallılar
Hayata gözlerini açamadan minnacık bedeni kurtçuk yuvası olmuş bir kedi bebeği
Unutamamak bazı sahneleri. Hafızanın laneti mi?

Hissettiklerim, fikirlerim ve yeteneklerim
sadece bunlardan ibaretim
Devasa bir boşluk gerisi, içine doğduğum
Daralttıkça daraltırken bizi, "vanitas vanitatum"

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

2 Ağustos 2025 Cumartesi

Türkiye'nin Asil Azınlığı: Mehveş Dolay

"La Strada Entra Nella Casa" (The Street Enters the House) Umberto Boccioni

Geçenlerde yazlık bir yerde balkondayım. Herkes akşam yemeğini balkonda yiyor. Bahsettiğim insanların çoğu da yaşını başını almış, emekli tipler. Ülkenin nispeten uygar sayılan kesimi. Genç çok az. Yahu nasıl bir gürültü çıkarıyorlar inanamazsınız! Bağıra çağıra saçma sapan şeyler söyleyenler, çat! çut! tabak çanak sesleri… abuk sabuk televizyon programlarından yükselen bağrışmalar, müzik dedikleri anlamsız bağırtılar ya da ucuz ritimler, telefonda bağıra bağıra konuşmalar, plastik sandalyelerin ikide bir daaaart! diye çekilmelerini saymıyorum bile. Ben karşımdaki insanın ne dediğini duymakta zorlanıyordum, o derece! Bir şey çalışmak mümkün değil. Balkonda yüzünü okşayacak bir esintinin tadını çıkartmak falan imkansız.  Gece ilerleyen saatlere kadar azalıp çoğalarak devam etti milletin balkon keyfi. Benim açımdan gürültü bombardımanı oldu. Sığınacak yer aradım, bir süre sonra kulaklıklarıma kaçtım. Bu sefer de yanındakilere ayıp oluyor. Pencereyi kapıyı kapatsan sıcak bunaltıyor. Yine sıkışmışlık hissi. Yine kaçacak bir yer aramak zorunda kalış. Eğlence ve keyif anlayışımızın acınacak seviyelerde olduğunu çok sık gözlemliyorum. İlkel toplum derken o kadar çok örneği var ki. Her yaş için böyle. Al gencini vur yaşlısına. Bu halkın yaşatmayan bir yaşam kültürü var. Büyük zalimlikleri bırak gündelik hayatı bile korku filmi gibi. Düşünmeye fırsat vermiyor, her anı gürültüye boğuyor.  

Niye hala buradayım ben? 

Çok sevdiğim bir şarkı geliyor aklıma.

"Kaçsam bırakıp"

Türkçe'ye yakın olmak istememin de bir payı olmalı mutlaka, mecburiyetler yanında.

***

Mehveş Dolay.

İzmirli bir öğretmen. Müzik öğretmeni. Aynı zamanda bestekar. 

En sevdiğim Türk şarkılarından biri ona ait. 

"Kaçsam bırakıp, yollara gitsem"

Hakkında fazla bilgi bulmak da mümkün değil. 

Yeğeni Ekin Duru'nun 2022'de yazdığına göre 1899 doğumlu. Kendi sözleriyle aktarıyorum teyzesiyle ilgili verdiği bilgilerden bir kısmını, aşağıda kaynağı vererek:

"Türkiye’deki ilk kadın ilkokul müfettişi olarak yıllarca İzmir’in çevresindeki tüm dağ ve bayırları dolaşarak köy okullarını teftiş etti. Eğitimde kum havuzlarından yararlanarak coğrafya derslerine, rondolar yazıp besteleyerek müzik derslerine hayat verdi. Çok güzel ut çalardı. Yukarıdaki eserini 20-25 yaşlarında yapıyor. Columbia Plak Şirketinde kaydettiriyor. Beste ilk kez Deniz Kızı Eftalya tarafından plağa okunuyor. Besteci olarak plakta bir erkek ismi kullanıyor, zira o dönemde bir kadının bestekar olması söz konusu değil. Daha sonra Önder Focan ve Ümit Yazıcı asıl bestekarın Mehveş Dolay olduğunu doğruluyorlar. Bunun dışında 60 kadar bestesi olduğu sanılıyor ama hiçbiri gün ışığına çıkamadı. Söylediğine göre bunları kaydettiği defteri bir öğretmen arkadaşına vermiş ve o defter bir daha kendisine geri dönmemiş.

"Annem ve babam ben 4,5 yaşındayken boşandılar ve annem benimle birlikte teyzemin Ankara Saman Pazarındaki evine geldi. Boşanma davası sürerken teyzem soğuk kış günlerinde örtünmem için kendi kürkünü bozdurup battaniye yaptırmış. O battaniyeyi uzun yıllar kullandım.

Hayatını mesleğine ve sokak hayvanlarına adadı ve hiç evlenmedi. Evimiz hasta ve sakat kedi ve köpeklerle dolup taştı. “Hayvanlar insanlardan çok daha sadık” derdi. 1976 yılında 77 yaşındayken vefat etti."

Yeğeninin cümleleriyle bu harika şarkının bestecisi güftecisi kadın.

Mehveş Dolay.

Açık açık yazıp konuşunca tepki çekiyorsun:

"Asil Azınlık dediğin kimler? Amacın nedir, söyle!"

"Ermeni misin? Yahudi misin? Rus musun? Gavurdan dönme..!"

Oysa Türkiye'nin asil azınlığı tam da budur işte.

Köylüsü, kentlisi, akademisyeni, zengini, devletlisi, dinlisi, dinsizi değil.

Bahsettiğim insanların alışılan kıstaslarla tanınmaları mümkün değil.

Mehveş Dolay.

Dağ bayır köy okullarını gezen bir öğretmen. 

Bir yandan da harika bestelere imza atıyor.

Yetmiyor, sokak hayvanlarına adıyor ömrünü. 

İşte "asil azınlık" budur Türkiye'de.

Bize en çok lazım olan ama soyunu tüketmek için yapmadığımız kalmayan insanlar. 

Her türlü eziyetin reva görüldüğü gerçek değerlerimiz.

Türk kültürünün ulu çınarları.

Dünya kültür mirasına katkı yapabilecek yetenekli, vicdanlı kıymetlerimiz.

Kovaladığınız, yaftaladığınız, yağmaladığınız insanlarımız.

Kadın, erkek, genç, yaşlı, zengin, fakir...

Din, ırk, siyaset ya da şehir  

geçiniz bu kıytırık kriterleri. 

Asil azınlık Mehveş Dolay gibi insanlardır. 

Cumhuriyetin, Atatürk cumhuriyetinin temel direkleridir bu insanlar.

Ne CHP, ne devlet, ne halk, ne hükümet, ne asker, ne polis, ne akademi.

1923 Türk devriminin sadık evlatları bu insanlardır. 

Tek bir şarkı 

ama etrafta duyduğumuz gürültülerin hepsine bedel.

Tek bir insan

ama gürültücü kalabalığın binlercesine bedel!

Mehveş Dolay.

Türkiye'nin asil azınlığı.

Onca gürültüyü kafamdan söküp atan yine bir Türk şarkısı.

Sizi bilmem ama ben bu şarkıyı dinlerken bir sevgiliyi değil, daha farklı şeyleri düşünüyorum. 

Kızıltoprağı mesela. Kalamış'ı. Kadıköy'ü. İstanbul'u. Cumhuriyeti. Kayıplarımı. Belki de kayıplarımızı.

Sahibinin mezarında bekleyen bir köpeğe benzetiyorum bazen kendimi. 

"Kaçsam bırakıp..."

Genç olsam bırakırdım

bıraktım da

ama belli bir yaştan sonra

aynı değil her şey

Bazen düşünürüm

Bir noktadan sonra

İhtiyacın olan yerde olmak mı?

yoksa

İhtiyacı olan yerde kalmak mı?

işte bütün mesele

belki de...


***

“Kaçsam bırakıp, senden uzak yollara gitsem.
Kalbim yanıyor, ismini her kimden işitsem.
Derdimle ufuklarda sönen güneş gibi bitsem.
Kalbim yanıyor, ismini her kimden işitsem.

Gönlüm o kadar aşkınla yanmış ki ezelden,
Bir lahza unutmak seni bak gelmiyor elden.
N’olurdu ölüm zehrini içseydim ezelden.
Kalbim yanıyor, ismini her kimden işitsem.”

Kaynaklar:

https://fethiyedays.com/bilinmeyen-bir-besteci-mehves-dolay/

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

30 Temmuz 2025 Çarşamba

"Küçük Ev" Dizisi: Caroline Ingalls ve İdeal Kadın



Çocukken kaçırmadan seyrettiğim dizilerden biri de Küçük Ev’di. “Little House on the Prairie”. Pazar günleri öğleden önce TRT gösterirdi, büyük aksiyonlu maceralar olmamasına karşın çok sever başından kalkamazdım. Yıllar sonra internet imkanlarıyla edindim, hala özledikçe seyrettiğim bir dizi olarak bana arkadaşlık etmeye devam ediyor.

19yy'da Amerikan kırsalında yaşayan üç kız çocuğa sahip bir ailenin hayatı, kasaba sakinleriyle iletişimi ve yaşadıkları zorluklar ve sorunlar anlatılırdı. Aile dizisi denilebilir. Michael Landon baba rolünde hem senaristliği, yönetmenliği, yapımcılığıyla, hem de oynadığı karakterle harikalar yaratırken, anne rolündeki Karen Grassle’ın oynadığı Caroline Ingalls’a daha farklı bir hayranlığım vardı. Çok güzel bir kadın olduğuna şüphe yoktu ama benim hayranlığım başka özelliklerine yönelikti. Mesela güler yüzlü çok kadın gördüm ama bazılarınınki başka oluyor, daha içten daha doğal, en ufak bir terslikte kaybolmayan, makyaj gibi akıp gitmeyen, dayanıklı, kalıcı, katkısız, daha içten bir güler yüz.

Caroline Ingalls’ı tarif ederken “duruluk” mutlaka ihtiyaç duyacağınız bir başka kelime. Güzelliğinden nezaketine, güler yüzünden giyimine, tavırlarına, yürüyüşüne bu kadar duru bir kadına rastlamak o kadar zordur ki. Hele günümüzde, hele TR’de.

Üstelik baştan aşağı asaletti kadın. Ama saraylarda oradan oraya dolaşıp duran, ünvanlarla ya da ihtişamla ayakta durabilen kurumlu ve kupkuru bir asalet değildi onunki. Tertemiz ve tabii bir asaleti vardı kadının her halinin. Yemek yaparken de örgüsünü örerken de hissettirirdi ekranın ötesine. Üstelik yaşadıkları o küçücük kütük evin içinde hiçbir çaba sarf etmeden bile asaletini görmemek imkansızdı. Sentetik değil genetik bir asaletti onunkisi. Her şeyden bağımsız olarak insanın kalitesi aidiyetlerinden değil asaletinden geliyor ki onun da çoğu genetik, bazı şeyler sonradan olmuyor, olamıyor. Satın alınamıyor.

Tırnak içinde “Klasik bir kadının” zirvesi olarak da bakılabilir Caroline Ingalls’a çünkü bakış açıları genelde topluma çok aykırı olmayan klasik, dindar, yer yer muhafazakar ama adaletli, anaç bir duruşa sahipti. Ara sıra sinirlendirdiklerinde bile zarafetini kaybetmez, ama çocuksu bir öfkeyle kızgınlığını kibar kibar belli etmekten de geri durmazdı.


Gençken seksi kadınlara daha çok ilgi gösteriyor insan. Kabul edelim. Göğüsler, kalçalar, bacaklar uçuşuyor gözlerde ama dediğim gibi Caroline Ingalls cinselliğin ötesinde gezinen bir kadın oldu hep benim zihnimde.

Bir anne, bir eş, hatta bir arkadaş. Yaşamınızda her halinin olmasını isteyeceğiniz bir kadın modeliydi Caroline Ingalls. Tanrıça statüsündeydi benim için.

Sıcacık bir gülümseme, tepeden tırnağa anlayış, sarsılmaz bir sadakat, sevecen bir ses, çalışkanlık, gülen gözler, güvenli bir liman, aile, bulunmaz bir anne ve eş modeli, dupduru bir güzellik ve bir kadına en çok yakışan şefkatle dolup taşan bir karakter, kelimenin tam anlamıyla bir hanımefendi. Biraz masalsı bir duruşu da var, ya da bana öyle geldi hep, kabul ediyorum, ama insanın hoşuna gidiyor. Üzerimdeki etkisi hiç kaybolmadı. 

Kadın, bir erkek için mucizevi bir varlık.                        

Yığınla kalitesiz kadını, hatta karı diyelim bunlara, bu karıları bir kenara süpürürsek, biraz önce bahsettiklerim bağlamında kaliteli bir kadın insanı farklı bir seviyeye çıkartabiliyor. Başka hiçbir şekilde tadamayacağınız hisleri tattırabiliyor, ulaşamayacağınız yerlere ulaştırabiliyor, yükseltiyor. Ama bir yandan da korkunç bir ömür törpüsü çünkü en ufak bir incinmeden bile esirgemek için kendini yiyip bitiriyor insan ve bu da kendi hedeflerinden kendi seçimlerinden kendi hayatından yolundan uzaklaştırabiliyor seni. Yürürken adım attığı yolu bile bir şeye takılmasın diye kontrol ederken bulabiliyorsun kendini. Çok sevilen her şey için geçerli aslında bu durum. Delirtici hale geliyor bazen, en azından benim gibiler için. Belki de ben duygu ve düşünce hayatımda aşırılarda gezdiğim için böyle hissediyorum çünkü genelde insanlar halinden memnun gibi. Bu açıdan bakıldığında sevdiğin bir kadınla hayatını birleştirmenin ideallerine zararı mı faydası mı daha fazla olur sorusu akla geliyor? Sabit bir cevabı olamayacak sorulardan. İnsanına, ilişkisine, şartlarına göre değişir sanırım. Ama kendinizi de çevrenizi de çok daha iyi tanımanızı sağladığı kesin. Yani yaşanması gereken tecrübelerden biri olduğu ortada.

Nereden aklıma geldi Caroline Ingalls hakkında konuşmak, aslında durup dururken bir şeylerin aklıma gelmesi yeterli bir sebep ama başka bir nedeni daha var. Küçük Ev dizisinde oynayanların yazdığı hatıratlar vardır, Melissa Gilbert, Melissa Anderson, okul öğretmenini oynayan Charlotte Stewart hatta kötü yürekli kız Alison Arngrim’in hatıralarına, 2021 yılında Karen Grassle’ın yazdığı Bright Lights, Prairie Dust kitabı da katılmış. Yeni haberim olup da okumaya başlayınca, zihnimde yaşattığım büyüttüğüm Caroline Ingalls karakteriyle ilgili birkaç kelime etmek geldi içimden.

Bunca yıl sonra bile, "böyle insanlar da var" diyerek koştuğum bir sığınak Caroline Ingalls. Modern çağlar ne getirirse getirsin, yerel ya da küresel yozluklar hayatı ne kadar kirletirse kirletsin, ömrümün sonuna kadar saygı ve sevgiyle hatırlayacağım Caroline Ingalls, zihnime kazınmış ilk ideal kadın profili olabilir belki de.            

Karen Grassle’ın “Bright Lights Prairie Dust” kitabını, tırnak içinde o “Küçük Ev”de, ocağın başında, anlattıklarını dinleyen bir çocuk gibi okuyacağımı hissediyorum diyerek denemeler serisinde hayal dünyamın ulu çınarlarından, Tanrıçalarından birine yer verdiğim bu yazıya da son noktayı koyalım. 

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...