13 Aralık 2017 Çarşamba

Ben, Katil (Moi Assassin) - Antonio Altarriba / Keko (Grafik Roman)


İçimizdeki Katil
“Öldürme Sanatı” 

 “Buradaki seri katil bize tanıtılan diğer seri katillere benzemiyor. Ruh hastasının teki değil. Tam tersine son derece mantıklı ve nispeten parlak bir mesleki kariyere sahip. Evli ve bir metresi var. Çok daha tanıdık bir profil anlayacağınız. Belki tanıdıklarımızdan belki de bazı anlarda dönüştüğümüz kişiliklerden birisi diyebiliriz.”
                                                                                                                        Antonio Altarriba (1)

Yine bir Altarriba hikayesi yine bir insanın hayatına odaklanıyor. Enrique Rodriguez Ramirez Bask üniversitesinde sanat tarihi profesörü. Çizgiroman boyunca hayatından segmentler eşliğinde ölüm, yaşam ve sanat konularındaki fikirlerine ve cinayetlerine tanıklık ediyoruz. 


Önce babasından (Uçma Sanatı) sonra annesinden (Hep Kırıktı Bir Kanadı) bahseden Altarriba şimdi kendi özelinde insanlığın genelinin nispeten karanlık bir güdüsünden bahsetmeye başlamış diyebiliriz. Seçilen resimlerin çoğunun bizzat Altarriba’nın ilgisini çeken eserler olması okuyucuya Enrique kadar Altarriba hakkında da ipuçları veriyor. Daha önce burada tercüme ederek yayınladığımız röportajında belirttiği gibi ilki bu albümle başlayan bir üçlemeyi hedefliyor. Bundan sonrakiler “İçimizdeki Yalancı” ve “İçimizdeki Deli” olacak.  

Altarriba albümlerinde alışık olduğumuz üzere bu grafik roman da siyah-beyaz. Fakat katilin aklından cinayetle ilgili bir düşünce geçtiğinde ya da kendisinde yoğun duygular uyandıran bir nesne/şahıs kadraja girdiğinde kırmızı renkle resmedilmiş. Schindler’in Listesi filmindeki kırmızı paltolu kız gibi vurgu amaçlı kullanılan, özel görevi olan bir kırmızı renk albüm boyunca bize eşlik ediyor. Bu tercih hemen Chaboute’nin “Ateş Yakmak” çizgiromanında ateş dışında her şeyin siyah-beyaz resimlendiği, buradakinin tam tersi yaşamı temsil eden bir Chaboute kırmızısının süslediği kareleri hatırlatıyor insana. Kapaktaki “Ben, Katil” yazısına baktığımızda “Katil” kelimesinin siyahla, “Ben” kelimesinin ise kanla yazılmış olması bile üzerinde durulması gereken bir ince anlama sahip. Hikayenin bütünü kapsamında değerlendirdiğimizde bu seçim cinayetin sonradan kazanılan bir güdü olmaktan ziyade içimizde varoluşumuzdan beri taşıdığımız bir içgüdü olduğunun altını çiziyor bana kalırsa. Özenle kullanılan kırmızı, elektronik eşyalardaki aktif olmasa da çalışır ve hazır durumda olma halinin belirtisi kırmızı led ışığının bir benzeri gibi sanki. İçimizdeki stand-by konumunda bir katil bıkıp usanmadan rol bekliyor.

ÇR boyunca sık sık duvarlarda ve sergi salonlarında karşılaşacağımız tabloların ve sanat eserlerinin bir büyük anlam oluşturmaktan ziyade ölüm ve öldürme eylemi üzerine farklı bakış açılarını yansıtan ve çeşitli çağrışımları davet ederek yeni fikirler oluşmasını sağlayan bir rolleri olduğu görülüyor. Ama en önemli işlevleri Enrique’nin içinde bulunduğu ruh hali hakkında ipuçları vermeleri. Altarriba her şeyden önce “düşündürme” konusunda istekli bir ÇR senaristi. Ve hatırlamak da düşünmeye dahil onun kitaplarında. Tür olarak bu eseri “Polar psychologique” yani psikolojik polisiye olarak tanımlayıp tanımlayamadığı sorulduğunda, “polar philosophique” yani “felsefi bir polisiye” demenin daha doğru olacağını söylüyor ki buna katılmamak mümkün değil (1). Fakat psikolojik unsurlar içermediği de söylenemez.


Sayfalarda pek çok ressam, yazar ve düşünürün eserleri konuk edilmiş. Bir süre sonra sanki bir Alan Moore çizgiromanı okuyor gibi atıflarla örülü bir akışın içinde meraklı gözlerle karelerdeki ayrıntıları taramaya başlıyor insan. Altarriba’dan alışık olmadığımız ölçüde “dolu bir arkaplan” var anlayacağınız. Yapım aşamasında sadece senaristlikle kalmayıp görüntü yönetmenliğinden dekor tasarımına kadar her işle ilgilendiği, her sahneye/kareye ayrıntısına kadar titizlikle yaklaştığını kendisi de anlatıyor:

“Je suis un scénariste très minutieux dans la description des vignettes : la mise en scène, la disposition des personnages, la composition, l’éclairage sont des éléments narratifs. “ (1)

Hem “Uçma Sanatı” hem de “Hep Kırıktı Bir Kanadı” ÇRlarında “Uçmak” fiilinin en yakın durduğu kavramlardan biri iradeydi. Burada ise öldürme eyleminin bir suç değil, bir sanat işi olduğu belirtilirken, öldürmenin yine hayata karşı bir irade sergilemekle ilişkilendirildiğini düşündürüyor.


Cinayet üzerinden eylemlerin bildiğimiz anlamda bir nedeni olmayabileceği notu düşülüyor karelerde. “Öldürdü çünkü aldatılmıştı”, “öldürdü çünkü küfür yemişti” denilir ya hep, aslında her şey bu kadar basit değil. Enrique için kimsenin duygusal bir değeri yok. İnsanlara karşı duygusal yakınlıkların olmayınca hepsi birbirinden farksız birer “nesneye” dönüşüyor. Bu durumda birinin ya da birkaçının ölmesi de önemsizleşiyor. Bazen öldürme içgüdüsü ağır basınca modern insan buna bahaneler üretir. Yani birisine sinirlendiğiniz için öldürmüyorsunuz aslında. Üreme gibi öldürme de bir içgüdü olarak içimizde ve bunu tatmin edebileceğimiz, modern ahlaka uydurabileceğimiz bahaneler arıyoruz hepimiz. Enrique bu aldatmacayı kırar ve “ihtiyacı olan cinayeti” eğitimini aldığı sanatı kullanarak nedenlerden bağımsız olarak işler.

Sizi bilmem ama ben kendi içimde öldürme içgüdüsünü hep hissedenlerden oldum. Bu bir istekten daha farklı bir duygu. Güzel bir kadının size hiç sormadan sevişme isteği uyandırması gibi bazen bazı olaylar öldürme hissini uyandırabiliyor derinlerde bir yerlerde. Anlayacağınız Altarriba ilgi çekmek  için aykırı laflar eden yazarlardan değil, hissettiklerini ve fikirlerini toplumsal algıdan bağımsız olarak çözmeye çalışan bir düşünce adamı.


Hikayede cinayetin sosyal boyutu da sık sık ele alınıyor. Soykırımlarla insanları öldürenlere seyirci kalınan bir dünyanın seri katillere olan yoğun ilgisinin ardındaki namussuzluk kurcalanıyor. Yahudi Soykırımı sonrası tüm ülkeler “Bir daha asla” diyerek yemin etmişlerdi hep bir ağızdan. Oysa Ruanda, Bosna ve Sudan’da yaşananların anıları ne kadar taze! Öldürme güdümüz “Ben buradayım!” şeklindeki sürprizli çıkışları ve “Beni öldüremezsiniz!” diyen ironik meydan okuyuşuyla bizimle alay etmeye bayılıyor gibi. Ne gariptir ki sanki en canlı yanımız öldürme güdümüz.

Altarriba siyasi ve ekonomik katliamların aslında insanın içinde varolan bir güdünün suni sebepleri olduğundan, esasında içimizde bunlardan bağımsız bir “katilin” iştahla rol ya da bahane beklediğinden  bahsederken, okuyucu yumurta/tavuk paradoksunun içine yuvarlanıyor sayfalar boyunca.  


Hikayenin bir yerinde sanattaki avangard yaklaşımlar beğenilmesine karşın hayatta ayıplandığından ve bunun üzerinde durulması gereken bir tezat olduğundan bahsediliyor. Bu açıdan baktığımızda, Profesör Enrique bir anlamda bu tezatı yerle bir ediyor. Bu kadar sanatçı her çeşit sanatla ölümü ve öldürmeyi konu alıyorsa, hayatın içinde böyle bir eyleme girişmek de doğal sayılmalı gibi bir mantığa sahip. Enrique adeta yaşamı bir tuval gibi kullanıp eserlerini eylemleriyle yaratıyor. Sanatı yaşamla yoğuruyor. Ne “sanat için sanat” ne de “halk için sanat” diyor. “Sanat için cinayet” düsturunu takip ediyor.

Şimdi eserden alıntılarla başlıklar halinde devam edelim.


OMEGA
 “Hannibal” filmini hatırlar mısınız bilmem. “İçimizdeki Katil” grafik romanı, kalabalığın ortasında meydanda yürüyen yankesiciyi Hannibal Lecter’ın kimsenin fark etmediği ince bir hamleyle öldürmesine benzer bir sahneyle açılırken, balonlarda yankılanan ilk sözler duymaya alışık olmadığımız tarzda:

“Tuer n’est pas un crime. Tuer est un art.”
“Öldürmek suç değil, bir sanattır. “


Hikayenin açılışı için bir meydanın seçilmesi boşuna değil tabii. Kalabalıkların bilinçli körlüğünde yaşanan cinayetler için bundan daha uygun bir mekan bulunamazdı. Katil herkesin ortasında kurbanının boğazını kesip hiçbir şey olmamış gibi yürümeye devam eder. Kurbanın yanındaki birkaç kişi dışında kimse farkında değildir. Kimsenin hayatı zerre etkilenmez. Adamın kanı kimseye değmez. Herkes kendi hayatını kovalamaya devam eder. Ya da hayat onları…

Romanın ana karakteri Enrique’nin sokakta yürüyen adamın gırtlağını usturayla tek hamlede kestiği karede arka planda “Omega” kelimesinin okunması bir rastlantı değil. Omega, Yunan alfabesinin son harfi. Ölümün bilindik bir sembolü aynı zamanda. Altarriba senaryo boyunca sık sık bu yazıda alıntılamaya çalışacağımız göndermelere ve sembolizme başvurmaya devam ediyor.

BruegelThe Triumph of Death


İNSAN ÖLDÜRÜR
Öldürmek sanattır lafının üzerine Enrique’nin paltosunun cebi üzerindeki kan lekesinin, çalışma arkadaşı Eduardo tarafından mürekkep lekesi sanılmasıyla okuyucunun zihninde yazı ve cinayet arasında da ufaktan bir köprü kurulur. Fakat Eduardo’nun şeytanlığı sonlara doğru ortaya çıktığında “pes” dedirtir.

Konferansında Enrique, Bruegel’in The Triumph of Death tablosundan başlayarak çeşitli resimler eşliğinde sanatta ölümün anlamı üzerine bir konuşma yapar. Dinde, siyasette ve dolayısıyla sanatta öldürmenin vazgeçilmez ve köklü bir yeri olduğuna değinir. Bunlar aynı zamanda Altarriba’nın görüşleridir. Bir röportajında kültürümüzün bizzat bu sembollerle dolu olduğundan bahseder:

“J’ignore jusqu’à quel point nous sommes conscients que notre culture est imprégnée des images de torture et de souffrance. L’Espagne, comme pays catholique par excellence, s’y complaît. Nous vivons sous l’icône d’un homme qui souffre en crucifixion. Non seulement l’art classique, des tableaux de Bruegel, Goya, Munch, défilent comme des toiles de fond, mais aussi d’autres formes artistiques, comme les performances et le body art, perpétuent cette exécution de la souffrance.”


İKİ ALTIN KURAL
Enrique’nin cinayeti bir sanat olarak kabul etmesi bazı prensipler oluşturmasına neden olur. “İki altın prensip” der bunlara. Biri, tanıdığı birini, hele ölümü kendisine avantaj sağlayacaksa öldürmemesi. İkincisi ise asla aynı yöntemle öldürmemesi, yani tekrara kaçmamak. Mademki cinayet bir sanat, o halde özgün olmalı diye düşünür. Duygusal bazlı bir cinayeti adi bulur ve sırf bu sebeple küstah rakibi Alarçon’a dokunmayı aklından bile geçirmez.


Altarriba’nın bu albümünde cinsellik pornoya varacak bir yere sahip ama bağlamında kullanıldığı için sırıtmıyor. Hatta diş macunu esprisinde olduğu gibi ayrı bir tad veriyor bile diyebiliriz. Cinselliğin cinayeti görmeyi engelleyici ya da cinayeti yok saydırıcı bir kardeş eylem olarak sunulması yine seviştiği öğrencisinin yalancı tanıklığı ve diş macunu olayı gibi karelerde kendini hissettirir.İkisi de insanlığın en eski ve doğal içgüdüleridir. Hikaye boyunca aralarında belli belirsiz bir “komşuluk” kurulur.


MATER DOLOROSA
Mater Dolorosa
Enrique’nin eşi Cristina, masallar ve psikanaliz üzerine çalışan bir kadın. Çalışma masasının karşısındaki tablo Kırmızı Şapkalı Kız masalındaki büyükanne elbisesi giymiş kurt. Diğer duvardaysa “Mater Dolorasa” inancındaki 7 üzüntüyü sembolize eden 7 hançerle Hz. Meryem resmi asılı. Yani “ızdırap içindeki kadın/ana figürü”. Cristina’nın bilgisayarda çalıştığı konu ise Pamuk Prenses masalı ve kötü kraliçenin zehirli elmayı yedirişi. Masalın aslında orta yaşların sonuna gelen bir kadının dramı olduğunu, elmanın ise adet görmeyi sembolize ettiğini söyler. 

İlerleyen sayfalarda Enrique’den ayrılıp lezbiyen bir sevgili bulacağını düşünürsek bu resimlerle Cristina’nın sık karşılaştığımız “Yalandan ahlakçı” kadın tiplemesine harika bir örnek teşkil ettiğini düşünüyorum. Bunlar genel ahlaka uymanın erdemlerinden bahsedip duran, içlerinde haykıran gerçeği durmadan başkalarına kovalayan, riyakar ve çok rastlanan bir insan tipi. Diğer yandan masaldaki kurt imgesi bir katil ile birlikte yaşamasına gönderme yapıyor olarak da düşünülebilir. Cristina’nın karelerinde masalların ardında saklı anlamlar yoğun olarak hissedilir.



Evlerinde Enrique ve Cristina pencerenin önünde karşılıklı yemek yerken “dışarıdan gelen ışık azalmamasına karşın” tatsız bir birliktelik ve ruhsuz bir konuşmanın etkisiyle ikisinin de üstüne çöken karanlık ardışık 3 kareyle okuyucunun algısına sunularak etkileyici bir sekans ortaya konulur.


İKİ YALANCI, BİRLİKTE AMA YALNIZ
Enrique’nin eşiyle arasındaki gerginliğin önemli bir sebebi vazektomi yaptırdığı için çocuğunun olmaması.Bu durumu yaşamındaki bir tezat olarak çok çarpıcı bir şekilde dile getiriyor, başını kanlı bir yastığa yaslayıp uyumayı beklerken:

“Des annees a provoquer des hemorrhagie alors que j’ignorais celles que Cristina subissait chaque mois a cause de moi…parce que je ne la fecondais pas…”


“Yıllar boyu kan akıtıp dururken, ona istediğini vermediğim için her ay Cristina’nın döktüğü kanı umursamamak…”

Kan dökmek biraz da kendi seçimlerini yapmanın, bazen başkalarının seçimlerini boşa çıkartmak olduğunu düşündürüyor. Bu sahnede ikisi de kanlı bir yastık üzerine yatıyorlar ama Enrique’nin gözlerinin içi kırmızıyken Cristina’da bu yok.

Teoman’ın iki yabancı şarkısı çalıyor sanki bir yerlerde: “İki yabancı. Birlikte ama yalnız.”


Henry Fuseli, Nightmare
Çift yatak odalarında duvardaki Henry Fuseli’nin Nightmare (Kabus) tablosu altında uyku öncesi kitaplarını okurken bile aralarındaki uçurum son derece belli. “Nightmare” resminde birbirleri için ağırlık olmuş, adeta bir incubus (kötü cin) gibi birbirlerinin nefes almasını engelleyen insanların beraberliği hissi okuyucuya seslenir. Cristina Masalların Psikanalizi kitabını, Enrique ise Habeas Corpus’u okumakla meşgul. Tam da habeas corpus’u okurken zihninde “vücut bulan” düşünce ona ilk “işi” olan Gustavo Flores cinayetini hatırlatıp okuru geçmişe götürür.


GELEN AĞAM GİDEN PAŞAMCILAR
Flores, “gelen ağam giden paşam” zihniyetinde bir sahte sanatçı. Özgünlükten uzak. Popülere ve piyasaya dümen kıran bir omurgasız. Türkiye’nin özellikle karasal iklime sahip yerlerinde bol yetişen bir malın İspanyol versiyonu anlayacağınız. Enrique, Gustavo’yu bir zamanlar diktatöre yaranmak için yaptığı boğa heykelini kafasına vurarak etkisiz hale getirir, öldürmek için seçtiği yöntemin herifi şimdi dümen kırdığı modern sanatın bizzat kendisine dönüştürmesi bile çok şey anlatmaz mı? Medyada fink atan “hacıyatmazları” düşündükçe Türkiye’de modern sanat performanslarına geleneksel bir ton katmamız şart gözüküyor. Her şeye rağmen Enrique bir daha cinayetlerini kişisel duygularının bir sonucu olarak işlememeye karar verir çünkü onun için kişisellik sanatı kirleten bir unsurdur.

Felicien Rops, Pornocrates
PORNOKRASİ
Üniversitede işler karışık. Bask ve İspanyol milliyetçiliği kutuplaşmaya yol açarak gerginlik doğururken, Enrique kendi dünyasında bu çatışmalardan uzakta. Tez öğrencisi Edurne yaşamı keskin ve canı istediği gibi yaşamayı seven kuralsız bir kız. Aralarında hoca-öğrenci ilişkisinden fazlası var. Kızın tez konusu “Sanat ve Zalimlik”. Enrique Emil Nolde üzerine çalışmasını istiyor ve daha kolay olacağını söylüyor ama kız “body art” çalışmak istiyor, özellikle ilkel insanlardaki dövme ve yara izleri ilgisini çekiyor. Daha postmodern eğilimleri olan bir karakter. Enrique ve Edurne karakterleri üzerinden bu sefer içgüdülerinin peşinden giderek buluşan iki insanın benzerlikleri ve farklılıkları okuyucuya sahnelenir. 

“Avant de tourner la page, il faut l’ecrire…Faire le recit veridique des faits.”

Üniversitede durmadan yeni sayfa açmaktan bahseden hırpanilerin aksine Enrique doğru bir noktaya değinir. “Önce eskiyle yüzleşmek lazım.”


Edurne’ün evinin duvarları kendi zihin dünyasını yansıtabilecek şekilde süslenmiştir. Emil Nolde’dan Masks ve Felicien Rops’tan Pornokrates.  Boşuna seçilmemiştir bu resimler. Edurne cinselliği sonuna kadar yaşamakla kalmayıp, amaçları için kullanan bir kadın. Bedenini kullanmayı sevmesi body art’a düşkünlüğünden de belli oluyor. Enrique-Edurne ilişkisi aynı zamanda yolları ayrı olsa da birbirine en yakın iki içgüdü olan cinayet ve cinsellik arasındaki ilişkiyi de resmeder. Yataklarının başındaki gözleri bantlı bir kadının altın kuyruklu bir domuzun götürdüğü yere sürüklenişinin resmedildiği Pornokrates tablosunun bir diğer ismi ise Pornokrasi’dir.. Cinselliğin tıpkı cinayet gibi iktidarla yakın ilişkisinin bir başka atıfı olarak değerlendirilebilir.

Emil NoldeMasks

DİN VE VATAN İÇİN ÖLDÜRMEK
Enrique dönüş yolunda öğrencilik yıllarını hatırlar. Buesa’yı teröristlerin bombayla havaya uçurduğu sırada oradan geçmektedir. Vatan, millet, din için öldürdüğünü söyleyenlerden tiksinir ve felsefesini biraz daha iyi anlamamızı sağlayan şu sözü söyler:

“Dans ce monde, tuer pour rien est au fond un acte pacifiste…Du moins bien plus honnete que de tuer pour la patrie…”

“Hiçbir şey için öldürmek, vatan için öldürdüğünü söyleyenlerin yaptığından çok daha dürüst!”


Altarriba son derece haklı bir şekilde “din ve vatan için öldürmek” sloganıyla zehirlenen kitlelerin ikiyüzlülüğünden dem vururken, gençleri kendi hataları ve hırsları uğruna ölmek ve öldürmek için kullanan ahlaksız yöneticilere de iyi bir gönderme yapmış olur. Fakat işin daha vahim boyutları da var. Türkiye’de gencecik çocuğu çatışmada ölünce cenazesinde siyasilere “Bir oğlum daha var, o da feda olsun vatana!” diyebilecek kadar dehşetli bir körlüğün içindeki kitleleri de kapsayan “esas resmi” çizecek Türk çizgiroman sanatçılarını hala bekliyoruz…  


BÜTÜNLÜK, TUTARLI BİR VAROLUŞ MUDUR?
Bir cinayet seyahati daha. Buesa’nın paramparça edilerek öldürülmesi bir çeşit ilham verir Enrique’ye. Yerinde duramaz. Zaten tıpkı bir roman yazarı gibi yaşamda karşılaştıklarından ilham alır cinayetleri için. Buesa korumasıyla birlikte havaya uçunca bedenlerinin parçalanarak bir araya geldiğini düşünür. Ölümde bir araya gelmek. Kafasında tuhaf düşünceler uçuşur. İnsanların parçalandığı resimlere bakar. Fikirler fikirleri kovalar. İnsanın bütünlüğünü koruması üzerine daldığı düşünceler onu puzzle-murder fikrine götürür. Yani kurbanı parçalara ayırıp, bu parçaları farklı insanlara göndermek.


L'homme qui rit (Gülen Adam)
“Quel degre d’integrite faut-il pour conserver son identite? Il s’agit d’explorer les liens entre le nom et le corps. L’existance et la consistance. Quand cessons-nous d’etre quelqu’un pour devenir un tas de viande? Ou comme dirait un artiste contemporain: a partir de quand la deconstruction devient-elle irreversible?”

Çağrıldığı Victor Hugo sergisinde Fabrice Fugain isimli boşa caka satan sanatçı farklı sanat eserleri arasında birleştirici olmaktan bahsederken her söylediği Enrique’ye puzzle-murder’ı düşündürür. Sanatı bir bağlanma, bir bütünleştirme (cohesion) olarak gören bu adam Enrique’nin tam aradığı kurbandır. Kafasındaki semboller yerine oturur. Artık bir sonraki eseri kafasında şekillenmiş gibidir.   


VICTOR HUGO
Victor Hugo, Le Pendu
Biliyorsunuz Victor Hugo aynı zamanda çizimleriyle de tanınır. Bu yönüyle ilgili sergide büyük Hugo’nun unutulmaz sözlerinden birini görürüz:

“L’encre, cette noirceur d’ou sort une lumiere”
“Mürekkep, ışığın çıktığı karanlık…”

Urrabieto ve Hugo’nun “Le Pendu” tabloları yanyana sergilenir. Batman’deki Joker karakterinin yaratılmasında ilham verdiği söylenen “L’homme qui rit” karakterinin tablosu bir kareyi doldurur. Cinayetlerinde kullandığı zeka ve kendine özgü felsefesiyle zihinlerde yer eden Joker karakteri bir an zihnimize konuk olurken, sonraki karede bir Hugo lafı daha düşüncelerimizi kendine çeker:

“L’homme qui ne medite pas vit dans l’aveuglement, l’Homme qui medite vit dans l’obscurite, Nous n’avons que le choix du  noir”

“Düşünmeyen insan karanlıkta yaşar, düşünen insan ise alacakaranlıkta, yani ne yapsak karanlığın bir tonunu seçmek zorundayızdır.”


BODY ART: BİR TUVAL OLARAK BEDEN
Enrique sergide Edurne’le karşılaşır. O da body art sergisi için gelmiştir. Beraber dolaşırlar. Body art’ı bilimkurgu yaklaşımıyla sunan Lucy Mcrae. Sırtını bir pirinç tarlasına dönüştüren Zhang Huan. Yine teknolojiyi insan vücudu ile buluşturan Stelarc. Sansasyonlarıyla tanınan Marina Abramoviç. Aslında bu sanatçıların eserleriyle kıyasladığımızda Enrique’nin “sanat için cinayet” düsturu sıradan gözükür. Onlar da materyal olarak insan bedenini kullanmalarına karşın daha çeşitli ve daha yaratıcı işler ortaya koyarlar. Bu örneklere göz attığımızda Enrique’nin cinayeti değişmez malzemesi kabul eden bir body art sanatçısı olduğunu söyleyebiliriz. Fakat ayrıldığı nokta, onun için kendi çıkarından soyutlanmış bir cinayetin, yaşamın fısıldadıklarını sanat olarak ifade etmenin en saf ya da en iyi bildiği yolu olmasıdır belki de.    


Torturarik ez! (İşkenceye Son!)
Dönüşte eşi Cristina’nın bir mektup bırakarak kendisini terk ettiğini görür. Ertesi sabah eşyalarını almak için karısını karşısında bulduğunda Altarriba’nın üzerindekiler pijamadan ziyade bir mahkumun giysilerine benzer. Cristina ise büyükanne kıyafeti içindeki kurt resminin önünden ayrılmaz konuşmaları boyunca. Ayrılık sebebi olarak Cristina’nın söyledikleri samimidir:

“Kıskançlıkla ilgisi yok ayrılmamın. Kötü kraliçe olmak istemiyorum. Tek istediğim bana güzel olduğumu söyleyecek bir ayna bulmak.”


Evde yalnız kaldığında Enrique eskiden eşiyle oturdukları masada yemek yer. Karşı karşıya otururken yüzlerindeki kararmanın vurgulandığı sahnenin benzeridir ama bu sefer Enrique tek başınadır. Dışarıdan gelen ışık yine azalmamasına karşın Enrique’nin yüzü yalnızken de kararmaya devam eder. Düşünceleri çok farklıdır:

“Chaque assassin a une distance ideale pour prendre plaisir a tuer…Au-dela, il’n’est pas motive..en deça, il n’arrive pas.”

Yalnız kalmak ona bir başka cinayetini hatırlatır. Enrique uzaktan ateşli silahla öldürmeyi sevmez. “eserinin” son nefesini verişini duymak ister. Budapeşte’deki cinayetinde kurbanına ne kadar yaklaşabileceğimi denemek ister ve ne kadar yakın olursa içinde empati duyabileceğini merak eder. Cinayet ve cinsellik konusunda ilgniç bir yakınlık kurar.

“Je n’ai jamais pu tuer dans la proximite extreme de l’acte sexuel ..on dit que douleur et plaisir empruntent les memes circuit “


Araştırma projesinin fonunu üniversite etik bulmadığı için iptal edince ve ayrılıkçılarla İspanyol gericiler beraber karar alınca belki de cinayet ve sanatın birlikteliğini de anımsatan şu sözü söyler Enrique:

“Les extremes toujours finissent par se rejoindre”

Fakültede işler kötüye gider. Bask idaresi İspanyollara kötü davranır. Enrique arka arkaya kötü haberler alır. Biri eşinin tazminat davası diğeri araştırma fonunun kesilmesidir. Hem iş hem özel hayat sözleşmişçesien çöküşe girer. Evinde hava durumu haberlerini seyrederken üniversitenin gönderdiği yazıyı insan şeklinde kesip kafasını koparır. Sonunda dayanamaz ve kafasında epeydir pişirdiği planı uygulamak için seyahate çıkar. İhtiyacı olan kutuları almak için girdiği ambalaj dükkanın dış cephesi kıpkırmızıdır. Bir mekan ilk kez böylesine vurgulu şekilde kırmızıyla resmedilir. Saklamak/Saklanmak da bir cinayet midir? İslamda küfür kelimesinin “örtmek” anlamından evrilmiş olması gelir akla. 

SERİ CİNAYET KURUMSAL BİR İŞTİR
Hayatının kötü gitmesinin de etkisiyle Enrique sonunda uzun zamandır düşündüğü puzzle murder performansını Fabrice Fugain’e tatbik eder. Fugain tam bir züppedir. İnsanlara yukarıdan bakan, süslü konuşmalarla kendini satmaya uğraşan bir sosyal oyuncak. Kafayı “sanatta bütünlükle” bozması kendi sonunu da tayin eder.  

“Je vais vous faire perdre votre cohesion, entierement et a jamais”
“Bütünlüğünü tamamen ve sonsuza kadar elinden alacağım”

Enrique kendisini seri katil olarak tanumlamaz. Hatta bundan nefret eder. Devlet başta olmak üzere dev kurumların işlediği milyonlarla ifade edilen cinayetlerin “seri cinayet” olarak adlandırılmayıp bu sıfatın insanlara yakıştırılmasını haklı olarak yanlış bulur. 

“Seri katil olarak adlandırılmayı kabul etmiyorum. Kendi için öldüren katiller kişisel metodlar kullanır hep”

“Serileşmek ölümü seri üretime bağlamayı gerektiriyor. Sistemin içindeki şiddet, sistemin normalize ettiği şiddet bunu yapabilir ama ben değil. Ben bir seri katil değilim. Benim her cinayetim kendine özgü “

Sanayi toplumunun seri üretim çılgınlığı sayesinde yemeklerimiz zehire, evlerimiz lüks bir hapishaneye dönüşürken memnuniyet sergileyen insanlarız. Yılmaz Erdoğan’ın “Neşeli Hayat” filminde gayet çarpıcı bir tespiti vardı:

“Gözünü yükseğe diktiği zaman aşağıda darlanıyor insan. Sonra da utanacağı şeye sahip çıkıyor; sahip çıkacağı şeyden utanıyor.”.


Çağlardır süren sosyolojik yönlendirmelerin bilinç üzerindeki ağırlığı, hayatın kendisini dahi kenara itebilecek noktaya vararak tuhaf bir insan tipi yarattı. “Zararına olana sahip çıkan, yararına olana ise karşı çıkan bir toplum”. Her şey nasıl sunulduğuna bağlı. Modern çağlarda teknolojinin yardımıyla bu kısır ve köleleştirici döngü kırılabilir gibi gözükse de, teknolojinin aynı zamanda olumsuz yönlendirmelere de aracılık etmesi, yani iki ocağa da odun taşıması çok iyimser olunmasını engelliyor diyebiliriz.  

”Je me repete toujours le meme refraine. La plupart de crimes ne sont jamais elucides..Les statistiques sur les success policiers sont gonflees pour decourager les criminels..ils attrapent les auteurs de crime passionels, mais tres rarement les meurtriers qui oevrent avec methode et soin…”

“Hep aynı nakaratı tekrarlıyoruz. İşlenen suçların çoğu aydınlatılmaz aslında. Polislerin yayınladığı istatistikler suçluların gözünü korkutmak için yapılan şişirilmiş rakamlardır. Duygularıyla cinayet işleyenleri etkileyebilirler ama öldürmeyi sanat olarak görenler için bir anlamları yoktur.”

Emniyet tedbirlerinin esası caydırıcılıktır. Tıpkı hukuk gibi. Ballandıra ballandıra anlatılan inişteki suç oranları falan toplumsal bir peri masalının yalanlarından biridir. Yoksa suçu yaratan koşulları görmezden gelen bir toplumun, suçlu ilan etme yetkisi de tartışılır olmalıdır. Hukukun gücü yakaladıklarından değil, vazgeçirdiklerinden gelir. Oysa öldürme eylemini sanata dönüştürmüş bir katil kişisel adalet duygusunun kırıldığı noktalarda öldürmez. Sonunda ne olacağını düşünmez. Onun için bir yaşam tarzı, kendini ifade etme biçimidir öldürmek.  


“SAVAŞIN YIKIMLARI” (Desastres de la Guerre)
Parçalara ayrılmış haldeki Alarçon’un cesedini bulduktan sonra polisler Enrique’nin peşine düşer. Karda ayak izlerini gördükten sonra iki polisin peşinde olduğunun verilmesi sinematik ve etkileyici bir sekans sunar. Mekan olarak karakola girdiğimizde duvarlar siyasilerin portreleri ve kayıp ilanlarıyla konuşur.  

Sorguda Goya’nın “Desastres de la Guerre” tablolarında kimliğin parçalanması ve yok edilmesi üzerine yazısı karakoldaki sorgusunda delil olarak alınır. Tam sana yakışan bir cinayet demeye getirirler. Çalışmasının ismi bile şüpheli sayılmasına yeter:

Demembrement et annihilation de l’identite dans les Desastres de la Guerre gravür serisi.
Enrique Rodriguez Ramirez


O kadar cinayet işlemişken, işlemediği bir cinayetten tutuklanmak keskin bir ironidir. İşlemediği cinayetlerin suçlusu ilan edilmiş insanların kesif trajedisi hissedilir. “Milli soyguncuların” ortaklarını korumak için “milli seferberlik” ilan ederken, suçsuz öğretmen annelerinin polislerce yerlerde sürüklendiği ülkelerde, suç işlemeden suçlanmak suç işleyerek kendini kurtarmaktan çok daha sık yaşanır. Öyle yaman çelişkilerle karşılaşırsınız ki gerçeği kurtarmak için yalancı şahitlik etmek zorunda kalırsınız yıllarca. Çetin Altan’ın yazdığı “Büyük Gözaltı” bitmek bilmez. Katilin bile namuslusu ve namussuzu vardır diye düşünür insan.   Altarriba “çıkarsız bir katilin” yaşadıklarından hareketle sistemin zavallılığını gözler önüne serer.


MODO DE VOLAR
Sonradan “Desastres de la Guerre” isimli kendi içinde bir çeşit “sequential art” habercisi ve öncüsü diyebileceğimiz Goya’nın bu gravür serisini (83 parçaymış) araştırdığımda karşıma çıkan on üçüncü parça  Modo de Volar (Uçmanın Yolu) Altarriba’yla birleşince kafamda çakan kıvılcımlar inceden bir gülümseme uyandırdı. Keşke açıktan kullanılsaydı, harika bir gönderme olurdu diye düşünmedim değil.

“…Nous somme tous des assassins en puissance”
“…Hepimiz eylemlerimizle birer katiliz”


Gözaltında tutulduğu sürede Enrique’nin hapishanedeki düşüncelerine tanıklık ederiz. Mekan parmaklıkların ardına dönüşmüştür artık. Hapishane duvarlarında eğri büğrü grafitiler okuyucuyu selamlar. Seri katilin doğuşuyla endüstri toplumuna geçiş arasında bir bağlantı yoktur Enrique’ye göre. Kötü bir çevre, travma, ya da ideoloji de yoktur bunca cinayetin arkasında. Bunlar sadece tetikleyici unsurlardır. Cinayet, iktidar ve sağkalım içgüdülerinin bir dışavurumudur. Hepimizin ev sahipliği yaptığı bir katil vardır. İnsan tabiatının bir parçasıdır. Belki de milyonlarca yıllık bir genetik mirastır. Bıkıp usanmadan kapımızı çalan bir eski dosttur. Evet, dosttur çünkü zamanında onun sayesinde hayatta kalabilmiş olduğumuzu biliriz derin seyir defterlerimizde. Köpekler gibidir aslında biraz. Artık ihtiyacın kalmamış bir eski dost gibi itersin öldürme içgüdünü uzaklara. Cinayeti ölüme terk edersin. Ama o hep bir yolunu bulur.    


PORNOKRASİ
Edurne kendiliğinden ve beklenmedik şekilde yalancı şahitlik yapınca Enrique hapsiten çıkar. Gerçeğin adam yerine konmadığı yerlerde yalan yalanı temizler adeta. Enrique kadının evine taşınır. Yine bir mekan değişimi ve Altarriba tablolar yoluyla karakterlerinin değişen duygudurumlarını ve düşüncelerini okuyucuya fısıldamaya devam eder. Artık duvarlarda eşinin masallardan alıntı tablolarının yerini Delvaux gibi ölümle arkadaşlık eden sanatçıların işleri almıştır. Mater dolorosa’dan pornokrasi’ye geçiş kendini iyiden iyiye hissettrir. Eve girer girmez Delvaux ve “Conversation” tablosuyla karşılaşması yeni ilişkisinin özeti gibidir. Bilgisayar başındayken yanında ona bakan üst üste dizilmiş kitaplar bir başka sembolik boyuttan bahseder. Balthus’un Kediler ve Kızlar isimli kitabı, ergenlik dönemindeki kızları resmetmesiyle ünlü bu ressamın üzerinden kendinden epey küçük sevgilisinin evine taşınan Enrique’nin durumu tarif eder aslında.


The Conversation, Paul Delvaux
“L’Art et beaute ne se confondent pas. L’art ne consiste pas a suivre un canon de façon plus ou moins fideles quant  aux contenus. L’art par essence doit s’inquieter, surprendre, emouvoir, et meme irriter.”

“L’Art et plus frequemment terrible que beau. Et il releve d’avantage de la transgression que de l’obeissance a une forme”


ÖZÜ KORUMAK İÇİN ŞEKİLSİZLİĞE SIĞINMAK
Maddi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen ve bu uğurda her türlü şekli alabilen Eduardo Marin’le konuşmasının hemen ardından verdiği bir konferansta, şekilden şekile giren insanları resmedenlerle ilgili bir konferans vermesi rastlantı değildir. Sanatın şekle sadık kalarak bir güzellik müridine dönüşmemesi gerektiğinden bahseder. Otto Dix, Francis Bacon ve Jerome Witkin gibi deforme ederek mecazi anlatıda gerçeği kovalayan ressamlardan örnekler geçer karelerde.

 “Pourquoi la transgression est-elle valorisee en art alors qu’elle est reprouvee?"

Seyircilerden biri aykırılığın sanatta övülürken gerçek hayatta ayıplanmasının nedenini sorar. Enrique’nin iki yüzlülükten “çok yüzlülüğe” geçmiş postmodern hayatlarımıza fırlatılan eleştiri karşısında dinleyicisine “iyi bir soru” demekten başka bir şey elinden gelmez.

Francis Bacon, Three Studies for Figures at the Base of a Crucifixion

Jeol-Peter Witkin, Desirable Corpses
HAKSIZLIK DA BİR CİNAYETTİR
Üniversitede işler gittikçe kötüye gider. İnsani Bilimler Komitesinin başına, koltuğu kapabilmek için Alarçon’u Enrique’den şüphelenilecek tarzda öldüren Eduardo Marin seçilmiştir. Bir ironi bombası daha patlar okuyucunun gözleri önünde. Sadece şeklin takipçisi haline gelmiş akademik ve bürokratik kurumların içinin boşalmış olması da es geçilmemiş olur. Kurumların cinayetidir bir nevi. Haksız atamaları yapan kurumun (ANECA) kırmızıyla resmedilmiş olması boşuna değildir anlayacağınız. Haksızlık da bir cinayet değil midir?


Cinayet içimizde hep taşıdığımız bir içgüdü müdür yoksa sonradan yaşadıklarımızla mı ortaya çıkar sorusu üzerine yıllarca çalışan, Treblinka gibi toplama kamplarının kumandanı Nazi subayı Franz Stangl ile uzun söyleşiler gerçekleştiren ve bunları kitaplaştıran Gitta Sereny’nin “Desde aquella oscuridad” kitabını Enrique’nin elinde görmemiz tabii ki bir grafik süsün çok ötesinde anlamlara sahiptir.


Önce “NOBODY”, sonra “NO BODY”, sonunda “SOMEBODY”
Enrique hayatında sadece bir kadın öldürür. Valladolid şehrindeki sanat müzesinde görevli Consuelo Gil Garcia’yı kurbanı olarak seçme sebepleri yine ilhamla açıklanabilir. Müzede acı çeken İsa ve Meryam heykelleri görür her yerde. Istırap içindeki bir insanın kurtuluşunu cinayetle resmetme fikrine kaptırır kendini. Tam bu sırada Consuelo eserlere dokunmanın yasak olduğunu söyleyerek kafasındaki resme girer. Kadının içine kapanık ve toplumun dışına itilmiş mutsuz görünümü ressamını bulmuştur. Enrique onun hakkında kararını verir:

“Elle etait morte dans la vie.”
“Yaşarken çoktan ölmüştü”


EN İYİ İNSAN ÖLÜ  İNSAN MIDIR?
Cinayet görevini yapar. Herkesin hakkında olumlu konuştuğu, yaşarken asla söylemedikleri övgüleri sıraladıkları bir “azizeye”dönüşür kadın. “Kör ölür badem gözlü olur” misali. Kendini topluma satmaya çalışır her insan. Bu satışın klasikleşmiş sloganlarını kullanmak için hiçbir fırsatı kaçırmaz. Enrique’nin cinayeti bir sanat olarak görmesinin ardındaki felsefe biraz daha açık hale gelir bu cinayetle. Yaşarken ölü yerine konan bu kadını ölürken dirilttiğine inanır Enrique:

“J’ai reussi a la faire vivre dans la mort. “
“Ona ölümle yaşam verdim…”

“Comme l’acquisition d’une identite pour Consuelo dependait d’une bonne dissimulation de son corps, J’ai appele cette performance ‘no body’..”

“Consuelo’nun toplum içinde var olabilmesi için vücudunun parçalara ayrılması gerekiyordu. Bu performansımı “no body” olarak adlandırdım.


Burada zekice bir kelime oyunu ve arkasında gizli bir anlam derinliği var. Vücudu ortadan kaldırınca (no body), hiç kimselikten (nobody) vücutsuzluğa, ruhsuzluktan bedensizliğe terfi ediyorsun ki, bu hiç kimse olmaktan daha iyidire getiriyor Enrique (nobody’den no body). Belki beden bütünlüğünü kaybediyorsun ama bir şahsiyet sergilemiş ve kalabalığın dikkatini çekmiş oluyorsun. Yani somebody oluyorsun.

Ölümünün ardından herkesin bir köşeye itip terk ettiği bu kadına övgüler düzmesi ve tüm gazetelerde derin üzüntülü bir üslup kullanılmasıyla Enrique’nin sanatı amacına ulaşır. Hatta yetkililer kadının bir büstünü yapıp müzeye dahil ederler. Enrique sanatıyla bu silik ve unutulmuş kadından bir “somebody” yaratabilmiştir. İşte cinayet bunun için bir sanattır.


PERFORMANS SANATI
Valdes Leal resimleri üzerinden tez savunmasında sanatı dini bir çerçevede değerlendirmekte direten meslektaşıyla Enrique birbirine girer. Çevresinden duyduğu hoşnutsuzluk artar. Edurne’ün evine misafirliğe gelen iki performans sanatçısı gencin düşünceleri tiksinti duymasına yol açar. Abel ilginç bir karakterdir. Yatak dışında her yerde uyuyabilir. Bir keresinde Bogota’da kendini satmıştır. “Para karşılığı bana ne isterseniz yapabilirsiniz” der. Enrique, Kuran’ın sayfalarını yemek, kendini komaya sokup tünelin ucunda ışık görme deneyimini yaşamak istemek gibi bu iki gencin performans sanatı olarak gördüğü eylemleri küçümser.. Belki de sanattan çok ilgi arsızı olduklarını düşünür. Oysa kendisi imza atmaya bile tenezzül etmeyen gerçek bir performans sanatçısıdır.


KATİLİZ İŞTE, KABUL ETMEK İSTEMESEK DE…

 “Le plus grand tueur en serie, c’est le temps. Tot ou tard. İl n’est pas presse. Nous succomberons tous a ses desseins criminels…”

Enrique hem dinlerin hem de sanatın özünde yaşamak için öldürmek eyleminin asli yeri olduğunu düşünür. Sanat tarihinin bunlarla dolu olduğunu her frsatta tekrarlar ve örneklendirir.

“La modernite a fait de l’assassinat un acte execrable. Mais ce n’est la qu’un vernis esthetique…Trois mois d’entrainement militaire suffisent a nous restituer notre nature meurtriere. Apres quoi, un petite alibi ideologique et l’action criminelle se transforme en geste heroique”

İçimizdeki katilin köklerinin derinliğine dikkat çeker. Ondan ne dine ne sanata kaçarak kurtulamayacağımızı, çünkü bizzat bu temiz olduğu düşünülen kavramların öldürme içgüdüsünün üzerinde yükseldiğini verdiği örneklerle hikaye boyunca yineler. 

 “Nous sommes des assassins. Nous n’avons jamais cesse de l’etre. Nous avons simplement ameliore nos techniques et les justifications  pour le dissimuler…”

“Hepimiz katiliz. Asla katil olmaya ara vermedik. Sadece cinayetlerimizi örtbas edecek teknikler ve bahaneler üretme konusunda daha usta hale geldik”


İKTİDAR KATİLDİR
“Le pouvoir est meurtrier. On tue pour le conquerir mais aussi pour le conserver…”
“İktidar katildir. Hem ele geçirmek hem de elde tutmak için öldürür”

“L’imposture politique, scientifique ou  artistique, la manipulation de l’information sement la mort intellectuelle a tout va…sous couvert d’une legislation soi-disant humanitaire, nous avons permis a l’elan meurtrier de presider notre vie commune…”

Öldürmeye sadece bireysel bir içgüdü olarak bakılamaz. Cinayetlerin yasallaştırılması ciddi bir sorun teşkil eder. Yasaların enfekte olması apayrı bir başlıktır. İnsanların kalabalıklaştığında normali tayin etmesi ve kalabalığın hep aydın bireyden geride olması aşılması zor bir güçlük olarak yaşamlarımızı sıkıştırıp durur.

“Pour ne pas être pris pour un assassin, il suffit de ne pas en avoir l’air. Toi, tu as bien le profil d’un assassin. Tu t’es pieger par ton caractere misanthrope et ton discours agressif. Personne n’aiem etre traite d’assassin. En encore moins par un autre assassin.”

“Bir katil olarak görülmemek için sadece zihinlerdeki katil imajına uygun davranmamak yeterlidir.” 


Cinayeti kariyerinde bir basamak yapan Eduardo’nun Enrique’ye söyledikleri, toplumsal alçaklığın kapalı kapılar ardında itirafından ibarettir. Toplumda belli eylemler belli davranış paternleriyle özdeşleştirilerek yalandan bir denge kurulur. Bu her konuda böyledir. Polisler iyi, hırsızlar kötüdür gibi basit ve genel tespitlerle adalet varmış gibi yapılarak haksızlıkları eğreti bir sistem uğruna görmezden gelen bir “yalancı düzen” sağlanır. Toplum adaletin değil, mevcut kör-topal düzenin kölesi olmaya zorlanır. İnsanların da çoğunun umurunda değildir zaten kendi küçük çemberlerinin dışındaki adalet. Kitaplardaki Tanrı çoktan ölmüştür. Papazların, imamların tanrısına tapınmaya zorlanan kitlelerin hali perişandır. Oysa Better Call Saul’dan Mike’ın şu muhteşem tespitine katılmamak mümkün mü?

"I've known good criminals and bad cops. Bad priests. Honorable thieves. You can be on one side of the law or the other. “

Altarriba’nın metninde sosyal ve idari sistemlere ağır bir eleştiri her fırsatta tekrarlanır. Sen bir uyduruk kararınla binlerce insanın mahfına, ölümüne sebep olan idarecilere, politikacılara seri katil demeyeceksin, 3 tane insan öldüreni gazetelerinde günlerce cani diye manşet yapacaksın. Kontrollü bir linç kampanyasıyla kalabalıkların deşarj olmasını sağlayacaksın. Bu iki yüzlülüğe haklı bir isyan var Altarriba’da. Bir ticari anlaşmayla hayatı cehenneme çevrilen insanların hakkını yemeye doymayan kodaman çevrelerin eleştirisini üstüne basa basa tekrarlar albümde. Bu açıdan bakıldığında Enrique’nin cinayetleriyle çizdiği resim, umursamazlıkla katlettiğimiz milyonların en keskin ve tuhaf protestosuna dönüşür.



"SOYKIRIMA DÖNÜŞEN BİR VAROLUŞ"
Kapanış cümleleri “içimizdeki katile” dair daha net bir profil sunuyor olabilir:

 “Je tuerai pour denoncer l’holocauste permanent qu’est devenu l’existence…pour entretenir la creativite…pour continuer a me sentir vivant…et toujours pour l’amour de l’art…”

 “Bizzat kendisi bir soykırıma dönüşmüş olan varoluşu reddetmek için öldürmeye devam edeceğim…yaratıcılık adına…yaşadığımı hissetmek adına…ve her zaman sanat aşkıyla…”

Cartier Bresson fotoğrafı, gerçeğin akışından bıçakla alınmış bir kesite benzetir. Enrique’nin yaptığı ise gerçeğin akışına kanla çizilmiş resimler yerleştirmek denilebilir.  

Siz ne düşünürsünüz bilmem ama Altarriba ve Keko’nun karanlığı bir tutam kan kırmızısıyla aydınlatmaya çalıştığı “İçimizdeki Katil” grafik-romanı birkaç kez ve üzerinde düşünerek okunmayı hak ediyor. 


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...