Vinz (Vincent
Cassel), Hubert (Hubert Kounde) ve Said (Said Taghmaoui) isimli 3
arkadaşın yaşamlarından 24 saatlik bir kesit. Vinz Yahudi, Said Arap, Hubert Zenci.
Paris’in kenar mahallelerinde yaşam savaşı veriyorlar. Sefalet yetmezmiş gibi
sistem tarafından adam yerine konmayan insanlar. Bir gün arkadaşları Abdül polisle bir itiş kakış sırasında
gözaltına alınır ve karakolda hastanelik edildiği haberi gelir. Tüm mahalle çok
öfkelenir. Olaylar adım adım kontrolden çıkar.
Yönetmen Mathieu
Kassowitz. Tanıdıklarından biri gözaltında iken ölünce yazdığı söyleniyor. Gerçekçi
bir film. Fakirleri masalsı masum ezilenler
olarak göstermiyor. Mesela bana göre 3 arkadaştan sadece Hubert konuşulabilir bir çocuk.
Diğerleri kendini kaybetmiş, rehabilitasyondan geçirmeden yanına
yaklaşılmayacak tipler. Nasıl o hale geldikleri, eğitim sistemi falan ayrı ama
şu anki halleri çok sağlıksız. Zaten karmaşanın en kötü yanı bu. Olaylara en
uzak, en ılımlı, en gelecek vaad eden insanların bile hayatını karartabilmesi.
Bob Marley'den "Burnin and lootin" ile perde açılıyor. Polisler söylendiğinin aksine aşırı kötü resmedilmemiş
bence. Karakterler çok hızlı ve küfürlü konuştukları için konuşulanlar pek anlaşılmıyor. Fransa özelinde kenar mahalle yaşamı, ırkçılık, fakirlik, küfür, şüphe,
bitmeyen bir tedirginlik, cepheleşme, birikmiş haksızlıklar ve hepsinin
sonucunda kimsenin kaçamadığı koskoca bir
nefret iklimi resmedilmiş. İnsanlığın çoğunun pençesinde olduğu bir kısır
döngünün makro anatomisi Paris gettoları üzerinden ekrana taşınmış.
Filmin uzlaşmaz tavırlı antipatik serserisi Vinz'in söyledikleri kişiliği hakkında ipuçları veriyor: Türkçe'sini yumuşatırsak "sokaklarda elini verirsen kolunu kurtaramazsın".
"J'suis d'la rue moi, et tu sais c'qu'elle m'a appris la rue à moi ? Elle m'a appris que si tu donnes ta joue, tu t'fais niquer ta mère et puis...c'est tout"!
Filmin en çarpıcı laflarını, kadroda ismi Mösyö Tuvalet olarak geçen tuvalette karşılaştıkları bir yaşlı Yahudi söyler gençlere. Önce Sibirya'daki çalışma kampında tanıştığı arkadaşı Grünwalski'den bahseder:
"Ça fait vraiment du bien de chier un coup! Vous
croyez en Dieu? il faut pas se demander si on croit en Dieu mais si Dieu
croit en nous (Mesele sizin Tanrı'ya güvenmeniz değil, Tanrı'nın size güvenmesidir)."
Donc le train s’arrête et tout le monde en profite pour aller chier en dehors du wagon et moi j’ai tellement embêté Grünwalski avec ça, il préférait aller un peu plus loin. Donc le train repart et tout le monde saute dedans car le train il n’attend pas.
Le problème c’est que Grünwalski s’était éloigné derrière un buisson il n’avait pas fini de chier, donc je le vois il sort de derrière un buisson en tenant son pantalon dans sa main pour ne pas qu’il tombe, il essayait d’attraper le train. Je lui tends la main mais chaque fois quand il me tend la sienne il lâche son pantalon qui tombe sur ses chevilles. Il remonte son pantalon, il reprend sa course. Et chaque fois son pantalon il tombe quand il me tend la main.
- Et alors après qu’est-ce qui s’est passé ?
- Rien, Grünwalski est mort de froid.
Yönetmen/Senarist Mathieu Kassowitz çok sevdiğim Gothica filminin setinde Halle Berry ile. |
Hikaye açmaza düşmüş insanların ya da toplumların harika bir portresidir. Zülfü Livaneli'nin Huzursuzluk romanında örneklenen ölümcül kısır döngüye benziyor, değil mi? Hadi onu da buraya alıntılayalım:
"Harese nedir,
bilir misin? Develerin çölde çok sevdiği bir diken var. Deve dikeni
yedikçe ağzı kanar. Tuzlu kanın tadı dikeninkiyle karışınca bu,
devenin daha çok hoşuna gider. Kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına
doyamaz… Ortadoğu’nun âdeti budur, tarih boyunca birbirini öldürür ama
aslında kendini öldürdüğünü anlamaz. Kendi kanının tadından sarhoş olur."
Dönelim filme. Hubert açılış sahensinde çarpıcı bir tespitte bulunur:
"C’est l’histoire d’un homme qui tombe d’un immeuble de cinquante
étages. Le mec, au fur et à mesure de sa chute, il se répète sans cesse pour se
rassurer :’ jusqu’ici tout va bien, jusqu’ici tout va bien, jusqu’ici tout
va bien.’ Mais l'important n’est pas la chute, c’est l’atterrissage."
Ne kadar doğru. 50 katlı bir apartmanın tepesinden düşerken, 47.
katta iyi olman, 35. katta da iyi olman, 5.katta hala iyi olman bir şeyi
değiştirmiyor. Gittiğin yer belli sonuçta. Çakılıyorsun işte, kimi
kandırıyorsun! Önemli olan içinde yolculuk ettiğin sürecin yönü. Hem bireysel
hem toplumsal açıdan üzerinde durulması gereken bir düşünce bu. Örneğin ikinci
dünya savaşında Hitler Almanya’sı bir bir ülkeleri işgal ederken kendi
sınırlarına gelene kadar Batı Avrupa ülkeleri seyirci kaldı. Oysa sıranın onlara
geleceği belliydi.”Jusqu’ici tout va
bien” (Aman neyse, şimdilik
sorun yok) deyip geçiştirdiler, geciktirdiler. Sonunda ödedikleri bedel daha
ağır oldu.
Her toplumsal infialin ciddiye alınmazsa bir sosyolojik
infilak yaratabileceğini ve o zaman etrafa saçılan nefret şarapnellerinin adres
sormayacağını hatırlatan sert ama gerçekçi bir film.
Bu filmle ilgili bir
de belgesel çekilmiş: “Ten Years of La
Haine”. Kullanılmayan sahneler, röportajlar falan varmış. Blu-Ray
edisyonuna dahil edilmiş.
Son sözü Albert Camus söylesin. La Chute (Düşüş) isimli eserinden:
Son sözü Albert Camus söylesin. La Chute (Düşüş) isimli eserinden:
“Il y a toujours des raisons au meurtre d'un homme.
Il est, au contraire, impossible de justifier qu'il vive.”
Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır. .