Gelecekte bir zaman. İnsanlar ve insandan farksız humanoid’ler
beraber yaşıyorlar. Humanoid’lerin tüm erkeklerine Jack, tüm kadınlarına ise Jill
deniyor. Ed Morris (Steve Buscemi) sentetik
insan üreten şirketlerden birinde çalışan bir adam. Eşi Sally ile (Julia Davis) sıradan ve monoton sayılabilecek bir
yaşamları var. Dünya epey değişmiş. Organik, yani doğal her türlü ürün yasadışı
sayılıyor. Büyük cezası var. Bir gün bir Jill
(Sidse Babett Knudsen) ömrünün sonuna yaklaştığını söyleyerek Ed’e yaklaşır
ve şirketteki QC (Quantum Bilinci)
denilen ve sentetiklere insani bilinci kazandıran maddeden çalıp beraber
yepyeni bir hayata kaçmayı teklif eder. Ed önce reddeder, ardından kararsız
kalır, sonunda sıkıştığı dünyadan yepyeni bir hayata "yelken açma" fikri ağır basar ve olaylar kontrolünden çıkar.
Sidse Babett Knudsen
son zamanlarda ekranlarda en beğendiğim kadınlardan biri. Westworld’ün ardından sayesinde hızımı alamayıp Borgen’e de başladım ve hala devam
ediyorum. Electric Dreams dizisinde
de yolumuzun kesişmesi harika bir sürpriz oldu.
Philip Dick’in
senaryolaştırılan öyküsü ilk kez 1954
yılında yayınlanan Sales Pitch. Agresif
reklamcılık ve insanların hayatını yaşanmaz hale getiren reklam arsızlığı ana
teması. Dizide senaryo yine büyük oranda değiştirilmiş. Öyküden yola çıkılıp Double Indemnity isimli meşhur noir filmin distopik gelecekte geçen bir
uyarlaması yapılmış.
Philip Dick yine
klasik argümanlarından “Bizi biz yapan
nedir” sorusunun peşine düşüyor ve QC,
yani “Quantum Conscience” isimli bir
maddeden bahsediyor. Humanoid’ler bu madde verilmeden basit birer robotken,
bununla insandan ayırt edilemeyecek bilinçli bir canlı haline geliyorlar. Metakognitif yeti kazanıyorlar, yani “düşündüğünü fark edebilen” bir algı
seviyesi edinmiş oluyorlar. Dizide bu durum şu sözlerle veriliyor:
“Two jacks, two Jills. Without QCs, they’re shells really.
Despite skills, emotion, and knowledge, they have no self-awareness. No spark.
No empathy.”
Toplumda doğal insanlarla humanoid’ler arasında ciddi bir
ayrımcılık var. Bugünün ırkçılığı gelecekte iki “tür” arasında tekrarlanıyor. Bu durum doğal insanların kendilerine “normals” demesinden bile açıkça anlaşılıyor. Humanoid’lerin bu ayrımcılığa bozulabilecek bilince sahip olduklarını Ed
ile Jill’in bardaki buluşmasında aralarında geçen konuşmadan anlıyoruz:
Ed: “U re failing arent u? How long ve u got?”
Jill: “U people ! U think its OK to say stuff to us u’d
never say to ur wife..!”
Bu cevap karşısında Ed vicdan yapıyor ve Jill’e eşitlik
edebiyatı paralıyor:
Ed: “I’m a big believer in neural network equality”
Ed’in eşi Sally ile ev yaşamı ise bunaltıcı bir
sıradanlıktan ibaret. Merkezi sistemin kendilerine verdiği sahile bakan evin
bir yamaçta oluşu ve yavaş yavaş uçuruma doğru kayışı aslında hayatlarının ve
ilişkilerinin sürüklendiği uçurumun da bariz bir sembolü olarak sunulmuş. Sally
kurallara uymaya çalışan bir kadın portresi çizmeye çalışsa da yasak olmasına
karşın organik bir şeyler yetiştirme çabası bazı ipuçları veriyor. Ed evlerinin
ömrü bittiğinde aldığı tekneyle denize açılmak ve içinde bulundukları dünyadan
bilinmeze yelken açmayı hayal ediyor. Yaşadıkları düzen tuhaf. Caddelerde
çimler pırıl pırıl ama altı beton, yani gerçek değiller. Altta yatan suni betona
zarar vererek toprağa ulaşmak ise tam tersine çevreye zarar vermek olarak algılanıyor
ve vandalizm sayılıyor. Organik yasak,
suni yasal anlayacağınız. Değer yargıları tersine çevrilmiş ve
yasalaştırılmış. Tersine adalet hüküm sürüyor. Yerel idarenin memuru Ed ve
eşine söylediği şu sözlerle bu durumu açıklıyor:
Görevli: “Supposing everybody grew their own, where
would that leave our local economy? U re not an island Mr Morris. It isnt
possible. Its also illegal.”
Tanıştıktan sonra Gill, Ed’e çalıştığı şirketin ürettiği
QC’leri çalmalarını, bir tanesiyle kendi hayatını uzatıp kalanlarıyla başka bir
yerde krallar gibi yaşamayı öneriyor. Fakat Ed ‘in bu teklife karşı
kararsızlığı Gill’e bir adım daha attırıyor ve evlerine sigortacı olarak gidip
karısını “çifte sigortaya” ikna
ediyor. Bunun anlamı şu: çiftlerden biri ölürse kalan iki kişilik yani iki katı
sigorta parası almış olacak. Buradan itibaren dizi Philip Dick hikayesiyle Double
Indemnity filmini melezliyor. Hatırlayacaksınız o filmde de eşini
sigortalattıktan sonra sevgilisiyle öldürüp alacağı tazminatı yeme planları
kuran bir kadın vardı. Burada Jill ile Sally arasındaki diyalog olacakları ö nceden haber verir gibi.
Jill: They say
dreams mean the opposite, don’t they?
Sally: That is what they say
Jill: Though I’m not one for dreams
Tony Grissoni’nin
senaryosu başarılı. Femme-fatale
rolünde Jill (Babett-Knudsen) yine
etkileyici bir oyunculuk çıkarmış. Aslında
bilimkurgu ile film-noir’ın harmanlandığı bir kırma senaryo diyebiliriz bu
bölüm için. Gill adeta Maltese Falcon’da
Mary Astor’un canlandırdığı bayan O’Shaugnessey’nin yeni bir versiyonu. Double Indemnity’de Barbara Stanwyck'in oynadığı Phyllis Dietrichson karakterinin bazen benzer sahnelerle Philip Dick evreninde vücut bulmuş
hali. Sürekli rüzgarı kokluyor ve çıkarının gerektirdiklerine yakınlaşıyor gerektirmediklerini bir çırpıda boşa çıkarıveriyor. Jill'in elinde edayla tuttuğu sigaralı pozları bile Stanwyck'in filmdeki femme-fatale duruşuna bir gönderme. Ayrıca Ed ile eşinin monotonluktan ibaret suni ilişkilerini, dizinin Impossible Planet isimli ikinci
bölümündeki farklı karakterlere sahip Norton ve eşinin eşiğinden döndükleri
gelecekteki olası hallerine benzetmek abartı olmaz. Pink Floyd ve Syd Barrett’a
göndermeler bol miktarda serpiştirilmiş, önemli bir yer tutuyor. Mesela Ed, kendisine ismini soran
kaçakçılara Syd Barrett diyor. Octopus şarkısı ve plağı dizide
karşımıza sembolik bir anlamla çıkıyor. Ayrıca kitaptaki gibi teknenin ismi John D, yani Syd Barrett’ın
gerçek hayattaki teknesinin ismi. Ama en önemlisi bölümün ismi: “Shine on you Crazy Diamond”. Bilenlerin hemen hatırlayacağı hikayesi
olan özel bir Pink Floyd şarkısı.
Seyrederken müzikleri ve görüntü yönetmenliğini Utopia’ya çok benzetmiştim. Özellikle parlak
renk kullanımı ve arka plandaki endüstriyel uğultu efektleri hemen hafızanızı
dürtükleyiveriyor. Sonradan kadroya bakarken bir de ne göreyim, yönetmen Marc Munden ve besteci Christobal de Veer, Utopia’da da beraber çalışmışlar.
Afferin bana :)
Genelde bilimkurgu fantastik dizi/film/çizgiroman/kitaplar
hakkında konuşulurken özellikle ülkemizde asla güncel meselelerle bağlantı
kurulmaz. Eserler çocuk oyuncağına çevrilerek okunur, algılanır ve anlatılır. Üstelik
bu bir marifetmiş gibi sunulur. Oysa bu esere ihanetten başka bir şey değil. Hem
esere hem aklımıza ihanet. Mesela Türk gencini, yetersizliklerinin ve çıkarcılıklarının
kan parası birer “Mehmetçik” olarak
özetleyen ve bunu şehitlik sosuyla kitlelere yediren zihniyetle, QC sahibi
humanoid’leri işlerine geldiği şekilde hizmet etmekle yükümlü birer Jack and
Jill olarak tektipleştirenler arasında çok da fark yok. Niye bu bağlantıyı
kurmayalım? Orada tüm erkekler hizmetle yükümlü birer Jack. Günümüz dünyasında
ise tüm erkekler gerekirse ölmekle yükümlü birer Mehmetçik, John, İvan ya da Fritz. Ne fark var? Ya da çıkarımıza
göre bazen ötekileştirip bazen birlik olduğumuz insanların yaşamlarımızda
oynadığı rol, Gill’in Ed’in yaşamında oynadığı role benzemiyor mu?
Son sözü Syd Barret ve Pink Floyd’a bırakalım.
Beşinci bölümde görüşmek üzere.
“Quantum Bilinciniz” bol olsun.
"Hey ho, never be still"