İçimizdeki Katil
“Öldürme Sanatı”
“Buradaki seri katil bize tanıtılan diğer seri
katillere benzemiyor. Ruh hastasının teki değil. Tam tersine son derece
mantıklı ve nispeten parlak bir mesleki kariyere sahip. Evli ve bir metresi
var. Çok daha tanıdık bir profil anlayacağınız. Belki tanıdıklarımızdan belki
de bazı anlarda dönüştüğümüz kişiliklerden birisi diyebiliriz.”
Antonio Altarriba (1)
Yine bir Altarriba hikayesi yine bir insanın hayatına
odaklanıyor. Enrique Rodriguez Ramirez
Bask üniversitesinde sanat tarihi profesörü. Çizgiroman boyunca hayatından
segmentler eşliğinde ölüm, yaşam ve sanat konularındaki fikirlerine ve
cinayetlerine tanıklık ediyoruz.
Önce babasından (Uçma
Sanatı) sonra annesinden (Hep
Kırıktı Bir Kanadı) bahseden Altarriba
şimdi kendi özelinde insanlığın genelinin nispeten karanlık bir güdüsünden
bahsetmeye başlamış diyebiliriz. Seçilen resimlerin çoğunun bizzat
Altarriba’nın ilgisini çeken eserler olması okuyucuya Enrique kadar Altarriba
hakkında da ipuçları veriyor. Daha önce burada tercüme ederek yayınladığımız
röportajında belirttiği gibi ilki bu
albümle başlayan bir üçlemeyi hedefliyor. Bundan sonrakiler “İçimizdeki Yalancı” ve “İçimizdeki Deli” olacak.
Altarriba albümlerinde alışık olduğumuz üzere bu grafik
roman da siyah-beyaz. Fakat katilin aklından cinayetle ilgili bir düşünce
geçtiğinde ya da kendisinde yoğun duygular uyandıran bir nesne/şahıs kadraja
girdiğinde kırmızı renkle resmedilmiş. Schindler’in
Listesi filmindeki kırmızı paltolu kız gibi vurgu amaçlı kullanılan, özel
görevi olan bir kırmızı renk albüm boyunca bize eşlik ediyor. Bu tercih hemen Chaboute’nin “Ateş Yakmak” çizgiromanında ateş dışında her şeyin siyah-beyaz
resimlendiği, buradakinin tam tersi yaşamı temsil eden bir Chaboute kırmızısının süslediği
kareleri hatırlatıyor insana. Kapaktaki “Ben, Katil” yazısına baktığımızda “Katil” kelimesinin siyahla, “Ben”
kelimesinin ise kanla yazılmış olması bile üzerinde durulması gereken bir ince
anlama sahip. Hikayenin bütünü kapsamında değerlendirdiğimizde bu seçim
cinayetin sonradan kazanılan bir güdü olmaktan ziyade içimizde varoluşumuzdan
beri taşıdığımız bir içgüdü olduğunun altını çiziyor bana kalırsa. Özenle
kullanılan kırmızı, elektronik eşyalardaki aktif olmasa da çalışır ve hazır
durumda olma halinin belirtisi kırmızı led ışığının bir benzeri gibi sanki. İçimizdeki stand-by konumunda bir katil
bıkıp usanmadan rol bekliyor.
ÇR boyunca sık sık duvarlarda ve sergi salonlarında
karşılaşacağımız tabloların ve sanat eserlerinin bir büyük anlam oluşturmaktan
ziyade ölüm ve öldürme eylemi üzerine farklı bakış açılarını yansıtan ve
çeşitli çağrışımları davet ederek yeni fikirler oluşmasını sağlayan bir rolleri
olduğu görülüyor. Ama en önemli işlevleri Enrique’nin içinde bulunduğu ruh hali
hakkında ipuçları vermeleri. Altarriba her şeyden önce “düşündürme” konusunda istekli bir ÇR senaristi. Ve hatırlamak da düşünmeye dahil onun kitaplarında.
Tür olarak bu eseri “Polar
psychologique” yani psikolojik
polisiye olarak tanımlayıp tanımlayamadığı sorulduğunda, “polar philosophique” yani “felsefi bir
polisiye” demenin daha doğru olacağını söylüyor ki buna katılmamak mümkün değil
(1). Fakat psikolojik unsurlar içermediği de söylenemez.
Sayfalarda pek çok ressam, yazar ve düşünürün eserleri konuk
edilmiş. Bir süre sonra sanki bir Alan
Moore çizgiromanı okuyor gibi atıflarla örülü bir akışın içinde meraklı
gözlerle karelerdeki ayrıntıları taramaya başlıyor insan. Altarriba’dan alışık
olmadığımız ölçüde “dolu bir arkaplan”
var anlayacağınız. Yapım aşamasında sadece senaristlikle kalmayıp görüntü
yönetmenliğinden dekor tasarımına kadar her işle ilgilendiği, her
sahneye/kareye ayrıntısına kadar titizlikle yaklaştığını kendisi de anlatıyor:
“Je
suis un scénariste très minutieux dans la description des vignettes : la mise
en scène, la disposition des personnages, la composition, l’éclairage sont des
éléments narratifs. “ (1)
Hem “Uçma Sanatı”
hem de “Hep Kırıktı Bir Kanadı”
ÇRlarında “Uçmak” fiilinin en yakın
durduğu kavramlardan biri iradeydi. Burada ise öldürme eyleminin bir suç değil,
bir sanat işi olduğu belirtilirken, öldürmenin yine hayata karşı bir irade
sergilemekle ilişkilendirildiğini düşündürüyor.
Cinayet üzerinden eylemlerin bildiğimiz anlamda bir nedeni
olmayabileceği notu düşülüyor karelerde. “Öldürdü çünkü aldatılmıştı”, “öldürdü
çünkü küfür yemişti” denilir ya hep, aslında her şey bu kadar basit değil.
Enrique için kimsenin duygusal bir değeri yok. İnsanlara karşı duygusal
yakınlıkların olmayınca hepsi birbirinden farksız birer “nesneye” dönüşüyor. Bu
durumda birinin ya da birkaçının ölmesi de önemsizleşiyor. Bazen öldürme içgüdüsü
ağır basınca modern insan buna bahaneler üretir. Yani birisine sinirlendiğiniz
için öldürmüyorsunuz aslında. Üreme gibi öldürme de bir içgüdü olarak içimizde ve
bunu tatmin edebileceğimiz, modern ahlaka uydurabileceğimiz bahaneler arıyoruz hepimiz.
Enrique bu aldatmacayı kırar ve “ihtiyacı
olan cinayeti” eğitimini aldığı sanatı kullanarak nedenlerden bağımsız
olarak işler.
Sizi bilmem ama ben kendi içimde öldürme içgüdüsünü hep
hissedenlerden oldum. Bu bir istekten daha farklı bir duygu. Güzel bir kadının
size hiç sormadan sevişme isteği uyandırması gibi bazen bazı olaylar öldürme
hissini uyandırabiliyor derinlerde bir yerlerde. Anlayacağınız Altarriba ilgi
çekmek için aykırı laflar eden
yazarlardan değil, hissettiklerini ve fikirlerini toplumsal algıdan bağımsız
olarak çözmeye çalışan bir düşünce adamı.
Hikayede cinayetin sosyal boyutu da sık sık ele alınıyor.
Soykırımlarla insanları öldürenlere seyirci kalınan bir dünyanın seri katillere
olan yoğun ilgisinin ardındaki namussuzluk kurcalanıyor. Yahudi Soykırımı
sonrası tüm ülkeler “Bir daha asla”
diyerek yemin etmişlerdi hep bir ağızdan. Oysa Ruanda, Bosna ve Sudan’da yaşananların anıları ne kadar taze! Öldürme
güdümüz “Ben buradayım!” şeklindeki
sürprizli çıkışları ve “Beni
öldüremezsiniz!” diyen ironik meydan okuyuşuyla bizimle alay etmeye
bayılıyor gibi. Ne gariptir ki sanki en canlı yanımız öldürme güdümüz.
Altarriba siyasi ve ekonomik katliamların aslında insanın
içinde varolan bir güdünün suni sebepleri olduğundan, esasında içimizde bunlardan bağımsız bir “katilin”
iştahla rol ya da bahane beklediğinden bahsederken, okuyucu yumurta/tavuk
paradoksunun içine yuvarlanıyor sayfalar boyunca.
Hikayenin bir yerinde sanattaki avangard yaklaşımlar
beğenilmesine karşın hayatta ayıplandığından ve bunun üzerinde durulması
gereken bir tezat olduğundan bahsediliyor. Bu açıdan baktığımızda, Profesör
Enrique bir anlamda bu tezatı yerle bir ediyor. Bu kadar sanatçı her çeşit
sanatla ölümü ve öldürmeyi konu alıyorsa, hayatın içinde böyle bir eyleme girişmek
de doğal sayılmalı gibi bir mantığa sahip. Enrique
adeta yaşamı bir tuval gibi kullanıp eserlerini eylemleriyle yaratıyor. Sanatı
yaşamla yoğuruyor. Ne “sanat için sanat” ne de “halk için sanat” diyor. “Sanat için cinayet” düsturunu takip
ediyor.
Şimdi eserden alıntılarla başlıklar halinde devam edelim.
OMEGA
“Hannibal” filmini hatırlar mısınız bilmem. “İçimizdeki Katil” grafik romanı, kalabalığın
ortasında meydanda yürüyen yankesiciyi Hannibal
Lecter’ın kimsenin fark etmediği ince bir hamleyle öldürmesine benzer bir
sahneyle açılırken, balonlarda yankılanan ilk sözler duymaya alışık olmadığımız
tarzda:
“Tuer n’est pas un
crime. Tuer est un art.”
“Öldürmek suç
değil, bir sanattır. “
Hikayenin açılışı için bir meydanın seçilmesi boşuna değil tabii.
Kalabalıkların bilinçli körlüğünde
yaşanan cinayetler için bundan daha uygun bir mekan bulunamazdı. Katil herkesin
ortasında kurbanının boğazını kesip hiçbir şey olmamış gibi yürümeye devam eder.
Kurbanın yanındaki birkaç kişi dışında kimse farkında değildir. Kimsenin hayatı
zerre etkilenmez. Adamın kanı kimseye değmez. Herkes kendi hayatını kovalamaya devam eder. Ya da hayat onları…
Romanın ana karakteri Enrique’nin sokakta yürüyen adamın
gırtlağını usturayla tek hamlede kestiği karede arka planda “Omega” kelimesinin okunması bir rastlantı
değil. Omega, Yunan alfabesinin son
harfi. Ölümün bilindik bir sembolü aynı zamanda. Altarriba senaryo boyunca sık
sık bu yazıda alıntılamaya çalışacağımız göndermelere ve sembolizme başvurmaya
devam ediyor.
Bruegel, The Triumph of Death |
İNSAN ÖLDÜRÜR
Öldürmek sanattır lafının üzerine Enrique’nin paltosunun
cebi üzerindeki kan lekesinin, çalışma arkadaşı Eduardo tarafından mürekkep
lekesi sanılmasıyla okuyucunun zihninde yazı ve cinayet arasında da ufaktan bir
köprü kurulur. Fakat Eduardo’nun şeytanlığı sonlara doğru ortaya çıktığında “pes”
dedirtir.
Konferansında Enrique, Bruegel’in
The Triumph of Death tablosundan
başlayarak çeşitli resimler eşliğinde sanatta ölümün anlamı üzerine bir konuşma
yapar. Dinde, siyasette ve dolayısıyla sanatta öldürmenin vazgeçilmez ve köklü
bir yeri olduğuna değinir. Bunlar aynı zamanda Altarriba’nın görüşleridir. Bir röportajında kültürümüzün bizzat bu
sembollerle dolu olduğundan bahseder:
“J’ignore
jusqu’à quel point nous sommes conscients que notre culture est imprégnée des
images de torture et de souffrance. L’Espagne, comme pays catholique par
excellence, s’y complaît. Nous vivons sous l’icône d’un homme qui souffre en crucifixion.
Non seulement l’art classique, des tableaux de Bruegel, Goya, Munch, défilent comme
des toiles de fond, mais aussi d’autres formes artistiques, comme les
performances et le body art, perpétuent cette exécution de la souffrance.”
İKİ ALTIN KURAL
Enrique’nin cinayeti bir sanat olarak kabul etmesi bazı
prensipler oluşturmasına neden olur. “İki
altın prensip” der bunlara. Biri, tanıdığı birini, hele ölümü kendisine
avantaj sağlayacaksa öldürmemesi. İkincisi ise asla aynı yöntemle öldürmemesi,
yani tekrara kaçmamak. Mademki cinayet
bir sanat, o halde özgün olmalı diye düşünür. Duygusal bazlı bir cinayeti
adi bulur ve sırf bu sebeple küstah rakibi Alarçon’a
dokunmayı aklından bile geçirmez.
Altarriba’nın bu albümünde cinsellik pornoya varacak bir yere sahip ama bağlamında
kullanıldığı için sırıtmıyor. Hatta diş macunu esprisinde olduğu gibi ayrı bir
tad veriyor bile diyebiliriz. Cinselliğin
cinayeti görmeyi engelleyici ya da cinayeti yok saydırıcı bir kardeş eylem olarak sunulması yine
seviştiği öğrencisinin yalancı tanıklığı ve diş macunu olayı gibi karelerde kendini
hissettirir.İkisi de insanlığın en eski ve doğal içgüdüleridir. Hikaye boyunca
aralarında belli belirsiz bir “komşuluk” kurulur.
MATER DOLOROSA
Mater Dolorosa |
Enrique’nin eşi Cristina,
masallar ve psikanaliz üzerine çalışan bir kadın. Çalışma masasının
karşısındaki tablo Kırmızı Şapkalı Kız
masalındaki büyükanne elbisesi giymiş kurt. Diğer duvardaysa “Mater Dolorasa” inancındaki 7 üzüntüyü
sembolize eden 7 hançerle Hz. Meryem resmi asılı. Yani “ızdırap içindeki kadın/ana figürü”. Cristina’nın
bilgisayarda çalıştığı konu ise Pamuk
Prenses masalı ve kötü kraliçenin zehirli elmayı yedirişi. Masalın aslında
orta yaşların sonuna gelen bir kadının dramı olduğunu, elmanın ise adet görmeyi
sembolize ettiğini söyler.
İlerleyen sayfalarda Enrique’den ayrılıp lezbiyen
bir sevgili bulacağını düşünürsek bu resimlerle Cristina’nın sık
karşılaştığımız “Yalandan ahlakçı”
kadın tiplemesine harika bir örnek teşkil ettiğini düşünüyorum. Bunlar genel
ahlaka uymanın erdemlerinden bahsedip duran, içlerinde haykıran gerçeği durmadan başkalarına kovalayan, riyakar
ve çok rastlanan bir insan tipi. Diğer yandan masaldaki kurt imgesi bir katil
ile birlikte yaşamasına gönderme yapıyor olarak da düşünülebilir. Cristina’nın
karelerinde masalların ardında saklı anlamlar yoğun olarak hissedilir.
Evlerinde Enrique ve Cristina pencerenin önünde karşılıklı
yemek yerken “dışarıdan gelen ışık
azalmamasına karşın” tatsız bir birliktelik ve ruhsuz bir konuşmanın
etkisiyle ikisinin de üstüne çöken karanlık ardışık 3 kareyle okuyucunun
algısına sunularak etkileyici bir sekans ortaya konulur.
İKİ YALANCI, BİRLİKTE
AMA YALNIZ
Enrique’nin eşiyle arasındaki gerginliğin önemli bir sebebi
vazektomi yaptırdığı için çocuğunun olmaması.Bu durumu yaşamındaki bir tezat
olarak çok çarpıcı bir şekilde dile getiriyor, başını kanlı bir yastığa
yaslayıp uyumayı beklerken:
“Des annees a provoquer des hemorrhagie alors que j’ignorais
celles que Cristina subissait chaque mois a cause de moi…parce que je ne la
fecondais pas…”
“Yıllar boyu kan akıtıp dururken, ona istediğini vermediğim
için her ay Cristina’nın döktüğü kanı umursamamak…”
Kan dökmek biraz da kendi seçimlerini yapmanın, bazen
başkalarının seçimlerini boşa çıkartmak olduğunu düşündürüyor. Bu sahnede ikisi
de kanlı bir yastık üzerine yatıyorlar ama Enrique’nin gözlerinin içi
kırmızıyken Cristina’da bu yok.
Teoman’ın iki yabancı şarkısı çalıyor sanki bir
yerlerde: “İki yabancı. Birlikte ama
yalnız.”
Henry Fuseli, Nightmare |
Çift yatak odalarında duvardaki Henry Fuseli’nin Nightmare (Kabus)
tablosu altında uyku öncesi kitaplarını okurken bile aralarındaki uçurum
son derece belli. “Nightmare”
resminde birbirleri için ağırlık olmuş, adeta bir incubus (kötü cin) gibi birbirlerinin nefes almasını engelleyen
insanların beraberliği hissi okuyucuya seslenir. Cristina Masalların Psikanalizi kitabını, Enrique ise Habeas Corpus’u okumakla meşgul. Tam da habeas corpus’u okurken
zihninde “vücut bulan” düşünce ona
ilk “işi” olan Gustavo Flores
cinayetini hatırlatıp okuru geçmişe götürür.
GELEN AĞAM GİDEN
PAŞAMCILAR
Flores, “gelen ağam giden paşam” zihniyetinde
bir sahte sanatçı. Özgünlükten uzak.
Popülere ve piyasaya dümen kıran bir omurgasız. Türkiye’nin özellikle karasal
iklime sahip yerlerinde bol yetişen bir malın İspanyol versiyonu anlayacağınız.
Enrique, Gustavo’yu bir zamanlar diktatöre yaranmak için yaptığı boğa heykelini
kafasına vurarak etkisiz hale getirir, öldürmek için seçtiği yöntemin herifi şimdi
dümen kırdığı modern sanatın bizzat kendisine dönüştürmesi bile çok şey anlatmaz
mı? Medyada fink atan “hacıyatmazları” düşündükçe Türkiye’de modern sanat
performanslarına geleneksel bir ton katmamız şart gözüküyor. Her şeye rağmen
Enrique bir daha cinayetlerini kişisel duygularının bir sonucu olarak
işlememeye karar verir çünkü onun için kişisellik sanatı kirleten bir unsurdur.
Felicien Rops, Pornocrates |
PORNOKRASİ
Üniversitede işler
karışık. Bask ve İspanyol milliyetçiliği kutuplaşmaya yol açarak gerginlik
doğururken, Enrique kendi dünyasında bu çatışmalardan uzakta. Tez öğrencisi Edurne yaşamı keskin ve canı istediği gibi yaşamayı seven kuralsız
bir kız. Aralarında hoca-öğrenci ilişkisinden fazlası var. Kızın tez konusu “Sanat ve Zalimlik”. Enrique Emil Nolde üzerine çalışmasını istiyor
ve daha kolay olacağını söylüyor ama kız “body
art” çalışmak istiyor, özellikle ilkel insanlardaki dövme ve yara izleri
ilgisini çekiyor. Daha postmodern eğilimleri olan bir karakter. Enrique ve
Edurne karakterleri üzerinden bu sefer içgüdülerinin peşinden giderek buluşan iki
insanın benzerlikleri ve farklılıkları okuyucuya sahnelenir.
“Avant de tourner la page, il faut l’ecrire…Faire le recit
veridique des faits.”
Üniversitede durmadan yeni sayfa açmaktan bahseden
hırpanilerin aksine Enrique doğru bir noktaya değinir. “Önce eskiyle yüzleşmek lazım.”
Edurne’ün evinin duvarları kendi zihin dünyasını
yansıtabilecek şekilde süslenmiştir. Emil
Nolde’dan Masks ve Felicien Rops’tan Pornokrates. Boşuna
seçilmemiştir bu resimler. Edurne cinselliği sonuna kadar yaşamakla kalmayıp, amaçları
için kullanan bir kadın. Bedenini kullanmayı sevmesi body art’a düşkünlüğünden de belli oluyor. Enrique-Edurne ilişkisi
aynı zamanda yolları ayrı olsa da birbirine en yakın iki içgüdü olan cinayet ve
cinsellik arasındaki ilişkiyi de resmeder. Yataklarının başındaki gözleri
bantlı bir kadının altın kuyruklu bir domuzun götürdüğü yere sürüklenişinin
resmedildiği Pornokrates tablosunun
bir diğer ismi ise Pornokrasi’dir.. Cinselliğin tıpkı cinayet gibi iktidarla
yakın ilişkisinin bir başka atıfı olarak değerlendirilebilir.
Emil Nolde, Masks |
DİN VE VATAN İÇİN
ÖLDÜRMEK
Enrique dönüş yolunda öğrencilik yıllarını hatırlar.
Buesa’yı teröristlerin bombayla havaya uçurduğu sırada oradan geçmektedir.
Vatan, millet, din için öldürdüğünü söyleyenlerden tiksinir ve felsefesini
biraz daha iyi anlamamızı sağlayan şu sözü söyler:
“Dans ce monde, tuer pour rien est au fond un acte
pacifiste…Du moins bien plus honnete que de tuer pour la patrie…”
“Hiçbir şey için öldürmek, vatan için öldürdüğünü
söyleyenlerin yaptığından çok daha dürüst!”
Altarriba son derece haklı bir şekilde “din ve vatan için öldürmek” sloganıyla zehirlenen kitlelerin
ikiyüzlülüğünden dem vururken, gençleri kendi hataları ve hırsları uğruna ölmek
ve öldürmek için kullanan ahlaksız yöneticilere de iyi bir gönderme yapmış olur.
Fakat işin daha vahim boyutları da var. Türkiye’de gencecik çocuğu çatışmada
ölünce cenazesinde siyasilere “Bir oğlum
daha var, o da feda olsun vatana!” diyebilecek kadar dehşetli bir körlüğün
içindeki kitleleri de kapsayan “esas resmi” çizecek Türk çizgiroman
sanatçılarını hala bekliyoruz…
BÜTÜNLÜK, TUTARLI BİR
VAROLUŞ MUDUR?
Bir cinayet seyahati daha. Buesa’nın paramparça edilerek öldürülmesi bir çeşit ilham verir
Enrique’ye. Yerinde duramaz. Zaten tıpkı bir roman yazarı gibi yaşamda
karşılaştıklarından ilham alır cinayetleri için. Buesa korumasıyla birlikte
havaya uçunca bedenlerinin parçalanarak bir araya geldiğini düşünür. Ölümde bir
araya gelmek. Kafasında tuhaf düşünceler uçuşur. İnsanların parçalandığı
resimlere bakar. Fikirler fikirleri kovalar. İnsanın bütünlüğünü koruması
üzerine daldığı düşünceler onu puzzle-murder
fikrine götürür. Yani kurbanı parçalara ayırıp, bu parçaları farklı insanlara
göndermek.
L'homme qui rit (Gülen Adam) |
“Quel degre d’integrite faut-il pour conserver son identite?
Il s’agit d’explorer les liens entre le nom et le corps. L’existance et la
consistance. Quand cessons-nous d’etre quelqu’un pour devenir un tas de viande?
Ou comme dirait un artiste contemporain: a partir de quand la deconstruction
devient-elle irreversible?”
Çağrıldığı Victor
Hugo sergisinde Fabrice Fugain isimli
boşa caka satan sanatçı farklı sanat eserleri arasında birleştirici olmaktan
bahsederken her söylediği Enrique’ye puzzle-murder’ı
düşündürür. Sanatı bir bağlanma, bir bütünleştirme (cohesion) olarak gören bu
adam Enrique’nin tam aradığı kurbandır. Kafasındaki semboller yerine oturur. Artık
bir sonraki eseri kafasında şekillenmiş gibidir.
VICTOR HUGO
Victor Hugo, Le Pendu |
Biliyorsunuz Victor Hugo aynı zamanda çizimleriyle de
tanınır. Bu yönüyle ilgili sergide büyük Hugo’nun unutulmaz sözlerinden birini
görürüz:
“L’encre, cette
noirceur d’ou sort une lumiere”
“Mürekkep, ışığın çıktığı karanlık…”
Urrabieto ve
Hugo’nun “Le Pendu” tabloları
yanyana sergilenir. Batman’deki Joker karakterinin yaratılmasında ilham
verdiği söylenen “L’homme qui rit” karakterinin
tablosu bir kareyi doldurur. Cinayetlerinde kullandığı zeka ve kendine özgü
felsefesiyle zihinlerde yer eden Joker karakteri bir an zihnimize konuk
olurken, sonraki karede bir Hugo lafı daha düşüncelerimizi kendine çeker:
“L’homme qui ne medite pas vit dans l’aveuglement, l’Homme
qui medite vit dans l’obscurite, Nous n’avons que le choix du noir”
“Düşünmeyen insan karanlıkta yaşar, düşünen insan ise alacakaranlıkta,
yani ne yapsak karanlığın bir tonunu seçmek zorundayızdır.”
BODY ART: BİR TUVAL
OLARAK BEDEN
Enrique sergide Edurne’le karşılaşır. O da body art sergisi
için gelmiştir. Beraber dolaşırlar. Body art’ı bilimkurgu yaklaşımıyla sunan Lucy Mcrae. Sırtını bir pirinç
tarlasına dönüştüren Zhang Huan.
Yine teknolojiyi insan vücudu ile buluşturan Stelarc. Sansasyonlarıyla tanınan Marina Abramoviç. Aslında bu sanatçıların eserleriyle
kıyasladığımızda Enrique’nin “sanat için cinayet” düsturu sıradan gözükür.
Onlar da materyal olarak insan bedenini kullanmalarına karşın daha çeşitli ve
daha yaratıcı işler ortaya koyarlar. Bu örneklere göz attığımızda Enrique’nin cinayeti
değişmez malzemesi kabul eden bir body art sanatçısı olduğunu söyleyebiliriz. Fakat
ayrıldığı nokta, onun için kendi çıkarından soyutlanmış bir cinayetin, yaşamın
fısıldadıklarını sanat olarak ifade etmenin en saf ya da en iyi bildiği yolu
olmasıdır belki de.
Torturarik ez! (İşkenceye Son!)
Dönüşte eşi Cristina’nın bir mektup bırakarak kendisini terk
ettiğini görür. Ertesi sabah eşyalarını almak için karısını karşısında
bulduğunda Altarriba’nın üzerindekiler pijamadan ziyade bir mahkumun
giysilerine benzer. Cristina ise büyükanne kıyafeti içindeki kurt resminin
önünden ayrılmaz konuşmaları boyunca. Ayrılık sebebi olarak Cristina’nın
söyledikleri samimidir:
“Kıskançlıkla ilgisi yok ayrılmamın. Kötü kraliçe olmak
istemiyorum. Tek istediğim bana güzel olduğumu söyleyecek bir ayna bulmak.”
Evde yalnız kaldığında Enrique eskiden eşiyle oturdukları
masada yemek yer. Karşı karşıya otururken yüzlerindeki kararmanın vurgulandığı
sahnenin benzeridir ama bu sefer Enrique tek başınadır. Dışarıdan gelen ışık yine
azalmamasına karşın Enrique’nin yüzü yalnızken de kararmaya devam eder.
Düşünceleri çok farklıdır:
“Chaque assassin a une distance ideale pour prendre plaisir
a tuer…Au-dela, il’n’est pas motive..en deça, il n’arrive pas.”
Yalnız kalmak ona bir başka cinayetini hatırlatır. Enrique
uzaktan ateşli silahla öldürmeyi sevmez. “eserinin” son nefesini verişini
duymak ister. Budapeşte’deki cinayetinde kurbanına ne kadar yaklaşabileceğimi
denemek ister ve ne kadar yakın olursa içinde empati duyabileceğini merak eder.
Cinayet ve cinsellik konusunda ilgniç bir yakınlık kurar.
“Je n’ai jamais pu tuer dans la proximite extreme de l’acte
sexuel ..on dit que douleur et plaisir empruntent les memes circuit “
Araştırma projesinin fonunu üniversite etik bulmadığı için
iptal edince ve ayrılıkçılarla İspanyol gericiler beraber karar alınca belki de
cinayet ve sanatın birlikteliğini de anımsatan şu sözü söyler Enrique:
“Les extremes toujours finissent par se rejoindre”
Fakültede işler kötüye gider. Bask idaresi İspanyollara kötü
davranır. Enrique arka arkaya kötü haberler alır. Biri eşinin tazminat davası
diğeri araştırma fonunun kesilmesidir. Hem iş hem özel hayat sözleşmişçesien
çöküşe girer. Evinde hava durumu haberlerini seyrederken üniversitenin
gönderdiği yazıyı insan şeklinde kesip kafasını koparır. Sonunda dayanamaz ve
kafasında epeydir pişirdiği planı uygulamak için seyahate çıkar. İhtiyacı olan
kutuları almak için girdiği ambalaj dükkanın dış cephesi kıpkırmızıdır. Bir
mekan ilk kez böylesine vurgulu şekilde kırmızıyla resmedilir. Saklamak/Saklanmak
da bir cinayet midir? İslamda küfür kelimesinin “örtmek” anlamından evrilmiş
olması gelir akla.
SERİ CİNAYET KURUMSAL
BİR İŞTİR
Hayatının kötü gitmesinin de etkisiyle Enrique sonunda uzun
zamandır düşündüğü puzzle murder performansını Fabrice Fugain’e tatbik eder. Fugain tam bir züppedir. İnsanlara
yukarıdan bakan, süslü konuşmalarla kendini satmaya uğraşan bir sosyal oyuncak.
Kafayı “sanatta bütünlükle” bozması kendi sonunu da tayin eder.
“Je vais vous faire perdre votre cohesion, entierement et a
jamais”
“Bütünlüğünü tamamen ve sonsuza kadar elinden alacağım”
Enrique kendisini seri katil olarak tanumlamaz. Hatta bundan
nefret eder. Devlet başta olmak üzere dev kurumların işlediği milyonlarla ifade
edilen cinayetlerin “seri cinayet” olarak adlandırılmayıp bu sıfatın insanlara
yakıştırılmasını haklı olarak yanlış bulur.
“Seri katil olarak adlandırılmayı kabul etmiyorum. Kendi
için öldüren katiller kişisel metodlar kullanır hep”
“Serileşmek ölümü seri üretime bağlamayı gerektiriyor.
Sistemin içindeki şiddet, sistemin normalize ettiği şiddet bunu yapabilir ama
ben değil. Ben bir seri katil değilim. Benim her cinayetim kendine özgü “
Sanayi toplumunun seri üretim çılgınlığı sayesinde
yemeklerimiz zehire, evlerimiz lüks bir hapishaneye dönüşürken memnuniyet
sergileyen insanlarız. Yılmaz Erdoğan’ın
“Neşeli Hayat” filminde gayet
çarpıcı bir tespiti vardı:
“Gözünü yükseğe diktiği zaman aşağıda darlanıyor insan.
Sonra da utanacağı şeye sahip çıkıyor; sahip çıkacağı şeyden
utanıyor.”.
Çağlardır süren sosyolojik yönlendirmelerin bilinç
üzerindeki ağırlığı, hayatın kendisini dahi kenara itebilecek noktaya vararak
tuhaf bir insan tipi yarattı. “Zararına olana sahip çıkan, yararına olana ise
karşı çıkan bir toplum”. Her şey nasıl sunulduğuna bağlı. Modern çağlarda
teknolojinin yardımıyla bu kısır ve köleleştirici döngü kırılabilir gibi
gözükse de, teknolojinin aynı zamanda olumsuz yönlendirmelere de aracılık
etmesi, yani iki ocağa da odun taşıması çok iyimser olunmasını engelliyor
diyebiliriz.
”Je me repete toujours le meme refraine. La plupart de
crimes ne sont jamais elucides..Les statistiques sur les success policiers sont
gonflees pour decourager les criminels..ils attrapent les auteurs de crime
passionels, mais tres rarement les meurtriers qui oevrent avec methode et
soin…”
“Hep aynı nakaratı tekrarlıyoruz. İşlenen suçların çoğu
aydınlatılmaz aslında. Polislerin yayınladığı istatistikler suçluların gözünü
korkutmak için yapılan şişirilmiş rakamlardır. Duygularıyla cinayet işleyenleri
etkileyebilirler ama öldürmeyi sanat olarak görenler için bir anlamları yoktur.”
Emniyet tedbirlerinin esası caydırıcılıktır. Tıpkı hukuk
gibi. Ballandıra ballandıra anlatılan inişteki suç oranları falan toplumsal bir
peri masalının yalanlarından biridir. Yoksa suçu yaratan koşulları görmezden
gelen bir toplumun, suçlu ilan etme yetkisi de tartışılır olmalıdır. Hukukun
gücü yakaladıklarından değil, vazgeçirdiklerinden gelir. Oysa öldürme eylemini
sanata dönüştürmüş bir katil kişisel adalet duygusunun kırıldığı noktalarda
öldürmez. Sonunda ne olacağını düşünmez. Onun için bir yaşam tarzı, kendini
ifade etme biçimidir öldürmek.
“SAVAŞIN YIKIMLARI”
(Desastres de la Guerre)
Parçalara ayrılmış haldeki Alarçon’un cesedini bulduktan
sonra polisler Enrique’nin peşine düşer. Karda ayak izlerini gördükten sonra
iki polisin peşinde olduğunun verilmesi sinematik ve etkileyici bir sekans
sunar. Mekan olarak karakola girdiğimizde duvarlar siyasilerin portreleri ve
kayıp ilanlarıyla konuşur.
Sorguda Goya’nın “Desastres de la Guerre” tablolarında
kimliğin parçalanması ve yok edilmesi üzerine yazısı karakoldaki sorgusunda delil
olarak alınır. Tam sana yakışan bir cinayet demeye getirirler. Çalışmasının
ismi bile şüpheli sayılmasına yeter:
Demembrement et annihilation de l’identite dans les Desastres de la Guerre gravür serisi.
Enrique Rodriguez
Ramirez
O kadar cinayet işlemişken, işlemediği bir cinayetten
tutuklanmak keskin bir ironidir. İşlemediği cinayetlerin suçlusu ilan edilmiş
insanların kesif trajedisi hissedilir. “Milli soyguncuların” ortaklarını
korumak için “milli seferberlik” ilan ederken, suçsuz öğretmen annelerinin
polislerce yerlerde sürüklendiği ülkelerde, suç işlemeden suçlanmak suç
işleyerek kendini kurtarmaktan çok daha sık yaşanır. Öyle yaman çelişkilerle
karşılaşırsınız ki gerçeği kurtarmak için yalancı şahitlik etmek zorunda
kalırsınız yıllarca. Çetin Altan’ın
yazdığı “Büyük Gözaltı” bitmek
bilmez. Katilin bile namuslusu ve namussuzu vardır diye düşünür insan. Altarriba
“çıkarsız bir katilin” yaşadıklarından hareketle sistemin zavallılığını gözler
önüne serer.
MODO DE VOLAR
Sonradan “Desastres
de la Guerre” isimli kendi içinde bir çeşit “sequential art” habercisi ve öncüsü diyebileceğimiz Goya’nın bu
gravür serisini (83 parçaymış) araştırdığımda karşıma çıkan on üçüncü parça Modo
de Volar (Uçmanın Yolu) Altarriba’yla birleşince kafamda çakan kıvılcımlar inceden
bir gülümseme uyandırdı. Keşke açıktan kullanılsaydı, harika bir gönderme
olurdu diye düşünmedim değil.
“…Nous somme tous des assassins en puissance”
“…Hepimiz eylemlerimizle birer katiliz”
Gözaltında tutulduğu sürede Enrique’nin hapishanedeki
düşüncelerine tanıklık ederiz. Mekan parmaklıkların ardına dönüşmüştür artık. Hapishane
duvarlarında eğri büğrü grafitiler okuyucuyu selamlar. Seri katilin doğuşuyla
endüstri toplumuna geçiş arasında bir bağlantı yoktur Enrique’ye göre. Kötü bir
çevre, travma, ya da ideoloji de yoktur bunca cinayetin arkasında. Bunlar
sadece tetikleyici unsurlardır. Cinayet, iktidar ve sağkalım içgüdülerinin bir
dışavurumudur. Hepimizin ev sahipliği yaptığı
bir katil vardır. İnsan tabiatının bir parçasıdır. Belki de milyonlarca yıllık
bir genetik mirastır. Bıkıp usanmadan kapımızı çalan bir eski dosttur. Evet,
dosttur çünkü zamanında onun sayesinde hayatta kalabilmiş olduğumuzu biliriz
derin seyir defterlerimizde. Köpekler gibidir aslında biraz. Artık ihtiyacın kalmamış
bir eski dost gibi itersin öldürme içgüdünü uzaklara. Cinayeti ölüme terk
edersin. Ama o hep bir yolunu bulur.
PORNOKRASİ
Edurne kendiliğinden ve beklenmedik şekilde yalancı şahitlik
yapınca Enrique hapsiten çıkar. Gerçeğin
adam yerine konmadığı yerlerde yalan yalanı temizler adeta. Enrique kadının
evine taşınır. Yine bir mekan değişimi ve Altarriba tablolar yoluyla
karakterlerinin değişen duygudurumlarını ve düşüncelerini okuyucuya fısıldamaya
devam eder. Artık duvarlarda eşinin masallardan alıntı tablolarının yerini Delvaux gibi ölümle arkadaşlık eden sanatçıların
işleri almıştır. Mater dolorosa’dan pornokrasi’ye geçiş kendini iyiden
iyiye hissettrir. Eve girer girmez Delvaux
ve “Conversation” tablosuyla
karşılaşması yeni ilişkisinin özeti gibidir. Bilgisayar başındayken yanında ona
bakan üst üste dizilmiş kitaplar bir başka sembolik boyuttan bahseder. Balthus’un Kediler ve Kızlar isimli kitabı, ergenlik dönemindeki kızları
resmetmesiyle ünlü bu ressamın üzerinden kendinden epey küçük sevgilisinin
evine taşınan Enrique’nin durumu tarif eder aslında.
The Conversation, Paul Delvaux |
“L’Art et beaute ne se confondent pas. L’art ne consiste pas
a suivre un canon de façon plus ou moins fideles quant aux contenus. L’art par essence doit
s’inquieter, surprendre, emouvoir, et meme irriter.”
“L’Art et plus frequemment terrible que beau. Et il releve
d’avantage de la transgression que de l’obeissance a une forme”
Maddi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen ve bu uğurda
her türlü şekli alabilen Eduardo Marin’le
konuşmasının hemen ardından verdiği bir konferansta, şekilden şekile giren
insanları resmedenlerle ilgili bir konferans vermesi rastlantı değildir. Sanatın
şekle sadık kalarak bir güzellik müridine dönüşmemesi gerektiğinden bahseder. Otto Dix, Francis Bacon ve Jerome Witkin gibi deforme ederek
mecazi anlatıda gerçeği kovalayan ressamlardan örnekler geçer karelerde.
“Pourquoi la
transgression est-elle valorisee en art alors qu’elle est reprouvee?"
Seyircilerden biri aykırılığın sanatta övülürken gerçek
hayatta ayıplanmasının nedenini sorar. Enrique’nin iki yüzlülükten “çok yüzlülüğe” geçmiş postmodern hayatlarımıza
fırlatılan eleştiri karşısında dinleyicisine “iyi bir soru” demekten başka bir
şey elinden gelmez.
Francis Bacon, Three Studies for Figures at the Base of a Crucifixion |
Jeol-Peter Witkin, Desirable Corpses |
HAKSIZLIK DA BİR
CİNAYETTİR
Üniversitede işler gittikçe kötüye gider. İnsani Bilimler Komitesinin başına,
koltuğu kapabilmek için Alarçon’u Enrique’den şüphelenilecek tarzda öldüren Eduardo Marin seçilmiştir. Bir ironi
bombası daha patlar okuyucunun gözleri önünde. Sadece şeklin takipçisi haline
gelmiş akademik ve bürokratik kurumların içinin boşalmış olması da es
geçilmemiş olur. Kurumların cinayetidir bir nevi. Haksız atamaları yapan kurumun
(ANECA) kırmızıyla resmedilmiş olması boşuna değildir anlayacağınız. Haksızlık
da bir cinayet değil midir?
Cinayet içimizde hep taşıdığımız bir içgüdü müdür yoksa
sonradan yaşadıklarımızla mı ortaya çıkar sorusu üzerine yıllarca çalışan,
Treblinka gibi toplama kamplarının kumandanı Nazi subayı Franz Stangl ile uzun söyleşiler gerçekleştiren ve bunları
kitaplaştıran Gitta Sereny’nin “Desde aquella oscuridad” kitabını
Enrique’nin elinde görmemiz tabii ki bir grafik süsün çok ötesinde anlamlara
sahiptir.
Önce “NOBODY”, sonra “NO
BODY”, sonunda “SOMEBODY”
Enrique hayatında sadece bir kadın öldürür. Valladolid
şehrindeki sanat müzesinde görevli Consuelo
Gil Garcia’yı kurbanı olarak seçme sebepleri yine ilhamla açıklanabilir. Müzede
acı çeken İsa ve Meryam heykelleri görür her yerde. Istırap içindeki bir
insanın kurtuluşunu cinayetle resmetme fikrine kaptırır kendini. Tam bu sırada
Consuelo eserlere dokunmanın yasak olduğunu söyleyerek kafasındaki resme girer.
Kadının içine kapanık ve toplumun dışına itilmiş mutsuz görünümü ressamını
bulmuştur. Enrique onun hakkında kararını verir:
“Elle etait morte dans la vie.”
“Yaşarken çoktan ölmüştü”
EN İYİ İNSAN ÖLÜ İNSAN MIDIR?
Cinayet görevini yapar. Herkesin hakkında olumlu konuştuğu,
yaşarken asla söylemedikleri övgüleri sıraladıkları bir “azizeye”dönüşür kadın. “Kör ölür badem gözlü olur” misali. Kendini
topluma satmaya çalışır her insan. Bu satışın klasikleşmiş sloganlarını
kullanmak için hiçbir fırsatı kaçırmaz. Enrique’nin cinayeti bir sanat olarak
görmesinin ardındaki felsefe biraz daha açık hale gelir bu cinayetle. Yaşarken
ölü yerine konan bu kadını ölürken dirilttiğine inanır Enrique:
“J’ai reussi a la faire vivre dans la mort. “
“Ona ölümle yaşam verdim…”
“Comme l’acquisition d’une identite pour Consuelo dependait
d’une bonne dissimulation de son corps, J’ai appele cette performance ‘no body’..”
“Consuelo’nun toplum içinde var olabilmesi için vücudunun
parçalara ayrılması gerekiyordu. Bu performansımı “no body” olarak adlandırdım.
Burada zekice bir kelime
oyunu ve arkasında gizli bir anlam derinliği var. Vücudu ortadan kaldırınca
(no body), hiç kimselikten (nobody) vücutsuzluğa, ruhsuzluktan bedensizliğe
terfi ediyorsun ki, bu hiç kimse olmaktan daha iyidire getiriyor Enrique (nobody’den no body). Belki beden bütünlüğünü kaybediyorsun ama bir şahsiyet
sergilemiş ve kalabalığın dikkatini çekmiş oluyorsun. Yani somebody oluyorsun.
Ölümünün ardından herkesin bir köşeye itip terk ettiği bu
kadına övgüler düzmesi ve tüm gazetelerde derin üzüntülü bir üslup kullanılmasıyla
Enrique’nin sanatı amacına ulaşır. Hatta yetkililer kadının bir büstünü yapıp
müzeye dahil ederler. Enrique sanatıyla bu silik ve unutulmuş kadından bir “somebody” yaratabilmiştir. İşte
cinayet bunun için bir sanattır.
PERFORMANS SANATI
Valdes Leal resimleri
üzerinden tez savunmasında sanatı dini bir çerçevede değerlendirmekte direten
meslektaşıyla Enrique birbirine girer. Çevresinden duyduğu hoşnutsuzluk artar.
Edurne’ün evine misafirliğe gelen iki performans sanatçısı gencin düşünceleri
tiksinti duymasına yol açar. Abel ilginç bir karakterdir. Yatak dışında her
yerde uyuyabilir. Bir keresinde Bogota’da kendini satmıştır. “Para karşılığı bana
ne isterseniz yapabilirsiniz” der. Enrique, Kuran’ın sayfalarını yemek, kendini
komaya sokup tünelin ucunda ışık görme deneyimini yaşamak istemek gibi bu iki
gencin performans sanatı olarak gördüğü eylemleri küçümser.. Belki de sanattan
çok ilgi arsızı olduklarını düşünür. Oysa kendisi imza atmaya bile tenezzül
etmeyen gerçek bir performans sanatçısıdır.
KATİLİZ İŞTE, KABUL
ETMEK İSTEMESEK DE…
“Le plus grand tueur
en serie, c’est le temps. Tot ou tard. İl n’est pas presse. Nous succomberons
tous a ses desseins criminels…”
Enrique hem dinlerin hem de sanatın özünde yaşamak için
öldürmek eyleminin asli yeri olduğunu düşünür. Sanat tarihinin bunlarla dolu
olduğunu her frsatta tekrarlar ve örneklendirir.
“La modernite a fait de l’assassinat un acte execrable. Mais
ce n’est la qu’un vernis esthetique…Trois mois d’entrainement militaire
suffisent a nous restituer notre nature meurtriere. Apres quoi, un petite alibi
ideologique et l’action criminelle se transforme en geste heroique”
İçimizdeki katilin köklerinin derinliğine dikkat çeker.
Ondan ne dine ne sanata kaçarak kurtulamayacağımızı, çünkü bizzat bu temiz
olduğu düşünülen kavramların öldürme içgüdüsünün üzerinde yükseldiğini verdiği
örneklerle hikaye boyunca yineler.
“Nous sommes des
assassins. Nous n’avons jamais cesse de l’etre. Nous avons simplement ameliore
nos techniques et les justifications
pour le dissimuler…”
“Hepimiz katiliz. Asla katil olmaya ara vermedik. Sadece
cinayetlerimizi örtbas edecek teknikler ve bahaneler üretme konusunda daha usta
hale geldik”
İKTİDAR KATİLDİR
“Le pouvoir est meurtrier. On tue pour le conquerir mais
aussi pour le conserver…”
“İktidar katildir. Hem ele geçirmek hem de elde tutmak için
öldürür”
“L’imposture politique, scientifique ou artistique, la manipulation de l’information
sement la mort intellectuelle a tout va…sous couvert d’une legislation
soi-disant humanitaire, nous avons permis a l’elan meurtrier de presider notre
vie commune…”
Öldürmeye sadece bireysel bir içgüdü olarak bakılamaz. Cinayetlerin
yasallaştırılması ciddi bir sorun teşkil eder. Yasaların enfekte olması apayrı
bir başlıktır. İnsanların kalabalıklaştığında normali tayin etmesi ve
kalabalığın hep aydın bireyden geride olması aşılması zor bir güçlük olarak
yaşamlarımızı sıkıştırıp durur.
“Pour ne pas être pris pour un assassin, il suffit de ne pas en
avoir l’air. Toi, tu as bien le profil d’un assassin. Tu t’es pieger par ton
caractere misanthrope et ton discours agressif. Personne n’aiem etre traite d’assassin.
En encore moins par un autre assassin.”
“Bir
katil olarak görülmemek için sadece zihinlerdeki katil imajına uygun
davranmamak yeterlidir.”
Cinayeti
kariyerinde bir basamak yapan Eduardo’nun Enrique’ye söyledikleri, toplumsal
alçaklığın kapalı kapılar
ardında itirafından ibarettir. Toplumda belli eylemler belli davranış
paternleriyle özdeşleştirilerek yalandan bir denge kurulur. Bu her konuda böyledir.
Polisler iyi, hırsızlar kötüdür gibi basit ve genel tespitlerle adalet varmış gibi
yapılarak haksızlıkları eğreti bir sistem uğruna görmezden gelen bir “yalancı düzen”
sağlanır. Toplum adaletin değil, mevcut kör-topal düzenin kölesi olmaya
zorlanır. İnsanların da çoğunun umurunda değildir zaten kendi küçük
çemberlerinin dışındaki adalet. Kitaplardaki Tanrı çoktan ölmüştür. Papazların,
imamların tanrısına tapınmaya zorlanan kitlelerin hali perişandır. Oysa Better
Call Saul’dan Mike’ın şu muhteşem tespitine katılmamak mümkün mü?
"I've known good criminals and bad cops. Bad priests.
Honorable thieves. You can be on one side of the law or the other. “
Altarriba’nın
metninde sosyal ve idari sistemlere ağır bir eleştiri her fırsatta tekrarlanır.
Sen bir uyduruk kararınla binlerce insanın mahfına, ölümüne sebep olan
idarecilere, politikacılara seri katil demeyeceksin, 3 tane insan öldüreni
gazetelerinde günlerce cani diye manşet yapacaksın. Kontrollü bir linç
kampanyasıyla kalabalıkların deşarj olmasını sağlayacaksın. Bu iki yüzlülüğe haklı
bir isyan var Altarriba’da. Bir ticari anlaşmayla hayatı cehenneme çevrilen
insanların hakkını yemeye doymayan kodaman çevrelerin eleştirisini üstüne basa
basa tekrarlar albümde. Bu açıdan bakıldığında Enrique’nin cinayetleriyle
çizdiği resim, umursamazlıkla katlettiğimiz milyonların en keskin ve tuhaf
protestosuna dönüşür.
"SOYKIRIMA DÖNÜŞEN BİR
VAROLUŞ"
Kapanış cümleleri “içimizdeki katile” dair daha net bir
profil sunuyor olabilir:
“Je tuerai pour
denoncer l’holocauste permanent qu’est devenu l’existence…pour entretenir la
creativite…pour continuer a me sentir vivant…et toujours pour l’amour de
l’art…”
“Bizzat kendisi bir
soykırıma dönüşmüş olan varoluşu reddetmek için öldürmeye devam
edeceğim…yaratıcılık adına…yaşadığımı hissetmek adına…ve her zaman sanat aşkıyla…”
Cartier Bresson fotoğrafı, gerçeğin akışından bıçakla
alınmış bir kesite benzetir. Enrique’nin yaptığı ise gerçeğin akışına kanla
çizilmiş resimler yerleştirmek denilebilir.
Siz ne düşünürsünüz bilmem ama Altarriba ve Keko’nun karanlığı bir tutam kan kırmızısıyla
aydınlatmaya çalıştığı “İçimizdeki Katil” grafik-romanı birkaç kez ve
üzerinde düşünerek okunmayı hak ediyor.