Hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Eylül 2025 Pazartesi

Öykülerim | Kızıl Kiremitlerin Kıyısında

Uyandığında tir tir titriyordu. Pencereden sızan ışığa bakılırsa güneş doğmuştu ama sımsıkı kapalı perdeler, içeride sadece loş bir aydınlığa müsaade ediyordu. Önce yorganı üstüne çekip başını da içine sokarak ısınmaya çalıştı. Eylülün ilk haftaları yazdan kalma sıcacık bir havayla geçiyordu ama içindeki soğuk umursamıyordu bile. Kafasını tekrar dışarı çıkarıp, yüzünde şaşırmış bir ifadeyle etrafına baktı. Odada dayanılmaz bir soğuk dışında her şey normal gözüküyordu. Yaklaşık 6 aydır bu haldeydi, üşümekten başka bir his yoktu sanki hayatında. Yazın geçer belki demişti doktorlar ama ağustosun en sıcak günlerinde bile daha da kötüleşmişti içini kaplayan soğuk hissi. Kalktı, battaniyeyi sırtına alıp salona doğru yürüdü. Her şey akşam bıraktığı gibiydi. Perdeleri açıp yüzü güneye dönük, penceresinden sokağa baktı. Aşağıda insanlar toplanmıştı ve bir ambulansın ışıkları yanıp sönüyordu. Belki de insanlar yoktu, ambulanstan da emin olamadı, sonra ışıklar ve insanlar birbirine girdi. Sonra. Baş dönmesi. Soğuktan aklı ona oyunlar oynuyordu belki. Yutkundu, midesinin bulandığını hissetti. Perdeyi kapatıp açınca hepsi kayboldu, sakin bir sokak görüntüsü karşısındaydı şimdi. Kimsenin üşür gibi bir hali yoktu, şortla gezenler bile vardı. Sorunun kendisinde olduğunu hatırlattığı için hemen perdeyi bir kez daha kapatıp pencereden uzaklaştı. İnsan bir derdi başkalarının da paylaştığını gördüğünde yalnızlık hissinden kurtulur ve bencil bir sevinç duyar. Aksi halde iyice yıkılır, sorunun kişiselliği, harekete geçmesini gerektirir çünkü. Mutfağa gidip bir kahve yaptı. Hızlı hızlı içti. Sanki yapacak bir işi varmış gibi.

Aylar önce başlayan üşüme hissi bir daha ne yaparsa yapsın geçmemişti. Gitmediği hastane denemediği tedavi kalmamıştı. Sıcacık havalarda dahi montsuz paltosuz dışarı çıkamaz halde olmak ona korkunç bir sıkıntı veriyordu. Doktorlar çaresizdi. Evi ne kadar ısıtırsa ısıtsın değişen bir şey olmuyordu. Artık pes etmiş, yeni hayatına alışmaya çalışıyordu. Hiçbir şey eskisi gibi değildi. İnsanların bakışlarından bunaldığı için sokağa çıkmak gelmiyordu içinden. Kat kat giyimli halde aralarında dolaştığında onu işaret edip fısıldaşıyor, hatta bazen laf atıyorlardı kahkahalar eşliğinde. Çaresiz evine kapandı. Aklında tek bir soru vardı. Bir türlü cevaplandıramadığı tek bir soru. Soğuk, buz gibi bir soru. Neden üşüyordu?

Normalde hafıza sorunu yok gibiydi ama soğuktan öncesine dair boşluklar vardı. Ne kadar uğraşsa, sorunun kaynağına dair bir şey hatırlayamıyordu. Ailesi bu konuda bir şeyler anlatmaya çalışmış ama onlar daha söze başlar başlamaz kulakları çınlamaya başlamış ve bayılmıştı. Bir daha da konu açılmamıştı aralarında. İşitme duyusu da istemsiz olarak bu konuda konuşulmasına izin vermiyordu anlaşılan. Anne ve babası ayda bir uğrar, erzak falan getirirler, hem ona acıyan hem de sanki suçluluk duyan bakışlarla biraz oturup giderlerdi. Sanki usta bir kurgucu hayatından belli bir kısmı pürüzsüz bir şekilde kesip atmıştı. Ev hapsine dönmüş bir yaşam. Dışarıdan ihtiyacı olan her şeyi sipariş verip kapıya getirtiyordu. Arkadaşı kalmamıştı, zaten çok yoktu. Kitaplara, filmlere vermişti kendini.


Artık bu kabusu kabullenmişken, günler böyle geçip giderken, eylülün ikinci haftası gibi balkon kapısına vurulduğunu duydu. Salona gitti. Bir leylek duruyordu camın ardında. Gagasıyla kapıya vurur gibi tıklatıyordu camı. Bir misafirdi adeta. Adam ilk kez böyle bir durumla karşılaşıyordu. Tuhaf bir kıpırtı duydu içinde. Sanki kanatlanmış gibi hareketleri hızlandı. Hafta sonu bir kilo balık alıp buzdolabına koyduğunu hatırladı. Aslında deniz ürünlerini sevmezdi ve bunu neden yaptığına bir anlam verememişti. Büyülenmiş gibi dolaptan torbayı alıp ona doğru yürüdü ve balkon kapısını açtı. Balıkları bir kaba boşaltırken kuşun bacağında tuhaf bir kabartı fark etti. Dikkatle bakınca bir kağıt iliştirildiğini gördü. Kuş önce vazifesini tamamlamak istiyor ve onu bekliyor gibiydi. Bir postacı  gibi. Balıklara bile hamle yapmamıştı.  Genç adam çekinerek ama merakla kuşun bacağına sarılmış kağıdı çözmeye başladı, leylek bunu bekler gibi kıpırdamadan duruyordu, kağıdı alıp kapıyı kapatırken kuş balıkları yemeye başlamıştı bile. Sanki görevini tamamladığına kanaat getirmiş gibi. Soğukların başladığı sabahtan beri hiç bu kadar heyecanlandığını hissetmemişti genç adam.  Birisi yaşadığını hatırlatmış gibiydi. Soğuk hissizlik duvarı yıkılmıştı nihayet. Rulo halindeki kağıdı açtı ve gözleri yazının üzerinde gezdikçe büyüdü.

Kısacık bir mesajdı. Okuduktan sonra masanın üzerine bıraktı. Önce kışlık şapkasını çıkardı ve atkısını çözdü. Sonra evde üzerinden eksik etmediği kürklü montunun fermuarını açtı, çıkarıp koltuğun üzerine koydu. Hava alabildiğine serindi o gece ama sıcak havalarda bile kat kat giyinen adam soyunmaya devam etti. Çırılçıplak kalana kadar büyük bir huzur içinde soyundu. Artık titremiyordu. Üşümüyordu. Soğuktan eser yoktu. Kapıyı açtı. 7 katlı apartmanın en üst katındaydı dairesi, çatıya giden yıkılacak gibi merdivenleri tırmandı. Rahat adımlarla kiremitlerin üzerinde yürüyerek en uçtaki bacanın yanına gitti. Her tarafta çok eskiden kalma söndürülmüş sigara izmaritleri vardı. Artık her şeyi hatırlıyordu. O buz gibi Mart gecesi birkaç dakika öncesi kadar, sevdiğinin kokusunu duyabileceği kadar yakındı ona. 

Genç kız akşamları çatıya çıkıp baharda gelen leyleği beslemeyi çok severdi. Sonra da sigarasını yakar, genç adama sarılıp önlerinde uzanan şehri işaret ederek hayallerinden bahsederdi. Bir gün çatıda kanadı incinmiş bir leylek buldular. Kız onu kendine benzetmiş, tedavi ettirmiş, birkaç hafta baktıktan sonra serbest bırakmış, fakat uçurmadan önce leyleğin ayağına bir kağıt bağlamıştı. Defalarca sorsa da ne yazdığını ona söylememişti kız. Hemen ardından kar atıştıran o buz gibi gece. Son akşamları. Aileleri bir türlü birlikteliklerine izin vermeyince, ayrılmaktansa beraber intihar etmeye karar verdikleri, kendilerini uçurum gibi bir ümitsizliğe bırakıverecekleri o uğursuz gece. Toplumun yaşam şansı vermediği medeni azınlıktan iki gencin kara ve karlı son gecesi. Tam el ele atlayacakken genç adam son anda ne olduysa vazgeçmiş, ama sevgilisi kendini aşağıya bırakırken yaptığı hamle onu kurtarmaya yetmemişti. Sonrası malum. Ayrılık ve ansızın beliren amansız bir soğuk ile kısmi hafıza ve işitme kaybı.

Genç adam gözünden akan yaşlara karşın buruk bir mutluluk hissediyordu sanki. Sözünü geç de olsa tutmanın verdiği bir gönül rahatlığı belki. Ne çok sağlam ne de çok kaypak durmayan eğreti kızıl kiremitlerin yerini boşluğa bıraktığı son noktaya kadar yürüdü. Notta yazan kısacık cümleyi kısık sesle tekrarladı: “Madem aşağıya gelmedin, yukarıda bekleyeceğim”.

Kızcağız onları ayıranın, anlaşmayı bozanın, er ya da geç en çok sevdiği insanın ta kendisi olacağını anlamıştı demek ki. Kim bilir, belki de bu kararı almasına da, uğruna ailesini okulunu terk ettiği sevgilisine karşı için için duyduğu bu büyük hayal kırıklığı sebep olmuştu. Çatının kıyısına doğru yaklaştıkça genç adamın içini sıcacık hisler kaplıyordu. Kalbi deli gibi atıyor, içi ısındıkça ısınıyordu. Gözlerinden yaşlar süzülmüyor çağlıyordu adeta. Kanı ihaneti ortaya çıkmış bir hain gibi, kaçacak bir yer arar gibi, vücudunda dört dönüyordu. Evinde yaptığı gibi yüzünü güneye döndü ve kızıl kiremitlerin kıyısında, uçmaya hazırlanan göçmen kuşlar gibi kollarını iki yana açtı. Aşağıya doğru kararlı ama gergin bir adım attı. Boşluk için bu kadarı yeterliydi, ikinci adımı söke söke kendisi aldı.

Gecenin içinde bir kanat sesi duyuldu. Sürüsünün gerisinde kalmış bir kuş, geç de olsa, görevini yerine getirmiş olmanın rahatlığıyla, karanlık şehrin üstünde, ait olduğunu hissettiği adresi bilinmez bir yerlere doğru kanat çırpıyordu, yaşam sevinciyle. 

Yazan: L. Kızıltoprak



Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

21 Aralık 2018 Cuma

Edebiyat Konulu (Yazar/Kitap) Belgesel Listesi


How Reading Made Us Modern

Stephen King ve George Martin Söyleşisi

The Dreams of William Golding 

Genius of the Modern World: Nietzsche

Dean R. Koontz Röportajı: Arroyo (2012)

Nordic Noir: The Story of Scandinavian Crime
İskandinav Polisiye Edebiyatı

Shackles of Sherlock Holmes: Arthur Conan Doyle

The Marvellous World of Roald Dahl

Edgar Allen Poe: Love, Death and Women

The Trouble with Tolstoy
Tolstoy'un Arayışları (1/2) (Imagine serisi)

Tolstoy'un Arayışları (2/2) (Imagine serisi)

In Their Own Words: Bristish Novelists (1/3)

In Their Own Words: British Novelist (2/3)

In Their Own Words: British Novelists (3/3) 

C. S. Lewis: Narnia's Lost Poet

Doris Lessing: The Reluctant Heroine (Imagine serisi)

William Blake (South Bank Show)

Uzel: Soljenitsin Sohbetleri (1/2)

M.R. James: Ghost Writer 

The Brilliant Bronte Sisters

Margaret Atwood: Broadly Söyleşisi

Margaret Atwood: You Have Been Warned! (Imagine Serisi)

Terry Pratchett: Living with Alzheimer's (1/2)

Orhan Pamuk: A Strange Mind (Imagine serisi)

Sabahattin Ali ve Türkiye'deki İnsanlık Krizi






Güncelleme devam ediyor

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

25 Nisan 2017 Salı

Evdeki Resim - H. P. Lovecraft

The Picture In the House
New England bölgesindeki Arkham kasabası insanlarının soy ağaçlarını inceleyen bir araştırmacı kırsal izbelerde bisikletle gezerken sağanak yağmur başlayınca yakınındaki yıkık dökük ve metruk bir eve sığınır. Etrafa göz atmasıyla evin henüz terk edilmediğini anlar ve unutulmaya bırakılmış bir geçmişin ayak seslerini duymakta gecikmez.

Sonradan kendine Batman dünyasında da yer bulacak olan hayali Arkham kasabası ve Miskatonic Valley gibi Lovecraft’ın sık kullandığı mekanlarla ilk kez bu kısa hikayede karşılaşıyoruz. Tipik bir Lovecraft öyküsü,

"The rain is not red" ifadesi alıntılanarak hikayenin ismi olsa daha çok yakışabilirdi. Ya da en azından alt başlık olarak koyardım ben olsam. Alan Moore'un Promethea çizgiromanında bir lafı vardır. Onu hatırlattı bana: "Listen Kid . You take my advice. You dont wanna go looking for folklore. And you especially dont want folklore to come looking for you.” 

İlgilenenler aşağıdaki ayrıntılı incelemeleri de okuyabilir
https://en.wikipedia.org/wiki/The_Picture_in_the_House
https://lovecraftianscience.wordpress.com/2015/01/11/cannibalism-in-the-picture-in-the-house/
http://miskatonicmuseum.blogspot.com.tr/2010/09/regnum-congo-and-horror-of-theodor-de.html

NOTLAR
 “…the true epicure in the terrible, to whom a new thrill of unutterable ghastliness is the chief end and justification of existence, esteems most of all the ancient, lonely farmhouses of
backwoods New England; for there the dark elements of strength, solitude, grotesqueness, and ignorance combine to form the perfection of the hideous.”

“the small-paned windows still stare shockingly, as if blinking through a lethal stupor which wards off madness by dulling the memory of unutterable things.”


“Divorced from the enlightenment of civilisation, the strength of these Puritans turned into singular channels; and in their isolation, morbid self-repression, and struggle for life with relentless Nature, there came to them dark furtive traits from the prehistoric depths of their cold Northern heritage. By necessity practical and by philosophy stern, these folk were not beautiful in their sins.”

Resim Kaynağı: http://miskatonicmuseum.blogspot.com.tr
“…to shake off the drowsiness which helps them forget.”

“…a faint but peculiarly hateful odour.”

“air of archaism”

“…something in the whole atmosphere seemed redolent of unhallowed age, of unpleasant crudeness, and of secrets which should be forgotten.”

Pigafetta's account of the Congo region
Anzique cannibals

“…sensation of disquiet. What annoyed me was merely the persistent way in which the volume tended to fall open of itself at Plate XII, which represented in gruesome detail a butcher's shop of the cannibal Anziques.”

“…blasting that accursed house of unutterable secrets and bringing the oblivion which alone saved my mind.”

11 Mart 2017 Cumartesi

KIZIL SAÇLI AMAZON - HALDUN TANER

Haldun Taner’in Bütün Hikayeleri serisinin ilk kitabı. Yaşasın Demokrasi ve Tuş kitapları bir araya getirilmiş. 10-15 sayfalık kısa hikayelerden oluşuyor. İlkinde siyasetin yeri daha fazla iken Tuş'ta daha çok insanlık halleri başrole oturuyor. Yaşadığı dönemin hevesleri ve akımlarını kullanarak toplumsal çalkantıların kucağında kıyıdan kıyıya vuran yaşamlardan kesitler veriliyor. Özellikle kadın-erkek ve iktidar-insan ilişkileri ekseninde insanların ikiyüzlülüğünün altı mizahi bir bakış açısıyla çizilmiş. Fakat sayfalar ilerledikçe dimağınızda bir yeknesaklık hissi peyda oluyor ve bir sonraki hikayeye karşı iştahınızı yavaş yavaş kaybediyorsunuz. En azından bana öyle oldu. Mutlaka okunması gereken bir Haldun Taner kitabı diyemem. Ama okunması keyifli hikayeler içeriyor demek yanlış olmaz.   

En çok hoşuma gidenler İşgüzar Bir Polis (Yalanın gölgesinde yaşamayı gerçeğe tercih edenler), Motorda Dört Kişi (İnsanlara sürekli yeni rol dağıtımı yapan eyyamcı sosyolojik iklimler), Dürbün (Hicabi bey bizi gözetliyor), İstediği Şarkıyı Dinleyebilmek (İletişim çağının evlerimize giren ilk habercisi: radyo), Kaptanın Namusu (Aldatmacanın en çok musallat olduğu alan: namus), Sebati Bey’in İstanbul Seferi (Kalabalıkların kabalığı). 

Bazı pasajları buraya da alıntılıyorum:

Sebati bey gözlerini kapadı. O canım tohumlarım yere saçan, sonra da üstünden geçip çiğ­neyen bu hışır, bu anlayışsız, bu merhametsiz insanları görmemek için, başını hafifçe önüne eğdi."

"Bazı kadınlar tam manasıyla mesut olabilmek için ille birini bedbaht etmiş olmanın gururunu duymalıdırlar."

"İnsanoğlu harekete geçmek için ara sıra onurunda bir hakaret kırbacının şaklamasını bekliyor galiba."

"Kadın denilen mahlukun keman gibi, hatta ondan da kaprisli bir enstrüman olduğunu, onun da olanca hüner ve güzelliğini ancak ve ancak virtüoz ellerin emrine verdiğini öğrenişim çok sonralara, saçlarımın iyice dökülmeğe başladığı devirlere rastlıyor. Zaten dar omuzlan, geniş kalçalan ile kadın, şeklen dahi az buçuk kemanı, daha doğrusu viyolonseli hatırlatmaz mı?"

"Bilmem siz de dikkat ettiniz mi? Bazı semtlerin, sakinleri üzerinde birleştirici, kaynaştırıcı bir tesiri oluyor. Bakıyorsunuz aynı havayı alan, aynı suyu içen, aynı dekor içinde yaşayan bütün bir mahalle  halkı  zamanla  standartlaşmış,  zevkleri, düşünüşleri, yaşayışları, birbirine benzeyen insanlar haline gelmiş."

"Hava durgun. Asfalt cadde ayışığında sessiz akan bir dere gibi uzuyor. Yalnızım. Boş caddede, gölgemi kovalayarak ilerliyorum."

"Ben size bir şey söyleyeyim mi; hürriyetmiş,demokrasiymiş, insan hakları imiş, hepsi fasa fiso bunların. İnan olsun böyle. Şu baygın baygın hanımeli kokan İstanbul gecesi ve her evden yıldızlı semaya yükselen şu çeşitli radyo sesleri yok mu, işte hürriyet de bu, demokrasi de, insan hakları da. «Hürriyetin bir tarifini yap» deseler bana «Hür adam, radyosunda istediği şarkıyı dinleyebilen adamdır.» derim."

"İşte 34 yıllık çalışmanın, çırpınmanın, didinmenin, ümitlerin, isteklerin 4 kelimelik hüsranı. «Başkalannın radyosunu dinleyen adam!»

"Hicabi Bey, sade lüfere çıkan çiftleri, kamarada halvet olanları, kaçamak yapan evli kadınları değil, her şeyi, her şeyi görüyor. NizamettinBey, avukatının karşı tarafla anlaştığını, Fahrünnisa Hanım, kocasının ilk karısı ile ara· da sırada Riviyera'da buluştuğunu hep Hicabi Beyin dürbününden  öğrendi.  Modalılar, Kalamışlılar, Kadıköylüler! Ayağı­nızı denk alın. Bilmiyor, biliniyor; görmüyor, görülüyorsunuz. Kendinize bakıldığını bildiğiniz zaman  kasılıp,  numara yapıyor, bunu belki herkese de yutturuyorsunuz ama içyüzünüzü bir tek kişiden saklayamıyorsunuz."

"Yine şapkalar kapılır, pipolar aşırılır. İtişip kalkışıp, yumruklaşıp eski günleri, ilk gençliklerini anarlar. Her şeyi ilk kendilerinin keşfettiğini sandıkları, her şeyin en iyisini, en güçlüsünü, en görülmemişini kendilerinin yapacaklarına inandıkları, o bir daha geri gelmeyecek mutlu gençlik günleri...”

12 Şubat 2017 Pazar

Arrival (2016)

Bilim-kurgu, sinema ve linguistik oldum olası ilgimi çekmiş 3 alan. Herkesin konuştuğu bir filmin bunları bir araya getirdiğini duyunca seyretmekte gecikmedim. Maalesef film beklentilerimi karşıladı diyemem. Yanlış anlamayın, aksiyon beklediğimden değil, bunu birkaç cümleyle açmak istiyorum.

Filmi seyredip “olmamış” hissini yoğun olarak yaşayınca, öncelikle senaryonun uyarlandığı Story of Your Life isimli Ted Chiang hikayesini de okudum. Fena değildi. Ama filme çekilmesini bekleyeceğim bir hikaye izlenimi almadım. 

Hikaye ve film temelde paralel diyebiliriz. Ama farkları da var. Örneğin filmdeki askerlerin uzaylılara suikast sahnesi hikayede yok. Zaten o sahnenin filme bir şey kattığını da düşünmüyorum. Yine uzaylı dilinin çözülme sürecini Chiang daha iyi veriyor. Hikayede “silah”tan bahsedilmiyor, uzaylılar “birkaç bin yıl sonra size ihtiyacımız olacak” demiyor, Çinli generalle konuşup uzaylılara saldırmasını son anda engelleme gibi durumlar da yok hikayede. Ayrıca filmde uzaylılar ayakta duran ve yüzer gibi hareket eden ahtapotsu canlılar olarak tasvir edilirken, hikayede gözlerinin bedenlerinin üst kısmında her yöne doğru birer tane olmak üzere 7 tane olduğu da belirtiliyor. Hareket ettiklerinde ileri gidiyorlar diyemiyoruz çünkü anatomilerinde ileri olarak tanımlayabileceğimiz bir yapı ya da yön yok. Bu durum dillerine,  yaşamı algılayışlarına, zaman algılarına da aynen yansıyor. Bu noktalar hikaye okunmadan açıklığa kavuşmuyor. Senaryo, oyunculuk açısından dil uzmanı Louise (Amy Adams) dışında kimseye fırsat vermiyor. Uzaylıların tasviri ve iletişim sahnelerinde kullanılan görsel efektler yeterli. Fakat tüm bu debdebeye rağmen zaman-mekan algısı üzerine ayrıntıya girmeden kendini basit ifadelerle açıklayan birkaç bilimsel yazının insanda oluşturabileceği meraktan daha fazlasını vermiyor film.   

Temel nokta kullanılan dilin, kullananların yaşamı algılayışını hem yansıttığı hem de biçimlendirdiği görüşü gibi gözüküyor. Heptapod (yedi ayaklı) adı verilen uzaylıların iletişim sisteminin çözülmesi süreci bu fikri yansıtıyor. Buradan hareketle doğum olarak bildiğimiz başlangıç noktasından ölüm olarak bildiğimiz sona doğru ilerleyen doğrusal düzendeki bir yaşam algısının kullandığımız dilin yapısının çaktırmadan dikte ettiği bir bakış açısından ibaret olabileceği ve farklı dil yapılarında yaşamın çok daha farklı algılanabileceği örnekleniyor. Bu yaklaşımları kazanmanın yolu olarak ise beynin yeniden formatlanması gerekiyor ve buna uygun bir dil öğrenilerek bu değişim yaşanabiliyor.   




Filmin başrol oyuncusu  dil uzmanı Louise uzaylıların dilini öğrendiğinde yaşamı ve zamanı algılama şekli de otomatik olarak değişiyor ve geleceği de görebiliyor. Bu noktada filmin ikinci mesajı sahneye çıkıyor. Geleceği bilirsek olumsuz gördüğümüz kısımları değiştirmeli miyiz? Louise karakteri gelecekte yapacağı çocuğunun öleceğini bilmesine karşın yine de onu dünyaya getirmek istiyor. Artık yabancısı olmadığı Heptapod mantığında çocuğunun yani sevdiğinin lineer zaman kavramında kaç yıl yaşayacağının önemi yok. Yaşamında varolması başlı başına bir hediye. Lineer bir yaşam algısı olmayınca hayatta ne kadar kaldığının da önemi olmuyor. Louise karakterinin söylediği gibi başlangıç ve bitişlerin önemi kalmıyor. Varoluşun niceliği değil niteliği ön plana çıkıyor. Sıralama değil bütünlük değer kazanıyor. Varoluşun bu şekilde değerlendirilmesi, uzaylıların gelişi ve ansızın gidişi ardından geride bıraktıkları değişimle de paralellik içeriyor.

Uzaylılar, insanların düşünmesi için tetikleyici bir etken olarak alınabilir. Onların iletişimini incelerken farklı bakış açıları ve algı boyutları da keşfediyoruz. Bunlar ise kendimizde daha önce fark etmediğimiz özellikleri ortaya çıkarıyor. Yani çevremizi gözlemlerken, gözlemlemek ve anlamak zorunda kalırken, bu gözlemler dönüp kendi kendimizi de yeniden anlamaya ve değiştirmeye çalışmamızı sağlayan bir sürecin başlatıcısı oluyor. Zaten hikayede uzaylılara ne için geldikleri sorulduğunda ısrarla "Gözlem için" diyorlar. Bu durum gözlemin tek başına bile aslında ne kadar basit ama etkili ve verimli bir iletişim yöntemi olduğunu düşündürüyor..  

Genel olarak yukarıdaki sorgulamalardan ibaret bir film olduğunu söyleyebilirim. Uzaylı tasarımları ve dil ile zihin arasındaki ilişkinin kurcalanması hoşuma gitti. Ama bütün olarak bir hamlık vardı sanki. Araya doldurulan olaylar sırıtıyordu. Hikaye daha iyi uyarlanabilirdi diye düşünüyorum. Ortalama bilimkurguların üzerinde, ağırlığı aksiyondan felsefeye kaydıran seçkin bir iş olmuş.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...