Öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Eylül 2025 Pazartesi

Öykülerim | Kızıl Kiremitlerin Kıyısında

Uyandığında tir tir titriyordu. Pencereden sızan ışığa bakılırsa güneş doğmuştu ama sımsıkı kapalı perdeler, içeride sadece loş bir aydınlığa müsaade ediyordu. Önce yorganı üstüne çekip başını da içine sokarak ısınmaya çalıştı. Eylülün ilk haftaları yazdan kalma sıcacık bir havayla geçiyordu ama içindeki soğuk umursamıyordu bile. Kafasını tekrar dışarı çıkarıp, yüzünde şaşırmış bir ifadeyle etrafına baktı. Odada dayanılmaz bir soğuk dışında her şey normal gözüküyordu. Yaklaşık 6 aydır bu haldeydi, üşümekten başka bir his yoktu sanki hayatında. Yazın geçer belki demişti doktorlar ama ağustosun en sıcak günlerinde bile daha da kötüleşmişti içini kaplayan soğuk hissi. Kalktı, battaniyeyi sırtına alıp salona doğru yürüdü. Her şey akşam bıraktığı gibiydi. Perdeleri açıp yüzü güneye dönük, penceresinden sokağa baktı. Aşağıda insanlar toplanmıştı ve bir ambulansın ışıkları yanıp sönüyordu. Belki de insanlar yoktu, ambulanstan da emin olamadı, sonra ışıklar ve insanlar birbirine girdi. Sonra. Baş dönmesi. Soğuktan aklı ona oyunlar oynuyordu belki. Yutkundu, midesinin bulandığını hissetti. Perdeyi kapatıp açınca hepsi kayboldu, sakin bir sokak görüntüsü karşısındaydı şimdi. Kimsenin üşür gibi bir hali yoktu, şortla gezenler bile vardı. Sorunun kendisinde olduğunu hatırlattığı için hemen perdeyi bir kez daha kapatıp pencereden uzaklaştı. İnsan bir derdi başkalarının da paylaştığını gördüğünde yalnızlık hissinden kurtulur ve bencil bir sevinç duyar. Aksi halde iyice yıkılır, sorunun kişiselliği, harekete geçmesini gerektirir çünkü. Mutfağa gidip bir kahve yaptı. Hızlı hızlı içti. Sanki yapacak bir işi varmış gibi.

Aylar önce başlayan üşüme hissi bir daha ne yaparsa yapsın geçmemişti. Gitmediği hastane denemediği tedavi kalmamıştı. Sıcacık havalarda dahi montsuz paltosuz dışarı çıkamaz halde olmak ona korkunç bir sıkıntı veriyordu. Doktorlar çaresizdi. Evi ne kadar ısıtırsa ısıtsın değişen bir şey olmuyordu. Artık pes etmiş, yeni hayatına alışmaya çalışıyordu. Hiçbir şey eskisi gibi değildi. İnsanların bakışlarından bunaldığı için sokağa çıkmak gelmiyordu içinden. Kat kat giyimli halde aralarında dolaştığında onu işaret edip fısıldaşıyor, hatta bazen laf atıyorlardı kahkahalar eşliğinde. Çaresiz evine kapandı. Aklında tek bir soru vardı. Bir türlü cevaplandıramadığı tek bir soru. Soğuk, buz gibi bir soru. Neden üşüyordu?

Normalde hafıza sorunu yok gibiydi ama soğuktan öncesine dair boşluklar vardı. Ne kadar uğraşsa, sorunun kaynağına dair bir şey hatırlayamıyordu. Ailesi bu konuda bir şeyler anlatmaya çalışmış ama onlar daha söze başlar başlamaz kulakları çınlamaya başlamış ve bayılmıştı. Bir daha da konu açılmamıştı aralarında. İşitme duyusu da istemsiz olarak bu konuda konuşulmasına izin vermiyordu anlaşılan. Anne ve babası ayda bir uğrar, erzak falan getirirler, hem ona acıyan hem de sanki suçluluk duyan bakışlarla biraz oturup giderlerdi. Sanki usta bir kurgucu hayatından belli bir kısmı pürüzsüz bir şekilde kesip atmıştı. Ev hapsine dönmüş bir yaşam. Dışarıdan ihtiyacı olan her şeyi sipariş verip kapıya getirtiyordu. Arkadaşı kalmamıştı, zaten çok yoktu. Kitaplara, filmlere vermişti kendini.


Artık bu kabusu kabullenmişken, günler böyle geçip giderken, eylülün ikinci haftası gibi balkon kapısına vurulduğunu duydu. Salona gitti. Bir leylek duruyordu camın ardında. Gagasıyla kapıya vurur gibi tıklatıyordu camı. Bir misafirdi adeta. Adam ilk kez böyle bir durumla karşılaşıyordu. Tuhaf bir kıpırtı duydu içinde. Sanki kanatlanmış gibi hareketleri hızlandı. Hafta sonu bir kilo balık alıp buzdolabına koyduğunu hatırladı. Aslında deniz ürünlerini sevmezdi ve bunu neden yaptığına bir anlam verememişti. Büyülenmiş gibi dolaptan torbayı alıp ona doğru yürüdü ve balkon kapısını açtı. Balıkları bir kaba boşaltırken kuşun bacağında tuhaf bir kabartı fark etti. Dikkatle bakınca bir kağıt iliştirildiğini gördü. Kuş önce vazifesini tamamlamak istiyor ve onu bekliyor gibiydi. Bir postacı  gibi. Balıklara bile hamle yapmamıştı.  Genç adam çekinerek ama merakla kuşun bacağına sarılmış kağıdı çözmeye başladı, leylek bunu bekler gibi kıpırdamadan duruyordu, kağıdı alıp kapıyı kapatırken kuş balıkları yemeye başlamıştı bile. Sanki görevini tamamladığına kanaat getirmiş gibi. Soğukların başladığı sabahtan beri hiç bu kadar heyecanlandığını hissetmemişti genç adam.  Birisi yaşadığını hatırlatmış gibiydi. Soğuk hissizlik duvarı yıkılmıştı nihayet. Rulo halindeki kağıdı açtı ve gözleri yazının üzerinde gezdikçe büyüdü.

Kısacık bir mesajdı. Okuduktan sonra masanın üzerine bıraktı. Önce kışlık şapkasını çıkardı ve atkısını çözdü. Sonra evde üzerinden eksik etmediği kürklü montunun fermuarını açtı, çıkarıp koltuğun üzerine koydu. Hava alabildiğine serindi o gece ama sıcak havalarda bile kat kat giyinen adam soyunmaya devam etti. Çırılçıplak kalana kadar büyük bir huzur içinde soyundu. Artık titremiyordu. Üşümüyordu. Soğuktan eser yoktu. Kapıyı açtı. 7 katlı apartmanın en üst katındaydı dairesi, çatıya giden yıkılacak gibi merdivenleri tırmandı. Rahat adımlarla kiremitlerin üzerinde yürüyerek en uçtaki bacanın yanına gitti. Her tarafta çok eskiden kalma söndürülmüş sigara izmaritleri vardı. Artık her şeyi hatırlıyordu. O buz gibi Mart gecesi birkaç dakika öncesi kadar, sevdiğinin kokusunu duyabileceği kadar yakındı ona. 

Genç kız akşamları çatıya çıkıp baharda gelen leyleği beslemeyi çok severdi. Sonra da sigarasını yakar, genç adama sarılıp önlerinde uzanan şehri işaret ederek hayallerinden bahsederdi. Bir gün çatıda kanadı incinmiş bir leylek buldular. Kız onu kendine benzetmiş, tedavi ettirmiş, birkaç hafta baktıktan sonra serbest bırakmış, fakat uçurmadan önce leyleğin ayağına bir kağıt bağlamıştı. Defalarca sorsa da ne yazdığını ona söylememişti kız. Hemen ardından kar atıştıran o buz gibi gece. Son akşamları. Aileleri bir türlü birlikteliklerine izin vermeyince, ayrılmaktansa beraber intihar etmeye karar verdikleri, kendilerini uçurum gibi bir ümitsizliğe bırakıverecekleri o uğursuz gece. Toplumun yaşam şansı vermediği medeni azınlıktan iki gencin kara ve karlı son gecesi. Tam el ele atlayacakken genç adam son anda ne olduysa vazgeçmiş, ama sevgilisi kendini aşağıya bırakırken yaptığı hamle onu kurtarmaya yetmemişti. Sonrası malum. Ayrılık ve ansızın beliren amansız bir soğuk ile kısmi hafıza ve işitme kaybı.

Genç adam gözünden akan yaşlara karşın buruk bir mutluluk hissediyordu sanki. Sözünü geç de olsa tutmanın verdiği bir gönül rahatlığı belki. Ne çok sağlam ne de çok kaypak durmayan eğreti kızıl kiremitlerin yerini boşluğa bıraktığı son noktaya kadar yürüdü. Notta yazan kısacık cümleyi kısık sesle tekrarladı: “Madem aşağıya gelmedin, yukarıda bekleyeceğim”.

Kızcağız onları ayıranın, anlaşmayı bozanın, er ya da geç en çok sevdiği insanın ta kendisi olacağını anlamıştı demek ki. Kim bilir, belki de bu kararı almasına da, uğruna ailesini okulunu terk ettiği sevgilisine karşı için için duyduğu bu büyük hayal kırıklığı sebep olmuştu. Çatının kıyısına doğru yaklaştıkça genç adamın içini sıcacık hisler kaplıyordu. Kalbi deli gibi atıyor, içi ısındıkça ısınıyordu. Gözlerinden yaşlar süzülmüyor çağlıyordu adeta. Kanı ihaneti ortaya çıkmış bir hain gibi, kaçacak bir yer arar gibi, vücudunda dört dönüyordu. Evinde yaptığı gibi yüzünü güneye döndü ve kızıl kiremitlerin kıyısında, uçmaya hazırlanan göçmen kuşlar gibi kollarını iki yana açtı. Aşağıya doğru kararlı ama gergin bir adım attı. Boşluk için bu kadarı yeterliydi, ikinci adımı söke söke kendisi aldı.

Gecenin içinde bir kanat sesi duyuldu. Sürüsünün gerisinde kalmış bir kuş, geç de olsa, görevini yerine getirmiş olmanın rahatlığıyla, karanlık şehrin üstünde, ait olduğunu hissettiği adresi bilinmez bir yerlere doğru kanat çırpıyordu, yaşam sevinciyle. 

Yazan: L. Kızıltoprak



Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

24 Mart 2018 Cumartesi

Philip K. Dick's Electric Dreams (Dizi) "Kill All Others" (S1E7) Bölüm İncelemesi


Philip K. Dick’in “The Hanging Stranger” hikayesinin serbest uyarlaması. Dee Rees yazıp yönetmiş.

Mel Rodriguez, Philbert Noyce rolünde. “Better Call Saul” seyredenler Jimmy’nin gençlik yıllarındaki suç ortağı Marco Pasternak olarak hatırlayacaklardır. Yine işyerindeki ustabaşı rolünde, Westworld dizisinde Peter Abernathy olarak seyrettiğimiz Louis Herthum var.

Kuzey Amerika birlik olmuş: Mex-US-Can, yan Meksika-ABD-Kanada birliği. Kendilerine “meganation” diyorlar.  “Seçim” kelimesi gerçek anlamını kaybetmiş, nihai olarak tek aday çıkıyor ve oylanıyor. Sloganı bile hazır: “Mexuscan..Yes us can!”. Fabrikalar büyük oranda otomatize. Koca fabrikada birkaç insan çalışması yetiyor, o da yasalar gereği.

İşte böyle bir “mahallede” yaşayan sıradan bir fabrika işçisinin (Philbert Noyce) çevresindeki “melek yüzlü iblislerin” farkına varıp konuşmaya başlamasıyla, bırakın toplumu en yakınları tarafından bile dışlanması ve etrafındaki çemberin daralışı konu edilmiş.     


Daha önce benzerleri çok işlenmiş bir distopya ortamı sunsa da sıkılmadan seyrettim. Dizinin diğer bölümlerinde olduğu gibi kafamda düşünceler uçuşturan paslar alabildim. Zihnimi hareketlendirdi. Düşünsel rüzgarlar estirip yeni fikirler çıkartmama katkı yapan programları seviyorum. American Horror Story dizisinin yedinci sezonundaki gibi dibine kadar siyasi alegori içeren ve bunu teknolojinin tekinsizliği ile harmanlayan, yeni bir şey sunmasa da sağlam bir hikaye .  

Bu serinin genelinde olduğu üzere burada da hikayenin içine ilgi çekici fikir fragmanları serpiştirilmiş. Mesela nette gezerken bilgisayar ekranının her tarafından çıkan “fırlama” (pop-up) reklamlar var ya, işte onların birer hologram olarak evinizin içinde dolaştığını düşünün. Hani Star Wars’un ilk filminde Prenses Leia’nın görüntüsüne benzer şekilde. Hikaye tam da böyle bir reklam çılgınlığıyla açılıyor. Traş olurken aynada bir kovboy yeni bir jileti tanıtıyor. Buzdolabını açıyorsunuz, erotik giyimli bir kadın elinde bir peynir markasıyla karşınızda beliriveriyor. Elektronik iletişimdeki mütecaviz reklam çılgınlığının bilgisayar ya da cep telefonu ekranlarından dışarı taşmış hali üzerine çarpıcı sahnelerdi. 



Philbert otomatikleşmenin baskıcı hale gelmesinden rahatsız kendi halinde bir adam. Arkadaşlarının şu lafı durumu açıklıyor:

“U re such a fucking manualist”

Otomatikleşmeye ve teknolojiye karşı değilim ama her yeni hizmetin ya da her otomatikleşmenin kabul edilmesini tehlikeli buluyorum. Şahsen cep telefonundan mesajlaşmayı tercih etmem, hatta konuşmalarımı bile çok kısa tutarım. Whatssup gibi iletişimlere kesinlikle kapalıyım. Facebook/Twitter sevmem. Uzun yıllardır aynı telefonu kullanıyorum ve değiştirmeyi düşünmüyorum, akıllı telefon bile değil, neslinin son temsilcisi aptallardan. Buna karşın elektronik kitap okuyucuya geçeli yıllar oldu. Müthiş bir teknolojik kolaylık olarak görüyorum ve yaşamımın vazgeçilmezi. Mesele seçiciliği elden bırakmamak ve ihtiyacın olmayan şeyleri sırf yeni diye kabul etmek zorunda hissetmemek. Teknoloji tüketiminde de şahsiyetli olmak, her rüzgara kapılmamak önemli. 



Phil bir gün evde TV seyrederken başkanlık “adayı” (candidate)  altyapıdan bahsederken aniden “we have to -kill all others-” lafını araya sıkıştırınca şoke olur. “Hah şimdi röportajcı buradan yüklenir kesin” diye düşünürken tüm stüdyo sanki böyle bir şey söylenmemiş gibi davranmayı seçince şaşkınlığı bir kat daha artar. E insanın diline vuruyor illaki. Daha geçen gün “Önce bize oy verenlere hizmet götüreceğiz” diyen belediye başkanına sahip bir millet herhalde bu söylemin nereye gittiğini daha iyi anlayacaktır.  

Bir ara TV başında benzeri hislere çok sık kapılırdım. Epeydir seyretmiyorum ama Türk TV’lerindeki yalandan panellere baktığım günleri hatırlattı. Genelde çocukların ebeveynlerinden duyduğunu tekrarlamasına benzer bir “beyin bypass”ı olurdu konuşmacıların çoğunda. Defalarca tekrarlanmış sloganları farklı cümlelerle süslemeyi bile beceremeyerek konuşurlardı durmadan. Bir nevi “Kukla Şov”. Bazen kesin birisi bu saçmalığı söyler derdim, oysa genelde o saçmalığı doğrulardı etrafındakiler. “Yahu bir tek ben mi bu herifin aptallığını/şahsiyetsizliğini görebiliyorum?” deyip küçük bir isyan ve küçümseme duygusu hasıl olurdu zihnimde.



Phil sokaklara yerleştirilmiş “Kill All Others” neonlarının fotoğrafını kanıt olarak çekmek isterken treni durdurunca soruşturma açılır. Polis kadın konuşurken şöyle der:

“Under close enough observation, maybe anybody can look a little quirky, screwy. A little other.”

Sığlaştıkça normal sayılıyoruz aslında. Toplumsal normlara uyumlu olmanın olmazsa olmazı bu. Seni sen yapan detaylarından soyunman şart. Kişisel evrimimizin ileri adım atma cüreti göstermiş tüm çabaları anomali olarak değerlendiriliyor. Bazen bunları yaşatmanın tek yolu “yalnızlığa” sığınmak.

Philbert’ın arkadaşı Ed’in sözleri kafalardaki karışıklığın dile getirilmiş hali.  

“Who are the others? Thats what I wanna know…”

TR’de de çok sık kullanılmaz mı bu ötekileştiren "zehirli zamirler": “Bazıları”,” malum çevreler”, “dış mihraklar”, “İçimizdeki İrlandalılar”



Philbert evden telefonla arayıp soru sormaya karar verir partinin başkan adayına. Takma isimle konuşayım der ama ismi anında TV'de çıkar. Panik! Sürekli ve her yerden ulaşılabilir olmanın uğursuzlukları. Sen her yere ulaşabildiğinde her yer de sana ulaşabiliyor. Abuk sabuk mesajlaşacağız diye mahremiyetimizi kurban ediyoruz aslında. Canlı yayına bağlanıp sorgulayıcı bir soru sorması tüm hayatını altüst eder. Ertesi gün işte arkadaşları konuşmaz.

Ed: “We cant talk to u. Nobody can talk to u.”

Artık Phil de bir “other” ilan edilmiştir. Evine kaçtığında karısına yaptığı konuşma hikayenin can damarı.

Phil (karısına): “They re coming baby. The witch hunt. They say its us but it could be anybody! They can make anybody others! Its a trap. Anybody who can see them. Then, they can see u and then they come after u. The vigilantes..the signs..”

Philip Dick’in çoğu hikayesinde geçen “Gerçeklik nedir ki” sorusu yinelenir:

Phil: “I can  prove whats real. The world has to know. I’m gonna tell them!”




Phil’in yaşadığı dünyada polislere, police officer değil de, peace officer derler. Aldatmacalar devlet destekli anlayacağınız. Ambalaj sanayisi harikalar yaratıyor! Her yerde bunun örnekleri yok mu? Binlerce kişinin öldüğü bir harekata “Barış Harekatı” demekle olmuyor ne yazık ki…

Tam da Facebook’tan çalınan 50 milyon profil bilgisiyle ortalığın çalkalandığı şu günlerde Phil’in söyleyebildiği son sözleri anlamlı olur:

Phil: “. They re not taking our info. We re giving it to them. And they re using it against us. Its not just me. İt ll be all of us. This is all real. We re all others. U re not saving me, u re saving urselves. U re protecting ur ugly truth”



Erich Fromm’un değindiği “Fear of freedom” meselesidir bu aslında. İnsanların çoğu bastırıldığı için değil, minnacık bir güvenli alan için özgürlüklerinden vazgeçerler. Üstelik sorumluluk devredilerek vicdan “hack”lenmiş olur.

Candidate: “Before every great truth is spoken, there is an uncomfortable silence. And in that silence we hear, we hear all the things we dont wanna hear. See all the things we dont wanna see. Reckon with the irreconcilable conscience that must be faced  We want to believe the best of ourselves. But before we can access our best, we must first acknowledge and root out the worst in ourselves. Too see such things means we are on the verge of a great truth.    

When u see others, like our poor mister Philbert, here purge themselves, well u cant help but be alittle sad for them and their families. But u also have to breathe a big sigh of relief. It d been u he flung from that billboard. Could ve been ur loved ones. Ur children. And not his own disturbed self. But now u know what I have known all along, that if u were not an other, u d have nothing to worry about. That if u were a sane and productive member of this great meganation, mere words d not unhinge u. So I want to congratulate u. Good citizens, for ur vigilance and belief. Be well dear citizens. Be proud and God bless.”  

Bu konuşmadan sonra Phil'in iki arkadaşı futbol maçını açıp bilardo oynamaya devam eder…Olanlar birkaç dakikalığına da olsa keyiflerini bozmaya yetmez. Tıpkı bizlerin haberlerin ardından yemeğe ya da dizi başına geçip günlük rutinlerimize gömülmemiz gibi. 




(kaynak) https://www.blackgate.com/2015/11/28/collecting-philip-k-dick/

Philip K. Dick’in Uyarlanan Öyküsü
"The Hanging Stranger" (1953)

Ed Loyce evinin bodrumunda tamirat yaptığı bir günün ardından çalıştığı dükkana gider. Hemen girişteki bir elektrik lambası direğine parçalanmış bir erkek cesedi asılmıştır. Dehşet içinde çalışan arkadaşlarına ve gelip geçenlere asılı cesedi gösterir. Kimsenin umurunda değildir. Bu durum Loyce’u daha da dehşete düşürür. Toplanan kalabalık polis çağırır. Gelen iki polis Loyce’u şüpheli gibi ayaküstü sorguya çeker. Polislerin yanından ayrıldığında ne yapacağını bilmez haldedir.

Hava kararmıştır. Gidip bir banka oturur ve uzaktaki belediye ile emniyet müdürlüğüne bakar. Tuhaf bir şey görür. Gökyüzünden bir şeylerin durmadan indiğini fark eder. Uzaylı yaratıklar! Kasabanın ele geçirildiğini anlar. Böceksi yaratıklar insan şeklini almıştır. Kendisi bir önceki akşam bodrumda evin temellerini güçlendirmek için çalışırken kasabanın ele geçirildiğini ve bodrumda olduğu için kendisinin etkilenmediğini anlar.


Evine gitmek için otobüse biner. Anlamlı bakışlardan bunalınca acil durum frenini çekr ve iner. Otobüsteki iki adam da peşinden iner. Adamlardan birini taşla kafasına vurarak öldürür. Hızla eve koşar. Eşine durumu özetler. Panik içinde ikiz çocuklarını arabaya getirmesini söyler. Bu sırada oğlu Jimmy üstüne atlar ve bir böceğe dönüşür. Loyce yaratığı bıçakla öldürür. Ailesine son bir bakış atar ve arabasına atlayıp uzaklaşır.

Yollarda beklediği engellemeyle karşılaşmaz. Komşu kasabanın belediye başkanına olanları anlatır. Adam beklediğinden daha anlayışlı çıkar. Sonunda söylediklerine inandığını ve olan biteni çözdüğünü söyler. Loyce sadece niye birisini sokak lambasına astıklarını anlayamadığından bahseder. Başkan cevap verir: “Yem olarak. Eğer ele geçiremedikleri olursa kendini belli etsin diye.” Beraber dışarı çıkarlar.

Hikayenin sonunda Loyce’un gittiği komşu kasabada bir adam yolda yürürken elektrik lambasına asılı birini görür. Gözlerine inanamaz. Gördüğü Loyce’un cesedinden başkası değildir.      


Serinin diğer bölümlerinde olduğu gibi burada da hikayedeki fikir son derece serbest bir uyarlamayla dizileştirilmiş. Hikaye ise daha basit bir konu üzerinden bilimkurgu olarak ilerliyor. Konu uzaylıların dünyayı ele geçirmesi. Dizide ise siyasi boyut kazandırıp esas olarak oradan yürümeyi tercih etmişler. American Horror Story'dekine (S7) benzer bir politik bakış açısıyla yeniden yorumlanmış. O dizi de aylardır yazılmayı bekliyor bu arada. İyi ki aklıma geldi. 

Mesela “asılı insan” figürünün özel anlamı dizide tam verilememiş. Ama hikayede çok önemli bir unsur. Dizi başarılı ama hikayeyi de beğendim. Bir bilimkurgu klasiği olarak sinemadaki unutulmaz “Invaders of the Body Snatchers” (1956) ve televizyondaki çok sevdiğim ve hala ara ara seyrettiğim  “Invaders” (1967-1968) dizisinin öncüllerinden biri diyebiliriz. Body snatching’in özellikle McCarthyism’in ilham verdiği temalardan biri olduğunu da söylemeden geçmeyelim.


Yine güncel bilimkurgu edebiyatında Stephen King’in Tommyknockers (Türkçe'ye Şeffaf adıyla çevrilmişti) romanını aklıma getirdi. Çok benzer bir hikayeye sahipti. Orada da kasabada tek yaşayan bir yaşlı adam vardı, uzaylıların ele geçirememe sebebi savaşta aldığı yara yüzünden alın kemiğine metal takılmasıydı hatırladığım kadarıyla. Philip Dick’in hikayesinde adam bodrumda olduğu için etkilenmiyor.

Jack Finney’nin 1955 tarihli “Body Snatchers” kitabı ile Metallica’nın “Master of Puppets” şarkısının ilham kaynağı olan Robert Heinlein’ın 1951 tarihli “Puppet Masters” romanı da bu türün babalarından olan iki diğer önemli eser olarak anılmalı.   

American Horror Story (S7)

RESİMLER




































































Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır. 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...