7 Mayıs 2018 Pazartesi

"Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri" filmi

"Three Billboards Outside Ebbing, Missouri" filmi: İnceleme 
Yeni seyrettim, takıldım kaldım. Bazen böyle oluyor, eskiden de aynı filmi defalarca kiralardım videocudan. Karakterleri, duyguları, olayları, müzikleri dönüp duruyor zihnimde. Yazıp rahatlar mıyım? Belki biraz.

Konusu, oyuncuları, ödülleri falan zaten her yerde var. Ben düşündürdüklerinden ve hissettirdiklerinden bahsedeceğim. Etkileyici sahneleri not düşeceğim. Farkedilmediğini tahmin ettiğim birkaç inceliği de araya sıkıştırdım mı tamamdır.

Filmin İsmi
Filmin Türkçe ismi “Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri” olarak çevrilmiş ama saçma sapan bir şey olmuş. Bakın şimdi, “Three Billboards Outside Ebbing Missouri” birkaç anlama birden gelebilecek bir cümle. Mahsus böyle bir isim koydukları belli. Öncelikle en düz haliyle “Ebbing Missouri’nin dışındaki 3 billboard” olarak anlaşılabilir. Hikayedeki üç reklam panosunun tüm karakterlerin yaşamını derinden etkileyen bir “toteme” dönüştüğü şüphesiz. Ama daha da önemlisi bu cümle “Ebbing Missouri’ye 3 billboard mesafede” anlamına da gelebilir. Kasabaya, yani Ebbing’e (Missouri) hakim düşünce ikliminin “3 billboard dışında” bir bakış açısının, yani kasabaya uymayan bir yaklaşımın ortalığı kasıp kavurması gibi bir manaya gelir ki cuk oturur. Üçüncü olarak “ebbing” kelimesi fiil olarak suların çekilmesi ya da bir şeylerin çürümesi / yitip gitmesi anlamını da taşıyor. Hatta şerifin eşine bıraktığı mektupta geçer. Buradan hareketle “Çürüyen Missouri’nin dışında kalabilmiş 3 temiz billboard” gibi bir anlam da çıkabilir rahatlıkla. Filmin konusuna en çok yakışan anlamlardan birisi bu olur. Üstelik Missouri nehrine de gönderme yapılmış olur. Ayrıca filmde esas olarak 3 karakterin hikayesinin verildiğini ve bu durumun “3 billboard” ile sembolize edildiğini de rahatlıkla söyleyebiliriz. Durun bitmedi, beşinci ve son olarak, reklam panolarının (billboard) sonuncusunda ismi olan şerifin adı William Willoughby. “William” isminin kısaltmasının “Bill” olduğunu biliyorsunuz. Dolayısıyla “billboard”a saklı (reklam panosunun) böyle bir gönderme olduğunu düşünmek de bence zorlama olmaz. O kadar isim varken William ismi rastlantı değildir herhalde. Daha filmin isminde yazacak düşünecek bunca şey varsa gerisini siz hesap edin.




Açılış Renee Fleming’in bir aryası eşliğinde yol kenarındaki yıkık dökük reklam panolarıyla yapılmış. Aslında bu harap manzara, adaletin içinde bulunduğu acınacak durumu resmediyor bir bakıma. Tekrar tekrar seyrederek tadına doyamadığım bir girişti. Bir baktım neymiş diye Martha operasından bir parçaymış. Filmin hem Carter Burwell (McDonagh'ın diğer iki filminin müziklerini de yapmıştı) tarafından bestelenen orijinal müzikleri hem de kullanılan diğer parçalar harika. Bilhassa Four Tops’ın “Walk Away Renee” parçasını unutmamak lazım. 

Panolar
“Raped while dying”, “Still no arrests?” ve “How come chief Willoughby?”.
Bir gerçek, iki soru. 



Kararan Yaşamlar
Filmde sık kullanılan sahnelerden birisi kızını tecavüz sonucu kaybetmiş ve suçlusunun bulunması için yetkilileri harekete geçirmek için çırpınan anne Mildred’ın arabadayken sık sık dikiz aynasından görünmesi. Zaten İngilizcesi "rearview mirror" olarak geçer ve kadının bakış açısını yansıtması açısından anlamlı bir seçim. Belli ki yönetmen geçmişin hesabını soran, geçmişi unutturmamak için çırpınan anne karakterini özellikle bu şekilde göstermeyi seçmiş. Araba ilerlerken gözü sürekli dikiz aynasında bir kadın imgesi. Bu tarz sembolik tekniklere film boyunca rastlıyoruz. Mesela bunun en belirgin bir başka örneği bir karakter suçluluk duyduğunda silüete yakın bir karaltı olarak gösterilmesi. Önce Mildred TV’ye çıktığında şerif Willougby bu şekilde gösterilir. Sonrasında ise intiharı sonrası şerifin yazdığı mektubu okurken bu sefer Mildred aynı çekim tekniğiyle ekrana yansıtılır. Böylece şerife yaşattığının aynısını yaşaması, benzer bir çekim tekniğiyle görsel olarak da ustaca yansıtılmış olur.





Birkaç İyi Sahne
Mildred ve Willoughby’nin salıncakta konuşurken ısrarla zincirlerin arasında görüntülenmesi ise bir başka manidar kompozisyon. 

Mildred’ın ilan bürosuna girişi de ayrı bir estetiğe sahipti. Ağır çekimle Western çağrışımı dolu bir sahne.

Dişçi sahnesini de geçmeyelim. Muayenehanenin duvarındaki öncesi sonrası posteri. Zevahiri (görüntüyü) kurtarmaya çalışan bir sistem. Mildred’ın çirkini “afişe etme” ısrarı. Kaçınılmaz çatışma.

Ya Mildred’ın oğlu Robbie’nin annesine karşı tavır alışına ne demeli. Kardeşinin anısını kirletiyor diye tepki göstermesi büyük bir ikiyüzlülüğü açığa çıkarıyordu. Aslında tıpkı diğerleri gibi adaleti değil sadece kendi “huzurunu” düşündüğünü belli eden son cümlesi önemliydi:

“I didnt read it. I’m depressed enough as it fucking is”

Frances McDormand bir röportajında bunun bir intikam hikayesi değil adalet arayışı olduğunun altını çizer. Film içinde sırt üstü düşmüş böceği kaldırdığı sahne açıkça belli eder bunu.

Pano olayından sonra Şerif Bill tekrar olay yerine gider. Kamera onu yere eğilmiş halde yani bir şeyler yapmak isterken çeker. Aynı sahende Dixon’ın arkası dönüktür. Aslında iki adamın olaya bakışının özeti bu görselde verilir.

“Raped while dying” lafı da önemli. “Ölürken tecavüze uğradı” anlamını taşıyor. Yani tecavüz edip öldürmeden farklı bir durum. Mildred’ın bir başka sahnede şöyle bir konuşması geçer:

“He s dying Mildred”
“We re all fucking dying”

Bana kalırsa burada “ölürken tecavüze uğramak” genel bir anlama da sahip.  Mildred, yaşamı bir ölüm süreci olarak görüyor. Yukarıdaki sözleri açık. Doğumla birlikte aslında ölmeye başlıyoruz ona göre. Dolayısıyla ölürken yani yaşarken bize yapılan haksızlıkları, ölürken yapılmış birer tecavüz olarak aldığımızda bu tabir daha iyi anlaşılıyor. 








Kanımıza işlemiş hastalıklar
“Bir Zamanlar Anadolu’da” filmi sevdiğim tek Nuri Bilge Ceylan filmi olabilir. Diğerlerini ne kadar sevmediysem bunu da o kadar sevmiştim, belki en iyi 20 Türk filmim arasına bile alabilirim. İşte o filmin sonunda otopside doktorun yüzüne damlayan kan neyse, burada sorgu sırasında Mildred’ın yüzüne sıçrayan kan da benzer bir anlama sahip. İçimize işlemiş patolojiler. Kanımıza işlemiş yerleşik bir hastalığın göstere göstere yayılması. Adaletsizlik, çaresizlik, boşvermişlik. Toplumsal genetik diye bir şey olabilir mi?


"Bir Zamanlar Anadolu'da"
Din ve Devlet: İki Ezeli Suç Ortağı
Asırlardır devam eden bir suç ortaklığına da değinmeden geçmiyor film. Devlet-din koalisyonundan bahsediyorum. Aklı başında insanların canına okuyan o meşum ve ezeli suç ortaklığından. Kasabanın rahibi utanmadan gelip halkın reklam panolarına karşı olduğunu söyler. Mücadelende yanındayız ama bu yaptığın yanlış diyerek konuşmasına bir parmak bal çalmayı da ihmal etmez. Makul ve tarafsız gözükecek kendince. Şu söylediklerine bakın:

“The town is deadset against these billboards of yours”
 “Everybody’s with u about Angela. Nobody is with u about this”

Oysa Mildred sadece niye hala kimse yakalanmadı diyen bir kadın. Kimseye hakaret ettiği yok. Kızının katillerinin niye hala yakalanmadığını sormaya bile hakkı yok mu? Yoktur rahibe göre. Yoktur devlete göre. Yoktur saygın vatandaşlara göre. Huzursuzluk çıkartan sorunlu bir tiptir onların gözünde. Sorulmaması gereken soruları sormuştur. Fakat Mildred geri adım atmaz. Kiliseyi haklı olarak çetecilikle suçlar ve din sömürgeninin ağzına sıçan bir konuşma yapıp evden kovar. Ne oğlancılıkları kalır ne ikiyüzlülükleri! Dini işine geldiği gibi kullanan rahip olur, imam olur, haham olur ya da sıradan biri olur, fark etmez. Riyakarlık gördün mü siktiri çekeceksin bu tiplere.  




Missisipi Burning (Missisipi Yanıyor)
Çocukken Missisipi Burning (Gene Hackman, Willam Dafoe) diye bir film seyretmiştim videoda. Daha o zamanlar çok etkilemişti beni ve hep aklımın bir köşesinde kaldı. Çarpıcı olan, beş para etmez herifleri sırf beyaz ve “kendilerinden” diye kasaba halkının körlemesine korumaya çalışmasıydı benim için. İşte bu filmi seyrederken bilhassa panoların yandığı sahnede yine Missisipi Burning’i hatırladım ve bir sürprizle karşılaştım. O filmde de baş kadın oyuncu olarak Frances McDormand varmış :) Irkçılığın hakim olduğu ortamda nefes alamaz hale gelmiş Mrs Pell rolündeymiş. Frances McDormand’ın Missisipi filminde etrafındaki çürümüşlüğün farkında olan ama çaresizce boyun eğen bir kadını canlandırırken, yıllar sonra gelen Missouri filminde herkesi çatır çatır karşısına alıp yanlışları altüst eden bir kadını oynaması da enteresan bir nokta. Ayrıca iki filmde de eşinden şiddet gören ve kocası polis olan bir kadını canlandırıyor. Evet, bu iki film arasında ilginç paralellikler var. Eşeledikçe yeni benzerlikler gözüküyor gözüme.

Gene Hackman ve Frances Mcdormand (Missisipi Yanıyor)

Gene Hackman ve Frances Mcdormand (Missisipi Yanıyor)
“Üçleme” (Hendiatris)
Diğer bir konu olayları “ateşleyen” hareketlerin “3” rakamı etrafında dönmesi. Mesela Mildred kamuoyu yaratmak için 3 reklam panosunda 3 söz  kullanırken, şerif de ölümü ardından 3 mektup bırakır. Bunun da tesadüf olmadığını düşünüyorum.

Hendiatris, Yunancadan gelen, bir reklam ya da sloganın üç kelimeyle daha kolay ve akılda kalır şekilde hatırlatılabileceği üzerine kurulu bir söylem tarzı. Hitler’in “Ein Volk! Ein Reich! Ein Führer!” sloganını hatırlayın mesela. Ya da 1984’deki totaliter hükümetin kullandığı "War is Peace, Freedom is Slavery, Ignorance is Strength" sloganını bir düşünün. Olmadı Sezar’ın “veni vidi vici” (Geldim, gördüm, yendim) lafını bilirsiniz. Mildred’ın hak arayışı da bir nevi bu tekniği kullanıyor diyebiliriz.

Düşünüldüğünde film esas olarak 3 karakter üzerinde dönüyor: Mildred, Şerif Willoughby ve Dixon. Reklam panolarında sergilenen, bu üç figürün sorgulamaları ve değişimleri olarak görülebilir.

Aynı şekilde tanıdığımız polisler de 3 tane. Şerif, Dixon ve Zeljko Ivanek’in oynadığı polis memuru. Zenci komiser, Bill intihar ettikten sonra dahil oluyor.

Üç rakamının bir başka tesadüf olmadığını düşündüğüm anlamı ise yine “Missisipi Burning” filmiyle alakalı. Orada da filmin konusu ve tüm çalkantıyı tetikleyen olay, 3 insan hakları savunucusunun zencileri bilinçlendirirken kaybolmasıydı. Vallahi öyleydi, bu ne tesadüf demeyin. Missisipi filminin sonunda öldürülen insan hakları savunucularının mezarında “Not Forgotten” yazdığını da unutmayalım. Yani iki filmde de adaletin gerçekleşmesinde “unutmama ve unutturmama” çabasının asli unsur olduğu açıkça görülür. Üstelik iki filmin isminde de iki büyük nehir ve adlarını verdikleri eyaletler kullanılmış. 

Incendies (İçimdeki Yangın)
Reklam panoları yanarken sadece Missisipi Burning’den sahneler geçmedi zihnimden. Birkaç sene önce seyrettiğim “Incendies” filminin ismi de kimin attığı belli olmayan bir mızrak gibi saplandı beynime.

Panolar yanarken Mildred küçücük yangın tüpüyle koşturur deli gibi. Oğlu “çok geç artık” dese de dinlemez. Vazgeçmez. Hıçkırıklar içinde çabalar. İşte bu sahnede Mildred panoların etrafını sarmış alevleri değil de “içindeki yangını” söndürmeye çalışır sanki.




Mektuplar
Willoughby’nin eşine mektubu çarpıcı bir metin olarak filmde yankılanır. “Ebbing” kelimesinin kasabaya isim olarak rastgele seçilmediği burada bir kez daha belli olur. Şerif “zayıf düşmüş hasta bedeninin eriyip gittiğini (ebbs away)” eşine mektubunda yazar. Kasabanın, hatta adaletin bedeni de tıpkı şerifin bedeni gibi faydasız kutuplaşmalar ve bürokrasiye teslimiyet sonucu eriyip gitmektedir.   

My Darling Anne, There's a longer letter in the dresser drawer I've been writing for the last week or so, that one covers us, and my memories of us, and how much I've always loved you. This one just covers tonight, and more importantly, today. Tonight I have gone out to the horses to end it. I cannot say sorry for the act itself, although I know for a short time you will be angry at me, or even hate me for it. Please don't. This is not a case of, I came in this world alone and I'm goin' out of it alone, or anything dumb like that. I did not come in this world alone, my mom was there. And I am not goin' out of it alone, 'cause you were there, drunk on the couch, making Oscar Wilde cock jokes. No, this is a case, in some senses, of bravery. Not the bravery of facing a bullet down. The next few months of pain would be far harder than that small flash. No, it's the bravery of weighing up the next few months of still being with you, still waking up with you, of playing with the kids... Against the next few months of seeing in your eyes how much my pain is killing you. How my weakened body, as it ebbs away, and you tend to it, are your final and lasting memories of me. I won't have that. Your final memories of me will be us at the riverside, and that dumb fishing game, which I think they cheated at. And me inside of you, and you on top of me... And barely a fleeting thought, of the darkness yet to come. That was the best Anne. A whooole day of not thinking about it. Dwell on this day baby, 'cause it was the best day of my life. Kiss the girls for me, and know that I've always loved you... And maybe I'll see ya again if there's another place, and if there ain't... Well, it's been heaven knowing you. Your Boy, Bill









Medya
Güç odaklarının baskısını saymasak bile medya üstüne gitmesi gereken olayları ilginç bir hal almadıkça gündemine almıyor. Fikri takip ise yok gibi. Filmde ıssızdaki 3 reklam panosuna sıradışı bir “polis eleştirisi” asılmasıyla olay TVye taşınıyor. Ama bana göre burada çarpıcı olan nedir biliyor musunuz? Ulusalıyla yereliyle yığınla televizyon kanalının, gazetenin, derginin bu olay hakkında bir yayın yapmayıp, ıssızdaki yıkık dökük üç reklam panosunun tüm bunlardan daha güçlü bir kamuoyu oluşturulmasına aracılık edebilmesi. Mildred’ın medya hakkındaki sözleri dünyanın pek çok yeri için geçerli değil mi?

(polis için) “Yedi aydır sesleri çıkmıyordu. Bak tabelaları koyduğumdan beri nasıl sürekli arıyorlar…”

“The more u keep a case in the public eye, the better ur chances are of getting it solved”








Mücavir Alan
Gerek Willoughby gerek yerine gelen yeni şerif yasal sorumluluk alanlarının sınırlarında kalmayı, rutine gömülmek olarak anlayan adamlar. İyi niyetliler aslında ama bürokrasiye tuş olmuşlar. Hem Willoughby’nin Mildred’la yaptığı konuşmada, hem de yeni şerifin Dixon’a adamın kendi aradıkları katil olmadığını, suçu işlemişse dahi başka ülkede işlediği için kendi sorumluluk alanlarına girmediğini söylediği sahnede bu durum açıkça görülüyor. Hatta o kadar açık gözüküyor ki Dixon’ın kafasına bile dank ediyor ve başından beri aynı tavrı takındığını fark ediyor.

Dixon: “I know he aint ur rapist. He is a rapist though, I’m sure of that.”

İşte bu konuşmalar yine “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmini aklıma getirdi. Onca işin arasında jandarma subayı sürekli yetki alanı tartışması içindedir. Yok çeşme tam sınırda acaba hangi köye ait sayılır yok mücavir alan (jandarmanın yetki bölgesi) tartışması. Hiçbirinde bir sonuca ulaşamasa da takılır kalır bu bürokratik detaylara. O kadar takılır ki suç ve suçlu önemsiz bir detay haline gelir. Tıpkı Missouri filmindeki gibi. 




Üç Anne
Filmde 3 tane anne figürü var. Bakın yine “üç” :) Mildred, Şerifin eşi Anne ve Dixon’ın annesi. Mildred adaletin yerine gelmesi için kendi hayatını bir huzursuzluk fırtınasının içine atmaktan çekinmeyen, fedakarlığı ölçüsünde cesur bir anne. Gücünü adaletin yerine gelmesi için duyduğu açlıktan ve kızının acısından alıyor. Huysuz gibi görünme pahasına ataleti adalete dönüştürmeye girişensorunu yok sayıp sorumluluktan kaçmayan hassas bir karakter. Şerif’in eşi Pamela ise hayatı olduğu gibi yaşamaya çalışan alçalıp yükselmeyen, orta halli bir kadın profili. Dixon’ın annesi tam bir Amerikan kırosu. Oğlunu sürekli dolduruşa getiren, bencilliği ve önyargıları alevlendiren, geçmişe gömülü zehirli bir karakter.




İletişim
Bana kalırsa alt metinde insanların artık yüzyüze iletişim kurma konusunda yaşadığı zorluk ciddi bir öğe. Birisi standart iletişimden umudunu kesince yıllardır kullanılmayan reklam panolarını kullanarak derdini anlatmaya, sesini duyurmaya uğraşıyor. Aynı şekilde şerif de derdini ne Mildred’a, ne eşine, ne de Dixon’a konuşarak anlatamayacağını anlıyor ve ölümü ardından 3 mektupla bunu başarıyor. Zaten ilan ofisiyle karakolun karşı karşıya olması da bu durumu sembolize ediyor olabilir. Yani iletişimin olağandışı bir eylemle birlikte sunulmadıkça, süslenmedikçe amacına ulaşamadığına tanıklık ediyoruz. Günümüzün iletişim çelişkilerine ve sıradışı yöntemlere başvurmadan birbirini dinlemeyen insanlara iyi bir örnek. Artık insanlararası iletişim biraz gazeteciliğe dönmüş durumda. Çarpıcı bir şekilde yapılmadığı, manşetlerle süslenmediği sürece herkes birbirini dinler gibi görünse de kimsenin birbirinin ne dediğini dinlemeye niyeti yok. Duymak istediklerimizi söyleyenleri etrafımıza toplayarak çevremize aşılması güç bir duvar ördüğümüzün farkında değiliz. Bulunması en zor insan tipi, mümkün olduğu kadar az önyargıyla ve önhesapla, düşünerek konuşma gayretinde olan insanlar. Daha nadir olan ise "dinleyebilen" birilerini bulabilmek.  






Dixon ve Duymak İstediklerimiz
Bir gün Dixon karakolda kulaklıklarıyla müzik dinliyor. Abba’dan Chiquitita. Bu sırada şerifin intihar ettiği haberi karakola ulaştığında diğerleri gibi hemen farkına varmıyor çünkü o sırada kulağı çevresinde değil. Bir başka sahnede gece kimse yokken gittiği karakolda Willoughby’nin mektubunu okurken etrafını alevler sarıyor ama yine kulaklarındaki müzikten olan bitenin farkında değil. Bu sahneler hep Dixon’ın çevresindeki sesleri, konuşmaları, duymadığı ya da dinlemediğini vurgular. Adam kendi duymak istediğini dinler sürekli. Her akşam evde dinlediği annesi, kulağına doldurduğu seslerin en zehirlisidir. Sonlara doğru yaşadıkları onu değiştirmeye başladığında bara gider. Bu sefer kulaklıklarını, yani kendi doğrularını / at gözlüklerini çıkarmıştır. Tam da o gün bir tecavüzcü katile denk gelmesi basit bir tesadüf değil, Dixon’ın çevresine kulak vermeye başladığının sembolik anlatımıdır aslında. İlk kez Dixon’ın sahnesinde müzik kulaklıktan değil, dışarıdan duyulur. Yanda arkadaşıyla konuşan katili duyar. Bu basit bir kulak misafirliğinin ötesinde bir uyanışın ilk görüntüleridir sanki. Artık şartlandırıldıklarını, kulağına fısıldananları değil, gerçek suçluları duymaya başlamıştır!




“Takes me out of myself.”
Mildred posterleri panoya yeniden yerleştirirken merdivenini tutan Peter Dinklage’ın oynadığı cüce James karakterinin söylediği bir söz bu. Merdiveni tutarken, yani birilerinin boyunun yetişmediği bir yere yetişmelerini sağlarken yaptığı işin böyle hissettirdiğini söyler. “Kendimi iyi hissediyorum, dertlerimden uzaklaşıyorum” gibi bir manası var. İçine tıkılmak istendiği “cüce” klişesinden kurtulmasına yardım eden bir davranış. Aslında hepimiz bazen bu tip hareketler sergileriz. Filmden örnek verelim. Şerif Willoughby kendisini eleştirmesine karşın bir sonraki ayın ilan parasını gizlice ödeyerek Mildred’ın merdivenini tutmuş olmadı mı sizce?  Şerif bu adımı biraz da hastalığının sebep olduğu kendiyle hesaplaşmalar sonrasında atarak aynı zamanda toplumun ve devletin/toplumun ona biçtiği “şerif” klişesinden de sıyrılmış oldu. Basit görünür ama zordur bunu yapabilmek.

Mildred’ın başından beri yaptığı da toplumun ona uygun gördüğü “acılı anne” rolünden sıyrılıp “adalet arayan anne” sorumluluğunu üstlenmekti bir bakıma. O da “adalete merdiven tutarak” bir nebze olsun içine terk edildiği, içine sıkıştırıldığı çaresizlik duygusundan sıyrılmaya çalıştı sadece.

Üç beş bir şey yazayım diyorum, uzayıp gidiyor. Özetle, özledikçe tekrar seyredeceğim türden harika bir film. Bahsettiklerim ilginizi çekiyorsa tavsiye ederim. 

Film üzüyor insanı ama hareketli bir parçayla yazıyı sonlandıralım.
Four Tops'dan "Walk Away Renee".












Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...