26 Nisan 2018 Perşembe

"Morituri" (Korkusuzlar) filmi (1965)

İkinci dünya savaşı sırasında geçen bir film. Almanlar bir gemi dolusu lastiği savaş araçlarında kullanmak üzere sevk etme hazırlığında. Robert Crain (Marlon Brando) Alman olmasına karşın savaşı reddeden, zengin ve sanat düşkünü bir pasifist. İngilizler de bu lastiklerin peşinde. Robert Crain Almanlara vermekle tehdit edilince Weil ismiyle mecburen casus olarak gemiye biner. Görevi kaptanın yakalanma halinde malzemeler Müttefiklerin eline geçmesin diye devreye sokacağı patlayıcı sistemi etkisiz hale getirmek. Kaptan Mueller rolünde ise bir başka yıldız Yul Brynner var.    
Filmin ismi antik Roma’da gladyatörlerin seyircilere söylediği bir Latince sözden alıntı: “Ave Imperator, morituri te salutant”. “Biz ölümün yolcuları imparatoru selamlarız” gibi bir anlamı var.

Yine bir başka savaş filmi vardı: “Go Tell the Spartans” . Fransızlardan cepheyi devralan bir Amerikan birliğinin Çinhindinde Vietnamlılara karşı mücadelesini anlatıyordu. Orada da Amerikalılar geldiğinde Termofili savaşına gönderme yapan bir Fransızca yazıyla karşılaşırlar: “Etranger, dit au spartans que nous demeurons ici par obeissance a leur loi”. Bu gönderme biraz onu hatırlattı.


Film savaş karşıtı. Hem Robert Crain/Weil (Marlon Brando) hem de Kaptan Mueller (Yul Brynner) şantajla bu görevi kabul etmek zorunda kalan insanlar. Birini Almanlara vermekle, diğerini ise kendisi gibi orduda görev yapan oğluna zarar vermekle tehdit ederek ikna ediyorlar. Sanki antik Roma’daki arena’nın sınırları tüm dünyayı kapsayacak kadar genişletilmiş gibi bir savaş ortamı var. Filmin ismi de buna gönderme yapıyor zaten. İki adam birbirine düşman milletler lehine çalışsa da ikisi de sıkı bir emir/komuta sistemi ve vatanseverlik palavralarıyla sürdürülen vahşetin anlamsızlığının farkında.

Marlon Brando bir sahnede kamarasına gider. Önce aile fotoğrafına, sonra aynaya bakar. Ardından duvardaki rafı hırsla yumruklar. Benzer bir sahneyi Kaptan Mueller de yaşar. Oğlunun büyük bir İngiliz gemisi batırdığı haberi geldiğinde herkes tebrik eder ve küçük bir kutlama yapılır. Tam bu sırada vurulan carapace tipi geminin görevinin ne olduğuna katalogdan baktıklarında hastane gemisi olduğu anlaşılır. Kaptan Mueller’in yüzü değişir. Salonu terk eder. Zıt kutuplarda olsalar da birbirine yakın iki ruhun yaşadığı benzer dönüşüm ve isyan seyirciye bu şekilde paralelliklerle çıtlatılmış olur.

Yine masa başında Weil’ın casus olup olmadığının anlaşılması için sohbet bahanesiyle soruşturma yapan konuk Almanların sahnesi, "Inglorious Bastards"ın masa başındaki manidar söz düellosunun daha basit ve öncül bir versiyonu gibi geldi.


Kaptan gemideki kızın Yahudi olduğunu öğrenir ve ilk limanda kaçırmak ister. Kız Almanların elinde korkunç şeyler yaşamış, perişan bir psikolojiye sahiptir. En sonunda isyan bastırıldığında Kruse isimli ahmak ikinci kaptan bu kızcağızı vurur. Saklandığı yerden olaya şahit olan Weil o an umursamaz tavrını kaybeder. Bir ülkenin olmasa da bir şeylerin tarafı olur. İnsanlık onuru incinir sanki. Gemiyi Müttefiklere teslim etmek yerine batırmaya karar verir. Yani iki tarafın da canı cehenneme der kendi içinde. Tarafsız bir pasifistten, tarafsız bir aktiviste evrilir. Önemli bir sahneydi. Hatta filmin içinde bir sahneye ünlem işareti koy deseler buraya koyardım. Bazen insanı harekete geçirmek için bir musibetle karşılaşması gerekebiliyor. Ne diyordu Haldun Taner

"İnsanoğlu harekete geçmek için ara sıra onurunda bir hakaret kırbacının şaklamasını bekliyor galiba..." 


Filmin senaryosu Oskarlı Daniel Taradash tarafından yazılmış. Taradash savaş ve kutuplaşma karşıtı işleriyle tanınıyor. “From Here to Eternity” filmiyle Oskar almıştı. Burada senaryoyu sıradan buldum ama mesela aklımda kalan bir sahnedeki laf hoşuma gitti. Kaptan, Kruse ile tartışır. Kruse, Yahudi kıza karşı öğretilmiş nefretini kusar. “Cheyenne Autumn” filmindeki komuta manyağı kale albayı gibi emir verildikten sonra gözü kapalı her şeyi yapabilecek bir şahsiyetsizdir. Mueller’e bu yumuşak davranışlarının sonucuna katlanması gerekeceğini söyler. Kaptan acı acı bakar ve cevabı yapıştırır:

 “The worst consequence would be to have to fight alongside men like you”.     

İnsan bazen kendi ailesine, arkadaşlarına, milletine, hatta türüne karşı çıkmak zorunda kalabiliyor. 

Yul Brynner ve Marlon Brando olmasa kendine seyirci bulması zor bir film olabilirdi. Donkeyman rolündeki Hans Christian Blech'i de beğendim. Potemkin Zırhlısı ve Crimson Tide gibi filmleri anımsatan ama onlar kadar tad vermeyen bir film. İkisini de çok beğendiğim başrol oyuncularının filmografisinde önemli bir yeri olduğunu düşünmüyorum. Tekrar seyretmem ama sıkılmadan izletti.  






















Hans Christian Blech

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...