Yeni seyrettim, takıldım kaldım. Bazen böyle oluyor, eskiden de aynı filmi defalarca kiralardım videocudan. Karakterleri, duyguları,
olayları, müzikleri dönüp duruyor zihnimde. Yazıp rahatlar mıyım? Belki biraz.
Konusu, oyuncuları, ödülleri falan zaten her yerde var. Ben
düşündürdüklerinden ve hissettirdiklerinden bahsedeceğim. Etkileyici sahneleri
not düşeceğim. Farkedilmediğini tahmin ettiğim birkaç inceliği de araya
sıkıştırdım mı tamamdır.
Filmin İsmi
Filmin Türkçe ismi “Üç
Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri” olarak çevrilmiş ama saçma sapan bir şey olmuş. Bakın şimdi, “Three Billboards Outside Ebbing Missouri” birkaç anlama birden
gelebilecek bir cümle. Mahsus böyle bir isim koydukları belli. Öncelikle en düz
haliyle “Ebbing Missouri’nin dışındaki 3
billboard” olarak anlaşılabilir. Hikayedeki üç reklam panosunun tüm
karakterlerin yaşamını derinden etkileyen bir “toteme” dönüştüğü şüphesiz. Ama
daha da önemlisi bu cümle “Ebbing
Missouri’ye 3 billboard mesafede” anlamına da gelebilir. Kasabaya, yani Ebbing’e (Missouri) hakim düşünce
ikliminin “3 billboard dışında” bir bakış açısının, yani kasabaya uymayan bir
yaklaşımın ortalığı kasıp kavurması gibi bir manaya gelir ki cuk oturur. Üçüncü
olarak “ebbing” kelimesi fiil olarak
suların çekilmesi ya da bir şeylerin çürümesi / yitip gitmesi anlamını da
taşıyor. Hatta şerifin eşine bıraktığı mektupta geçer. Buradan hareketle “Çürüyen Missouri’nin dışında kalabilmiş 3
temiz billboard” gibi bir anlam da çıkabilir rahatlıkla. Filmin konusuna en
çok yakışan anlamlardan birisi bu olur. Üstelik Missouri nehrine de gönderme
yapılmış olur. Ayrıca filmde esas olarak 3 karakterin hikayesinin verildiğini
ve bu durumun “3 billboard” ile sembolize edildiğini de rahatlıkla
söyleyebiliriz. Durun bitmedi, beşinci ve son olarak, reklam panolarının
(billboard) sonuncusunda ismi olan şerifin adı William Willoughby. “William” isminin kısaltmasının “Bill” olduğunu biliyorsunuz.
Dolayısıyla “billboard”a saklı (reklam panosunun) böyle bir gönderme
olduğunu düşünmek de bence zorlama olmaz. O kadar isim varken William ismi
rastlantı değildir herhalde. Daha filmin isminde yazacak düşünecek bunca şey
varsa gerisini siz hesap edin.
Açılış Renee Fleming’in
bir aryası eşliğinde yol kenarındaki yıkık dökük reklam panolarıyla yapılmış. Aslında
bu harap manzara, adaletin içinde bulunduğu acınacak durumu resmediyor bir
bakıma. Tekrar tekrar seyrederek tadına doyamadığım bir girişti. Bir baktım
neymiş diye Martha operasından bir
parçaymış. Filmin hem Carter Burwell (McDonagh'ın diğer iki filminin müziklerini de yapmıştı) tarafından bestelenen orijinal müzikleri hem de kullanılan diğer parçalar harika.
Bilhassa Four Tops’ın “Walk Away Renee” parçasını unutmamak
lazım.
Panolar
“Raped while dying”, “Still no arrests?” ve “How come chief Willoughby?”.
Bir gerçek, iki soru.
Kararan Yaşamlar
Filmde sık kullanılan sahnelerden birisi kızını tecavüz
sonucu kaybetmiş ve suçlusunun bulunması için yetkilileri harekete geçirmek
için çırpınan anne Mildred’ın arabadayken sık sık dikiz aynasından görünmesi. Zaten İngilizcesi "rearview mirror" olarak geçer ve kadının bakış açısını yansıtması açısından anlamlı bir seçim. Belli
ki yönetmen geçmişin hesabını soran, geçmişi unutturmamak için çırpınan anne
karakterini özellikle bu şekilde göstermeyi seçmiş. Araba ilerlerken gözü
sürekli dikiz aynasında bir kadın imgesi. Bu tarz sembolik tekniklere film
boyunca rastlıyoruz. Mesela bunun en belirgin bir başka örneği bir karakter
suçluluk duyduğunda silüete yakın bir karaltı olarak gösterilmesi. Önce Mildred TV’ye çıktığında şerif Willougby bu şekilde gösterilir. Sonrasında ise intiharı
sonrası şerifin yazdığı mektubu okurken bu sefer Mildred aynı çekim tekniğiyle ekrana
yansıtılır. Böylece şerife yaşattığının aynısını yaşaması, benzer bir çekim
tekniğiyle görsel olarak da ustaca yansıtılmış olur.
Birkaç İyi Sahne
Mildred ve Willoughby’nin salıncakta konuşurken ısrarla
zincirlerin arasında görüntülenmesi ise bir başka manidar kompozisyon.
Mildred’ın ilan bürosuna girişi de ayrı bir estetiğe
sahipti. Ağır çekimle Western çağrışımı dolu bir sahne.
Dişçi sahnesini de geçmeyelim. Muayenehanenin duvarındaki
öncesi sonrası posteri. Zevahiri (görüntüyü) kurtarmaya çalışan bir sistem.
Mildred’ın çirkini “afişe etme” ısrarı. Kaçınılmaz çatışma.
Ya Mildred’ın oğlu Robbie’nin annesine karşı tavır alışına ne demeli. Kardeşinin anısını kirletiyor diye tepki göstermesi büyük bir
ikiyüzlülüğü açığa çıkarıyordu. Aslında tıpkı diğerleri gibi adaleti değil sadece
kendi “huzurunu” düşündüğünü belli eden son cümlesi önemliydi:
“I didnt read it. I’m depressed
enough as it fucking is”
Frances McDormand bir röportajında bunun bir intikam
hikayesi değil adalet arayışı olduğunun altını çizer. Film içinde sırt üstü
düşmüş böceği kaldırdığı sahne açıkça belli eder bunu.
Pano olayından sonra Şerif Bill tekrar olay yerine gider.
Kamera onu yere eğilmiş halde yani bir şeyler yapmak isterken çeker. Aynı sahende Dixon’ın arkası dönüktür. Aslında iki adamın olaya bakışının özeti bu görselde
verilir.
“Raped while dying”
lafı da önemli. “Ölürken tecavüze uğradı” anlamını taşıyor. Yani tecavüz edip
öldürmeden farklı bir durum. Mildred’ın bir başka sahnede şöyle bir konuşması
geçer:
“He s dying Mildred”
“We re all fucking dying”
Bana kalırsa burada “ölürken tecavüze uğramak” genel bir
anlama da sahip. Mildred, yaşamı bir ölüm süreci olarak görüyor. Yukarıdaki sözleri
açık. Doğumla birlikte aslında ölmeye başlıyoruz ona göre. Dolayısıyla ölürken yani yaşarken bize yapılan haksızlıkları,
ölürken yapılmış birer tecavüz olarak aldığımızda bu tabir daha iyi anlaşılıyor.
Kanımıza işlemiş
hastalıklar
“Bir Zamanlar
Anadolu’da” filmi sevdiğim tek Nuri
Bilge Ceylan filmi olabilir. Diğerlerini ne kadar sevmediysem bunu da o
kadar sevmiştim, belki en iyi 20 Türk filmim arasına bile alabilirim. İşte o
filmin sonunda otopside doktorun yüzüne damlayan kan neyse, burada sorgu
sırasında Mildred’ın yüzüne sıçrayan kan da benzer bir anlama sahip. İçimize
işlemiş patolojiler. Kanımıza işlemiş yerleşik bir hastalığın göstere göstere
yayılması. Adaletsizlik, çaresizlik, boşvermişlik. Toplumsal genetik diye bir şey olabilir mi?
"Bir Zamanlar Anadolu'da" |
Din ve Devlet: İki
Ezeli Suç Ortağı
Asırlardır devam eden bir suç ortaklığına da değinmeden
geçmiyor film. Devlet-din koalisyonundan bahsediyorum. Aklı başında insanların
canına okuyan o meşum ve ezeli suç ortaklığından. Kasabanın rahibi utanmadan
gelip halkın reklam panolarına karşı olduğunu söyler. Mücadelende yanındayız
ama bu yaptığın yanlış diyerek konuşmasına bir parmak bal çalmayı da ihmal
etmez. Makul ve tarafsız gözükecek kendince. Şu söylediklerine bakın:
“The town is deadset against
these billboards of yours”
“Everybody’s with u about Angela. Nobody is
with u about this”
Oysa Mildred sadece niye hala kimse yakalanmadı diyen bir
kadın. Kimseye hakaret ettiği yok. Kızının katillerinin niye hala
yakalanmadığını sormaya bile hakkı yok mu? Yoktur rahibe göre. Yoktur devlete
göre. Yoktur saygın vatandaşlara göre. Huzursuzluk çıkartan sorunlu bir tiptir
onların gözünde. Sorulmaması gereken soruları sormuştur. Fakat Mildred geri adım
atmaz. Kiliseyi haklı olarak çetecilikle suçlar ve din sömürgeninin ağzına
sıçan bir konuşma yapıp evden kovar. Ne oğlancılıkları kalır ne
ikiyüzlülükleri! Dini işine geldiği gibi kullanan rahip olur, imam olur, haham
olur ya da sıradan biri olur, fark etmez. Riyakarlık gördün mü siktiri
çekeceksin bu tiplere.
Missisipi Burning
(Missisipi Yanıyor)
Çocukken Missisipi Burning (Gene Hackman, Willam Dafoe) diye bir film seyretmiştim videoda. Daha
o zamanlar çok etkilemişti beni ve hep aklımın bir köşesinde kaldı. Çarpıcı
olan, beş para etmez herifleri sırf beyaz ve “kendilerinden” diye kasaba halkının
körlemesine korumaya çalışmasıydı benim için. İşte bu filmi seyrederken
bilhassa panoların yandığı sahnede yine Missisipi Burning’i hatırladım ve bir
sürprizle karşılaştım. O filmde de baş kadın oyuncu olarak Frances McDormand varmış :) Irkçılığın hakim olduğu ortamda nefes
alamaz hale gelmiş Mrs Pell rolündeymiş. Frances McDormand’ın Missisipi filminde etrafındaki
çürümüşlüğün farkında olan ama çaresizce boyun eğen bir kadını canlandırırken,
yıllar sonra gelen Missouri filminde
herkesi çatır çatır karşısına alıp yanlışları altüst eden bir kadını oynaması
da enteresan bir nokta. Ayrıca iki filmde de eşinden şiddet gören ve kocası polis olan bir kadını canlandırıyor. Evet, bu iki film arasında ilginç paralellikler var.
Eşeledikçe yeni benzerlikler gözüküyor gözüme.
Gene Hackman ve Frances Mcdormand (Missisipi Yanıyor) |
Gene Hackman ve Frances Mcdormand (Missisipi Yanıyor) |
“Üçleme” (Hendiatris)
Diğer bir konu olayları “ateşleyen” hareketlerin “3” rakamı
etrafında dönmesi. Mesela Mildred kamuoyu yaratmak için 3 reklam panosunda 3 söz kullanırken, şerif de ölümü ardından 3 mektup bırakır. Bunun da tesadüf
olmadığını düşünüyorum.
Hendiatris,
Yunancadan gelen, bir reklam ya da sloganın üç kelimeyle daha kolay ve akılda
kalır şekilde hatırlatılabileceği üzerine kurulu bir söylem tarzı. Hitler’in “Ein Volk! Ein Reich! Ein Führer!”
sloganını hatırlayın mesela. Ya da 1984’deki
totaliter hükümetin kullandığı "War is Peace, Freedom is Slavery,
Ignorance is Strength" sloganını bir düşünün. Olmadı Sezar’ın “veni vidi vici” (Geldim, gördüm,
yendim) lafını bilirsiniz. Mildred’ın hak arayışı da bir nevi bu tekniği
kullanıyor diyebiliriz.
Düşünüldüğünde film
esas olarak 3 karakter üzerinde dönüyor: Mildred, Şerif Willoughby ve
Dixon. Reklam panolarında sergilenen, bu üç figürün sorgulamaları ve
değişimleri olarak görülebilir.
Aynı şekilde tanıdığımız polisler de 3 tane. Şerif, Dixon ve
Zeljko Ivanek’in oynadığı polis memuru. Zenci komiser, Bill intihar ettikten
sonra dahil oluyor.
Üç rakamının bir başka tesadüf olmadığını düşündüğüm anlamı
ise yine “Missisipi Burning” filmiyle
alakalı. Orada da filmin konusu ve tüm çalkantıyı tetikleyen olay, 3 insan hakları savunucusunun zencileri
bilinçlendirirken kaybolmasıydı. Vallahi öyleydi, bu ne tesadüf demeyin.
Missisipi filminin sonunda öldürülen insan hakları savunucularının mezarında “Not Forgotten” yazdığını da
unutmayalım. Yani iki filmde de adaletin gerçekleşmesinde “unutmama ve unutturmama” çabasının asli unsur olduğu açıkça
görülür. Üstelik iki filmin isminde de iki büyük nehir ve adlarını verdikleri eyaletler kullanılmış.
Incendies (İçimdeki
Yangın)
Reklam panoları yanarken sadece Missisipi Burning’den sahneler geçmedi zihnimden. Birkaç sene önce
seyrettiğim “Incendies” filminin
ismi de kimin attığı belli olmayan bir mızrak gibi saplandı beynime.
Panolar yanarken Mildred küçücük yangın tüpüyle koşturur
deli gibi. Oğlu “çok geç artık” dese de dinlemez. Vazgeçmez. Hıçkırıklar içinde
çabalar. İşte bu sahnede Mildred panoların etrafını sarmış alevleri değil de “içindeki yangını” söndürmeye çalışır sanki.
Mektuplar
Willoughby’nin eşine mektubu çarpıcı bir metin olarak filmde
yankılanır. “Ebbing” kelimesinin kasabaya isim olarak rastgele seçilmediği
burada bir kez daha belli olur. Şerif “zayıf düşmüş hasta bedeninin eriyip
gittiğini (ebbs away)” eşine mektubunda yazar. Kasabanın, hatta adaletin bedeni
de tıpkı şerifin bedeni gibi faydasız kutuplaşmalar ve bürokrasiye teslimiyet sonucu
eriyip gitmektedir.
My Darling Anne, There's a longer
letter in the dresser drawer I've been writing for the last week or so, that
one covers us, and my memories of us, and how much I've always loved you. This
one just covers tonight, and more importantly, today. Tonight I have gone out
to the horses to end it. I cannot say sorry for the act itself, although I know
for a short time you will be angry at me, or even hate me for it. Please don't.
This is not a case of, I came in this world alone and I'm goin' out of it
alone, or anything dumb like that. I did not come in this world alone, my mom
was there. And I am not goin' out of it alone, 'cause you were there, drunk on
the couch, making Oscar Wilde cock jokes. No, this is a case, in some senses,
of bravery. Not the bravery of facing a bullet down. The next few months of
pain would be far harder than that small flash. No, it's the bravery of
weighing up the next few months of still being with you, still waking up with
you, of playing with the kids... Against the next few months of seeing in your
eyes how much my pain is killing you. How my weakened body, as it ebbs away, and you tend to it, are your
final and lasting memories of me. I won't have that. Your final memories of me
will be us at the riverside, and that dumb fishing game, which I think they
cheated at. And me inside of you, and you on top of me... And barely a fleeting
thought, of the darkness yet to come. That was the best Anne. A whooole day of
not thinking about it. Dwell on this day baby, 'cause it was the best day of my
life. Kiss the girls for me, and know that I've always loved you... And maybe I'll see ya again if there's
another place, and if there ain't... Well, it's been heaven knowing you.
Your Boy, Bill
Medya
Güç odaklarının baskısını saymasak bile medya üstüne gitmesi
gereken olayları ilginç bir hal almadıkça gündemine almıyor. Fikri takip ise yok
gibi. Filmde ıssızdaki 3 reklam panosuna sıradışı bir “polis eleştirisi” asılmasıyla
olay TVye taşınıyor. Ama bana göre burada çarpıcı olan nedir biliyor musunuz?
Ulusalıyla yereliyle yığınla televizyon kanalının, gazetenin, derginin bu olay
hakkında bir yayın yapmayıp, ıssızdaki yıkık dökük üç reklam panosunun tüm
bunlardan daha güçlü bir kamuoyu oluşturulmasına aracılık edebilmesi. Mildred’ın
medya hakkındaki sözleri dünyanın pek çok yeri için geçerli değil mi?
(polis için) “Yedi aydır sesleri
çıkmıyordu. Bak tabelaları koyduğumdan beri nasıl sürekli arıyorlar…”
“The more u keep a case in the
public eye, the better ur chances are of getting it solved”
Mücavir Alan
Gerek Willoughby gerek yerine gelen yeni şerif yasal sorumluluk
alanlarının sınırlarında kalmayı, rutine gömülmek olarak anlayan adamlar. İyi
niyetliler aslında ama bürokrasiye tuş olmuşlar. Hem Willoughby’nin Mildred’la
yaptığı konuşmada, hem de yeni şerifin Dixon’a adamın kendi aradıkları katil
olmadığını, suçu işlemişse dahi başka ülkede işlediği için kendi sorumluluk
alanlarına girmediğini söylediği sahnede bu durum açıkça görülüyor. Hatta o
kadar açık gözüküyor ki Dixon’ın kafasına bile dank ediyor ve başından beri
aynı tavrı takındığını fark ediyor.
Dixon: “I know he aint ur rapist.
He is a rapist though, I’m sure of that.”
İşte bu konuşmalar yine “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmini
aklıma getirdi. Onca işin arasında jandarma subayı sürekli yetki alanı
tartışması içindedir. Yok çeşme tam sınırda acaba hangi köye ait sayılır yok
mücavir alan (jandarmanın yetki bölgesi) tartışması. Hiçbirinde bir sonuca
ulaşamasa da takılır kalır bu bürokratik detaylara. O kadar takılır ki suç ve suçlu önemsiz bir detay haline gelir. Tıpkı Missouri filmindeki gibi.
Üç Anne
Filmde 3 tane anne figürü var. Bakın yine “üç” :) Mildred, Şerifin eşi Anne ve Dixon’ın annesi. Mildred adaletin yerine gelmesi için kendi hayatını bir huzursuzluk fırtınasının içine atmaktan çekinmeyen, fedakarlığı ölçüsünde cesur bir anne. Gücünü adaletin yerine gelmesi için duyduğu açlıktan ve kızının acısından alıyor. Huysuz gibi görünme pahasına ataleti adalete dönüştürmeye girişen, sorunu yok sayıp sorumluluktan kaçmayan hassas bir karakter. Şerif’in eşi Pamela ise hayatı olduğu gibi yaşamaya çalışan alçalıp yükselmeyen, orta halli bir kadın profili. Dixon’ın annesi tam bir Amerikan kırosu. Oğlunu sürekli dolduruşa getiren, bencilliği ve önyargıları alevlendiren, geçmişe gömülü zehirli bir karakter.
İletişim
Bana kalırsa alt metinde insanların artık yüzyüze iletişim
kurma konusunda yaşadığı zorluk ciddi bir öğe. Birisi standart iletişimden
umudunu kesince yıllardır kullanılmayan reklam panolarını kullanarak derdini
anlatmaya, sesini duyurmaya uğraşıyor. Aynı şekilde şerif de derdini ne
Mildred’a, ne eşine, ne de Dixon’a konuşarak anlatamayacağını anlıyor ve ölümü
ardından 3 mektupla bunu başarıyor. Zaten ilan ofisiyle karakolun karşı karşıya
olması da bu durumu sembolize ediyor olabilir. Yani iletişimin olağandışı bir
eylemle birlikte sunulmadıkça, süslenmedikçe amacına ulaşamadığına tanıklık
ediyoruz. Günümüzün iletişim çelişkilerine ve sıradışı yöntemlere başvurmadan
birbirini dinlemeyen insanlara iyi bir örnek. Artık insanlararası iletişim
biraz gazeteciliğe dönmüş durumda. Çarpıcı bir şekilde yapılmadığı, manşetlerle
süslenmediği sürece herkes birbirini dinler gibi görünse de kimsenin birbirinin
ne dediğini dinlemeye niyeti yok. Duymak istediklerimizi söyleyenleri etrafımıza
toplayarak çevremize aşılması güç bir duvar ördüğümüzün farkında değiliz. Bulunması
en zor insan tipi, mümkün olduğu kadar az önyargıyla ve önhesapla, düşünerek
konuşma gayretinde olan insanlar. Daha nadir olan ise "dinleyebilen" birilerini bulabilmek.
Dixon ve Duymak İstediklerimiz
Bir gün Dixon karakolda kulaklıklarıyla müzik dinliyor. Abba’dan Chiquitita. Bu sırada şerifin intihar ettiği haberi karakola ulaştığında diğerleri gibi hemen farkına varmıyor çünkü o sırada kulağı çevresinde değil. Bir başka sahnede gece kimse yokken gittiği karakolda Willoughby’nin mektubunu okurken etrafını alevler sarıyor ama yine kulaklarındaki müzikten olan bitenin farkında değil. Bu sahneler hep Dixon’ın çevresindeki sesleri, konuşmaları, duymadığı ya da dinlemediğini vurgular. Adam kendi duymak istediğini dinler sürekli. Her akşam evde dinlediği annesi, kulağına doldurduğu seslerin en zehirlisidir. Sonlara doğru yaşadıkları onu değiştirmeye başladığında bara gider. Bu sefer kulaklıklarını, yani kendi doğrularını / at gözlüklerini çıkarmıştır. Tam da o gün bir tecavüzcü katile denk gelmesi basit bir tesadüf değil, Dixon’ın çevresine kulak vermeye başladığının sembolik anlatımıdır aslında. İlk kez Dixon’ın sahnesinde müzik kulaklıktan değil, dışarıdan duyulur. Yanda arkadaşıyla konuşan katili duyar. Bu basit bir kulak misafirliğinin ötesinde bir uyanışın ilk görüntüleridir sanki. Artık şartlandırıldıklarını, kulağına fısıldananları değil, gerçek suçluları duymaya başlamıştır!
“Takes me out of
myself.”
Mildred posterleri panoya yeniden yerleştirirken merdivenini
tutan Peter Dinklage’ın oynadığı
cüce James karakterinin söylediği bir
söz bu. Merdiveni tutarken, yani birilerinin boyunun yetişmediği bir yere
yetişmelerini sağlarken yaptığı işin böyle hissettirdiğini söyler. “Kendimi iyi hissediyorum, dertlerimden uzaklaşıyorum” gibi bir
manası var. İçine tıkılmak istendiği “cüce” klişesinden kurtulmasına yardım
eden bir davranış. Aslında hepimiz bazen bu tip hareketler sergileriz. Filmden
örnek verelim. Şerif Willoughby kendisini eleştirmesine karşın bir sonraki ayın
ilan parasını gizlice ödeyerek Mildred’ın merdivenini tutmuş olmadı mı sizce? Şerif bu adımı biraz da hastalığının sebep
olduğu kendiyle hesaplaşmalar sonrasında atarak aynı zamanda toplumun ve
devletin/toplumun ona biçtiği “şerif” klişesinden de sıyrılmış oldu. Basit görünür ama
zordur bunu yapabilmek.
Mildred’ın başından beri yaptığı da toplumun ona uygun
gördüğü “acılı anne” rolünden sıyrılıp “adalet arayan anne” sorumluluğunu üstlenmekti
bir bakıma. O da “adalete merdiven tutarak” bir nebze olsun içine terk edildiği,
içine sıkıştırıldığı çaresizlik duygusundan sıyrılmaya çalıştı sadece.
Üç beş bir şey yazayım diyorum, uzayıp gidiyor. Özetle, özledikçe tekrar seyredeceğim türden harika bir film. Bahsettiklerim ilginizi çekiyorsa tavsiye ederim.
Film üzüyor insanı ama hareketli bir parçayla yazıyı sonlandıralım.
Four Tops'dan "Walk Away Renee".
Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.