30 Eylül 2025 Salı

İhtişamla İtibar Olmaz


İtibar nedir konuşuyorlar.
İtimattır en güvenilmez ortamda.
İstidattır en çorak kültürlü topraklarda.
Feragattır sevdiklerin uğruna, adalet adına.

İhtişamla itibar olmaz, 
ihtimam lazım.
İnsanına, tabiatına, yaşama, sanata, akla, vicdana.
hatta inancına.

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

26 Eylül 2025 Cuma

Kaliopi ve "Crno i Belo" | Bir Makedon Şarkısı


Црно и бело е сè
Добро и лошо ништо не ги дели

Kaliopi (Калиопи Букле). 1966 doğumlu bir Makedon kadın şarkıcı. Wiki'den baktım, 80lerde hem Makedonya'da hem Yugoslavya'da müzikal başarıları varmış.
Црно и бело diye bir şarkısı ilgimi çekti. "Sırno i belo" diye okunuyor. Siyah ve beyaz demek. Sözleri Kaliopi yazmış. Romeo Grill bestesi. Eski eşi ve grup arkadaşıymış. İkisi de ilk kez duyduğum isimler. Kaliopi bu parçayla Azerbaycan'daki 2012 yılı Eurovision şarkı yarışmasında 13. olmuş.

Ајде сега гушни ме, до небо дигни ме

Ara sıra yeni şarkılar, müzikler keşfetmeyi severim. Bu arayışlardan birinde denk geldim. Sırp şarkı yarışmasında bir kız söylerken duydum ilk kez, hoşuma gitti. Aslı nasılmış diye bakınca tanışmış olduk. Son birkaç ayda yüz kereden fazla dinlemişimdir. Buraya da not düşmek istedim. 
Muhtemelen duygu dünyamın notalara aktarılmış bir hali. 
İlk bir dakika lirik, duygusal bir tonda, sonra sertleşiyor.
Ses çatallanıyor, çığlıklaşıyor, öfkeleniyor, elektro gitar devreye giriyor. Yaylılar bile bu müzikal haykırışa ayak uyduruyor.
Ve şiddetli bir isyanın ardından son 30 saniyede yine duygusal bir tonda sona eriyor. 

Црно и бело е сè
Една вистина и една лага

Kaliopi'nin diğer şarkılarına da bir göz attım. Hiçbiri bu parça gibi etkili olmadı. 
Çoğu kısmını ezberledim dinleye dinleye. Özellikle bir şeyler düşünürken açıp dinlediğimde coşkulu fikirlerin önünü açan bir etkisi var üzerimde. Kısacası son müzikal aşkım diyebilirim bu şarkıya.

Neyin kimi ne kadar etkileyeceği hiç belli olmaz. Artık takip bile etmediğim Eurovision'a 2012'de Makedonya'dan katılıp 13. olan şarkı, insana defalarca dinlenecek bir ilham kaynağı, bir "duygu arkadaşı" olabiliyor.  

Не се предавам до крај
Нема раѓање без паѓање



Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

24 Eylül 2025 Çarşamba

Gazze 2025: İslam İçin Sonun Başlangıcı

Gazze'de 2025'te olanları izliyorsunuz. Ayakta bina bırakılmadı. On binlerce ölü. Açlık ve gözyaşı. Zalimce bir saldırı. Bir yıkıntılar yığını. Taş üstünde taş bırakılmamış bir katliam alanı. Tabii bu yıkımın sadece binalar üzerindeki etkisi. En görünür hali. Silkelenip, sindirilip, silinip gönderilen bir halk var işin özünde. Hatalarından bağımsız olarak zulme uğrayan bir halk. 

Siz bölgesel bir trajedi olarak bakabilirsiniz. Ama İslamiyet'in gözler önünde canlı yayınlar eşliğinde çöküşü bu aslında. Tam olarak öyle. Her zaman olduğu gibi yanlış okuyorsunuz olan biteni. Müslümanların asla saygı duymadıkları ama işlerine geldiği için dillerinden düşürmedikleri insan haklarına, demokrasiye ve hukuka Batı da uymadığında ne kadar aciz kaldıklarının net resmidir Gazze 2025. Bitik bir kültürün yitik insanlarının içler acısı manzarasıdır. Geleceğin fragmanıdır. 

Kalleş İsrail! Kahrolası Yahudiler! diye sloganlar atmak en kolayı TR'de. Müslümanların alıştırıldığı da bu. Ben farklı düşünüyorum, evet Yahudi hükümet suçlu, halk da bu suça dolaylı yoldan ortak ama Esas suçlu Müslümanlar. Neden? Yüzyıllardır yaşama sırtını dönmüş bir topluluk Müslümanlar. Yaşamı reddeden bir kültürün ayakta kalması mümkün mü?  Bugün İsrail olur yarın başkası. Yaşamın daha fazla hakkını veren halklara karşı aciz kalması mukadder mevcut İslam kültürünün. Ne bilim ne sanat ne üretim ekonomisi ne eğitim ne estetik ne mimari ne insan hakları ne adalet. Tam bir putperestlik halini yaşayıp yaşatıyorlar Müslümanlar. Kendi hayali dünyalarında yaşamı boşa harcıyorlar, aksi düşünenleri yaşatmamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu duruma rağmen bir de üstüne kendilerini dünyanın gerçek sahibi, diğer tüm insanları kafir yani düşman, temizlenmesi gereken zararlı ot  olarak gören bir kültür mevcut İslamiyet'in genelinde. Bugün İsrail’in yaptığını gücü olsa Allahu Ekber nidaları eşliğinde aynen yapmaktan çekinmez Müslüman kalabalıklar. Zamanında çok yaptılar hala da yapıyorlar fırsat olduğunda. Zaten İsrail’in şahin kanadında da benzer bir dincilik hakim ama onlar derslerini almış, bu dünyada da yapmaları gerekenleri öğrenmişler hiç değilse. Yoksa bir farkı yok dinciliğin Musevilik olsun, Hristiyanlık olsun, Müslümanlık olsun. Eski çağların barbarizminden günümüze ulaşmış deli saçması bir kültürün adam yerine konmadıkça öfke nöbetleri geçirmesinden başka bir şey değil pek çok dinci tepkisi. Evet, Müslüman ülkelerin refleksleri de bu aslında çoğunlukla. Neyinize saygı duysunlar sizin! Bütün kadınlar fahişe bütün Müslüman olmayan erkekler düşman. Saldırganlıktan ibaret bir kültür. Biraz güçlü olsalar yapmayacakları düşmanlık yok. Tarihleri ortada.

Bu delilikten kendini sıyırabilenler için bireysel bir kurtuluş olabilir ama kitleler için böyle bir ihtimal yok çünkü çoklaştıkça yobazlaşan bir kültür var karşımızda. 

Efendim gerçek İslam bu değil palavralarını bir kenara bırakalım artık. Yüzyıllardır gösterseydiniz gerçeğini. Toplumda nasıl görüyorsam benim için odur. Baştan aşağı cehalet. İslam'ın savunulacak tarafı yok. Kendi kendini bitirmiş, geçmişten ibaret geleceksiz bir kültür var karşımızda. Aksi doğruysa yüzyıllardır niye gerçekleşmedi? Etkisizleştikçe durmadan başkalarını suçlayıp mağdura yatmaya çalışan ama kendileri yaşama sırtını dönmüş bir yığının sonu da işte böyle yıkıntılar arasında oluyor. Sen sürekli yerinde sayar hatta geri gitmeye çalışırsan, ilerleyen birileri mutlaka seni oyun dışı bırakır eninde sonunda. Sana da mağduriyet nutukları atmak düşer bu acıklı tabloda.

Gazze'deki yıkıntılar İslam'ın yıkıntı halidir aslında.

Bu perişanlık İslam’ın perişanlığıdır, aldanma.

Tüm olan biten açık. Güçlü olan ayakta kalıyor yaşamda. Ezeli kural bu. Ve Batı yaşamı daha iyi değerlendirdiği için, daha doğru dürüst okuduğu için gücü, iktidarı elinde tutuyor. Canı istediğinde, çıkarı gerektirdiğinde haksızlık yapmaya çekinmiyor. Yüzyıllardır böyle. Güç kimdeyse kendi lehine kullanıyor. Ve güç ortaçağdaki barbar kalabalıklar değil artık. Bilim, teknoloji, sanat, güç bunlarla kazanılıyor kalabalıklarla değil. Doğunun saçma sapan inançlarla, geleneklerle geri kalmakta diretmesi de onların işine geliyor. Hatta aydınlanmadan yana olanlara karşı taraf oluyor Batı çıkarı gereği.

Müslüman halkların gidebileceği tek nokta Gazze 2025. Bugün olmazsa 20 yıl sonra, 200 yıl sonra. İslam'ın götüreceği tek yer Gazze 2025. Nihai durak Gazze 2025 Müslümanlar için. Batı'nın ya da başkalarının insafında ne kadar yaşarsanız ömrünüz o kadar işte. İster kabul edin ister etmeyin. Tablo ortada yüzyıllardır. Batı'nın izin verdiği yere kadar, işbirlikçiliğiniz kadar sağ kalsanız bile eninde sonunda Gazze 2025’i yaşayacaksınız, yaşatacaklar.

Olacaklar belli. Ortak geleceğiniz Gazze. Seçim sizin.

Ya bu "deli gömleğinden" kurtulacaksınız, ya dünya sizden kurtulacak. 

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

20 Eylül 2025 Cumartesi

Türkü sevmem...


Gençken etkilere daha açık oluyor insan. 
Hem iyisine hem kötüsüne, her şey gibi. 

Ben de sol ortamlardaki türkü övücülüğünü dinler, türkülere şans verir ama hiç sevemezdim. Bakın sevemezdim diyorum çünkü kendimi zorlardım.
  
Tarihi olaylara, duygulara, yaşanmışlıklara şahitlik etme kısmı yani sözleri ayrı tutuyorum, onların bir kısmı değerli tabii ki ama müzikal olarak bana hitap etmiyordu türkü dedikleri şarkılar. Tüm iyi niyetimle kendimi zorlamama karşın bir duygu akışı gerçekleşmiyordu. Sevdiğim şarkılara müziklere yaklaşamıyordu bile, öyle ki müzik dünyası türküden ibaret olsa herhalde müziğe ilgim olmazdı.  

Sadece yabancı müziklerden bahsetmiyorum. 
Ne Erol Evgin ne Cem Karaca ne Zülfü Livaneli şarkılarının da yanına yaklaşamazdı türküler. Evet, onlar Anadolu'yu, türkülerini övüyorlardı ama yaptıkları müziği dinleyen çoğunluk Batılı insanlardı. 
Tuhaf bir çelişkidir bu.
Olay iyidir kötüdür meselesi değil, bana göre olmamasından bahsediyorum

Tek tük sevdiğim türküler oluyordu ama onların da çoğunun Rumeli türküleri olduğunu öğrendim sonradan, fark kendini hemen belli ediyordu. 
Evet, Rumeli türkülerini seviyordum aslında ama onlar çok öne çıkarılmazdı, burada türkü derken bahsettiğim kara Anadolu'sunun türküleri. 
Hiç bana göre olmadı bunlar.    
Mesela dikkat ettiniz mi bilmem türkü barlarda Rumeli türküsü çalınması çok nadirdir zaten.
Nerden biliyorsun derseniz öncelikle soruyorum insanlara.
Ayrıca kapıdan bangır bangır yayılan müziklerde hiç Rumeli türküsüne denk gelmedim.  

Yıllar geçtikçe bunu kabullendim, çok doğal olduğunu anladım. Gençken kendimi Anadolu türkülerini sevmeye zorlamam, saf ve komik bir davranış gibi gözüktü.

Bunu halkından uzaklaşmak ya da halktan kopmak olarak yorumlayanlara sadece gülüyorum. Ben Anadolulu değilim ki onlardan kopayım ya da uzaklaşayım. Zaten bambaşka bir halkın, kültürün evladıyım ben. Benzer bir dili konuşmak benzer bir kültüre sahip olmayı gerektirmiyor. Kültürleriyle asla yaşayamayacağım, yaşamak istemeyeceğim halkların türkülerini de sevmememin ne kadar doğal olduğunu anladım yıllar sonra.

Aslında böyle düşünen insanların sayısının az olmadığını da gördüm yaşadıkça.
Ama dile getirilmiyordu. 
İşte bu dile getirilmeyenler, gün geldi, başa geldi...

Yaşamımın son yıllarında düşündüklerimi paylaşmaya kararlıyım.
Her konuda
Bu da onlardan biriydi. 

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

18 Eylül 2025 Perşembe

Son Sözü Söyleme İnadı


İnsanlarda oldum olası gözlemlediğim bir adet var. Tartışmalarda son sözü söyleme telaşı içindeler. Çırpınıyorlar bunun için. Hatta yırtınıyorlar. Hele kavgaya yürüyen bir tartışmaysa son sözü söylemek vazgeçilmez bir gereksinim, bir kırmızı çizgi haline geliyor. Şöyle okkalı bir son sözü sesini iyice yükselterek kim söylerse tüm tartışmanın da galibi o olacak zannediliyor sanki. Anlamsız bir velvele bana göre. Sen zaten kısa ve öz olarak düşünceni söylediysen, anlayan anlamıştır, anlamayan da anlamayacaktır. Kendini parçalamaya ne gerek var. Karşındakine ya da etrafındakilere hakkını savunduğunu mu göstereceksin? Elalemin de çok umurundaydı hangi tartışmada kimin son sözü söylediği. Mühim olan nedir biliyor musunuz? Fikrini, görüşünü, savunduğunu sade ve net olarak ifade etmek. Aslında her alanda böyle. Bir fikir yazısında da, değerlendirme yazısında da, makalede de, öyküde de, şiirde de. Bir bütünlük içinde sadelikten şaşmamak. Fikri yeteri kadar cümleyle aktarıp susmak. Uzatmamak gereksizce. 
ve unutmamak şu basit çıkarımı:

Son sözü söylemeye çalışanlar, ilk sözlerine güvenmeyenlerdir.

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

8 Eylül 2025 Pazartesi

Ne Olanlar Ne Ölenler Umurlarında Değil..!


Ortalık felaketten geçilmiyor. İrili ufaklı facialarla ölüyoruz durmadan. Tüm kanallarda içimiz kan ağlıyor söyleminin türevleri.  Sebep fark etmiyor. Pisi pisine ölen askerler, polisler, itfaiyeciler, kurtarmacılar, işçiler, çocuklar... Ardından TV'lerde üzgün pozlarda sunucular, konuklar. Devletin zaten umurunda değil. Orası ayrı bir dünya. Devlet paralel ülke olmuş artık TR'de. Milletin sorunlarıyla ilgilenmeye tenezzül bile etmiyorlar. Büyük projeler peşinde onlar, meşgul edilmek bile istemiyorlar ülkedeki felaketlerle. Gerekirse milletsiz bile bu devlet ayakta kalır kafasında bir delilik yaşıyorlar.   

Sokakları geziyorum. Hiç TV'lerde yansıtıldığı gibi bir durum yok. İnsanlar ya artık milli bir değersizliğimiz haline gelmiş öfkelerini etrafa saçıyor ya gezmelerine, eğlenmelerine devam ediyor. Koşturmacalar aynı. Umursamazlıklar aynı. Terbiyesizlikler aynı. Yani kimsenin umurunda falan değil sürekli tekrarlayan facialar. Kimse yasta falan değil. Uydurmayın. Artık birlik beraberlik söyleminin ikiyüzlülüğü fena halde ifşa olmuş durumda. Herkes kendi canını kurtarma derdinde. Mümkünse herkes kendi keyfinin derdinde. Güvenilecek bir kurum kalmayınca sağkalım siyaseti iktidarda. Herkes kendine. Bu millet böyle. Gerçek bu. Kültürümüzün bir parçası yok yere ölüp gitmek. Başkasının ölümü ancak sevindiriyor bizi. Neden mi? Başkasına isabet ettiği için barbarlığın şarapneli. 

İnsana bu kadar umursamaz olan millet başka ülkelere üzülür mü? Umurunda olmaz. Vitrin yapar sadece bir kaç sembol seçip Gazze gibi. Böyle bir güruh hayvanına acır mı! Nehrine yaylasına denizine kumsalına ormanına üzülür mü! Tabii ki hayır. Akşam ne yiyeceğinin derdinde kalabalıklar.

Ne olanlar ne de ölenler kimsenin umurunda değil. 

Tekrar ediyorum.
Halkın arasından sesleniyorum.
Olanları bırak
Ölenler bile kimsenin umurunda değil. 
Ne insan ne hayvan ne orman
Şehitler de buna dahil..! 

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

1 Eylül 2025 Pazartesi

Öykülerim | Kızıl Kiremitlerin Kıyısında

Uyandığında tir tir titriyordu. Pencereden sızan ışığa bakılırsa güneş doğmuştu ama sımsıkı kapalı perdeler, içeride sadece loş bir aydınlığa müsaade ediyordu. Önce yorganı üstüne çekip başını da içine sokarak ısınmaya çalıştı. Eylülün ilk haftaları yazdan kalma sıcacık bir havayla geçiyordu ama içindeki soğuk umursamıyordu bile. Kafasını tekrar dışarı çıkarıp, yüzünde şaşırmış bir ifadeyle etrafına baktı. Odada dayanılmaz bir soğuk dışında her şey normal gözüküyordu. Yaklaşık 6 aydır bu haldeydi, üşümekten başka bir his yoktu sanki hayatında. Yazın geçer belki demişti doktorlar ama ağustosun en sıcak günlerinde bile daha da kötüleşmişti içini kaplayan soğuk hissi. Kalktı, battaniyeyi sırtına alıp salona doğru yürüdü. Her şey akşam bıraktığı gibiydi. Perdeleri açıp yüzü güneye dönük, penceresinden sokağa baktı. Aşağıda insanlar toplanmıştı ve bir ambulansın ışıkları yanıp sönüyordu. Belki de insanlar yoktu, ambulanstan da emin olamadı, sonra ışıklar ve insanlar birbirine girdi. Sonra. Baş dönmesi. Soğuktan aklı ona oyunlar oynuyordu belki. Yutkundu, midesinin bulandığını hissetti. Perdeyi kapatıp açınca hepsi kayboldu, sakin bir sokak görüntüsü karşısındaydı şimdi. Kimsenin üşür gibi bir hali yoktu, şortla gezenler bile vardı. Sorunun kendisinde olduğunu hatırlattığı için hemen perdeyi bir kez daha kapatıp pencereden uzaklaştı. İnsan bir derdi başkalarının da paylaştığını gördüğünde yalnızlık hissinden kurtulur ve bencil bir sevinç duyar. Aksi halde iyice yıkılır, sorunun kişiselliği, harekete geçmesini gerektirir çünkü. Mutfağa gidip bir kahve yaptı. Hızlı hızlı içti. Sanki yapacak bir işi varmış gibi.

Aylar önce başlayan üşüme hissi bir daha ne yaparsa yapsın geçmemişti. Gitmediği hastane denemediği tedavi kalmamıştı. Sıcacık havalarda dahi montsuz paltosuz dışarı çıkamaz halde olmak ona korkunç bir sıkıntı veriyordu. Doktorlar çaresizdi. Evi ne kadar ısıtırsa ısıtsın değişen bir şey olmuyordu. Artık pes etmiş, yeni hayatına alışmaya çalışıyordu. Hiçbir şey eskisi gibi değildi. İnsanların bakışlarından bunaldığı için sokağa çıkmak gelmiyordu içinden. Kat kat giyimli halde aralarında dolaştığında onu işaret edip fısıldaşıyor, hatta bazen laf atıyorlardı kahkahalar eşliğinde. Çaresiz evine kapandı. Aklında tek bir soru vardı. Bir türlü cevaplandıramadığı tek bir soru. Soğuk, buz gibi bir soru. Neden üşüyordu?

Normalde hafıza sorunu yok gibiydi ama soğuktan öncesine dair boşluklar vardı. Ne kadar uğraşsa, sorunun kaynağına dair bir şey hatırlayamıyordu. Ailesi bu konuda bir şeyler anlatmaya çalışmış ama onlar daha söze başlar başlamaz kulakları çınlamaya başlamış ve bayılmıştı. Bir daha da konu açılmamıştı aralarında. İşitme duyusu da istemsiz olarak bu konuda konuşulmasına izin vermiyordu anlaşılan. Anne ve babası ayda bir uğrar, erzak falan getirirler, hem ona acıyan hem de sanki suçluluk duyan bakışlarla biraz oturup giderlerdi. Sanki usta bir kurgucu hayatından belli bir kısmı pürüzsüz bir şekilde kesip atmıştı. Ev hapsine dönmüş bir yaşam. Dışarıdan ihtiyacı olan her şeyi sipariş verip kapıya getirtiyordu. Arkadaşı kalmamıştı, zaten çok yoktu. Kitaplara, filmlere vermişti kendini.


Artık bu kabusu kabullenmişken, günler böyle geçip giderken, eylülün ikinci haftası gibi balkon kapısına vurulduğunu duydu. Salona gitti. Bir leylek duruyordu camın ardında. Gagasıyla kapıya vurur gibi tıklatıyordu camı. Bir misafirdi adeta. Adam ilk kez böyle bir durumla karşılaşıyordu. Tuhaf bir kıpırtı duydu içinde. Sanki kanatlanmış gibi hareketleri hızlandı. Hafta sonu bir kilo balık alıp buzdolabına koyduğunu hatırladı. Aslında deniz ürünlerini sevmezdi ve bunu neden yaptığına bir anlam verememişti. Büyülenmiş gibi dolaptan torbayı alıp ona doğru yürüdü ve balkon kapısını açtı. Balıkları bir kaba boşaltırken kuşun bacağında tuhaf bir kabartı fark etti. Dikkatle bakınca bir kağıt iliştirildiğini gördü. Kuş önce vazifesini tamamlamak istiyor ve onu bekliyor gibiydi. Bir postacı  gibi. Balıklara bile hamle yapmamıştı.  Genç adam çekinerek ama merakla kuşun bacağına sarılmış kağıdı çözmeye başladı, leylek bunu bekler gibi kıpırdamadan duruyordu, kağıdı alıp kapıyı kapatırken kuş balıkları yemeye başlamıştı bile. Sanki görevini tamamladığına kanaat getirmiş gibi. Soğukların başladığı sabahtan beri hiç bu kadar heyecanlandığını hissetmemişti genç adam.  Birisi yaşadığını hatırlatmış gibiydi. Soğuk hissizlik duvarı yıkılmıştı nihayet. Rulo halindeki kağıdı açtı ve gözleri yazının üzerinde gezdikçe büyüdü.

Kısacık bir mesajdı. Okuduktan sonra masanın üzerine bıraktı. Önce kışlık şapkasını çıkardı ve atkısını çözdü. Sonra evde üzerinden eksik etmediği kürklü montunun fermuarını açtı, çıkarıp koltuğun üzerine koydu. Hava alabildiğine serindi o gece ama sıcak havalarda bile kat kat giyinen adam soyunmaya devam etti. Çırılçıplak kalana kadar büyük bir huzur içinde soyundu. Artık titremiyordu. Üşümüyordu. Soğuktan eser yoktu. Kapıyı açtı. 7 katlı apartmanın en üst katındaydı dairesi, çatıya giden yıkılacak gibi merdivenleri tırmandı. Rahat adımlarla kiremitlerin üzerinde yürüyerek en uçtaki bacanın yanına gitti. Her tarafta çok eskiden kalma söndürülmüş sigara izmaritleri vardı. Artık her şeyi hatırlıyordu. O buz gibi Mart gecesi birkaç dakika öncesi kadar, sevdiğinin kokusunu duyabileceği kadar yakındı ona. 

Genç kız akşamları çatıya çıkıp baharda gelen leyleği beslemeyi çok severdi. Sonra da sigarasını yakar, genç adama sarılıp önlerinde uzanan şehri işaret ederek hayallerinden bahsederdi. Bir gün çatıda kanadı incinmiş bir leylek buldular. Kız onu kendine benzetmiş, tedavi ettirmiş, birkaç hafta baktıktan sonra serbest bırakmış, fakat uçurmadan önce leyleğin ayağına bir kağıt bağlamıştı. Defalarca sorsa da ne yazdığını ona söylememişti kız. Hemen ardından kar atıştıran o buz gibi gece. Son akşamları. Aileleri bir türlü birlikteliklerine izin vermeyince, ayrılmaktansa beraber intihar etmeye karar verdikleri, kendilerini uçurum gibi bir ümitsizliğe bırakıverecekleri o uğursuz gece. Toplumun yaşam şansı vermediği medeni azınlıktan iki gencin kara ve karlı son gecesi. Tam el ele atlayacakken genç adam son anda ne olduysa vazgeçmiş, ama sevgilisi kendini aşağıya bırakırken yaptığı hamle onu kurtarmaya yetmemişti. Sonrası malum. Ayrılık ve ansızın beliren amansız bir soğuk ile kısmi hafıza ve işitme kaybı.

Genç adam gözünden akan yaşlara karşın buruk bir mutluluk hissediyordu sanki. Sözünü geç de olsa tutmanın verdiği bir gönül rahatlığı belki. Ne çok sağlam ne de çok kaypak durmayan eğreti kızıl kiremitlerin yerini boşluğa bıraktığı son noktaya kadar yürüdü. Notta yazan kısacık cümleyi kısık sesle tekrarladı: “Madem aşağıya gelmedin, yukarıda bekleyeceğim”.

Kızcağız onları ayıranın, anlaşmayı bozanın, er ya da geç en çok sevdiği insanın ta kendisi olacağını anlamıştı demek ki. Kim bilir, belki de bu kararı almasına da, uğruna ailesini okulunu terk ettiği sevgilisine karşı için için duyduğu bu büyük hayal kırıklığı sebep olmuştu. Çatının kıyısına doğru yaklaştıkça genç adamın içini sıcacık hisler kaplıyordu. Kalbi deli gibi atıyor, içi ısındıkça ısınıyordu. Gözlerinden yaşlar süzülmüyor çağlıyordu adeta. Kanı ihaneti ortaya çıkmış bir hain gibi, kaçacak bir yer arar gibi, vücudunda dört dönüyordu. Evinde yaptığı gibi yüzünü güneye döndü ve kızıl kiremitlerin kıyısında, uçmaya hazırlanan göçmen kuşlar gibi kollarını iki yana açtı. Aşağıya doğru kararlı ama gergin bir adım attı. Boşluk için bu kadarı yeterliydi, ikinci adımı söke söke kendisi aldı.

Gecenin içinde bir kanat sesi duyuldu. Sürüsünün gerisinde kalmış bir kuş, geç de olsa, görevini yerine getirmiş olmanın rahatlığıyla, karanlık şehrin üstünde, ait olduğunu hissettiği adresi bilinmez bir yerlere doğru kanat çırpıyordu, yaşam sevinciyle. 

Yazan: L. Kızıltoprak



Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...