Katie Chandler: “I love you,
Billy boy!”
Billy Wyatt: That was the last time I ever saw her.
Pek çok 80ler filmi
gibi bunun için de “made in my boyhood” diyebilirim sanırım. İlk kez küçükken
seyretmiştim. Videocudan defalarca kiraladığım filmlerden biri oldu. O zamanlar
ismi Kaybolan Gençlik olarak
çevrilmişti. Gerçek isminin (Stealing Home) anlamını çok merak ettim ama bir
türlü çözemedim. Kafama takarım böyle şeyleri. Ne yapsam diye düşünürken
öğretmenime sormaya karar verdim. Okulda Janet
M. isimli bir Kanadalı öğretmenimiz
vardı. Rus asıllı bir Kanadalıydı muhtemelen. Güzel kadındı, çocuk halimle çok
beğenirdim. Aslında yüz hatlarında bir hainlik sezerdim ama güzelliğini
gölgelemeye yetmezdi. Hafif sertti zaten. Derslerde uzun bol dökümlü pileli
eteği altına giydiği deri çizmeleriyle filmlerdeki kadınlara benzetir,
yüzündeki her bir çizginin konuşurken aldığı şekilleri hayran hayran
seyrederdim.
Bir gün sınıftaki
Amerikalı bir çocuk “pak” (buz hokeyindeki disk şeklinde top - puck) getirmiş herkese
gösteriyordu. Janet M. isteyince ona verdi. Kadının sanki yıllardır görmediği
çocuğunun saçlarını okşuyormuşçasına elini pak’ın üzerinde gezdirişi ve sonra
üzerindeki yazıyı dudaklarının arasında öpermiş gibi fısıltıyla okuyuşunu hala
dün gibi hatırlarım: “Made in Canada…”.
Neyse uzatmayayım. “Stealing Home”un ne anlama geldiğini öğretmenime sormaya karar verdim, verdim vermesine ama bir türlü cesaret edemiyordum. Niye diyeceksiniz? Şimdi filmin içinde erotik olmasına karşın son derece masum birkaç ön sevişme sahnesi vardı. Hem de ergen bir çocukla olgun bir kadın arasındaydı sahnelerden biri. Ya filmi biliyorsa da yanlış anlarsa korkumu bir türlü yenemedim. O zamanki aklımla sanki porno film soracakmış gibi düşünmüş, kafamda çok abartmıştım. Sonunda kendi kendime eziyet haline gelince operasyonu iptal ettim. Yanına gidip sormayı düşündüğüm anlarda bile kalbimin nasıl çarptığını, yüzüme kıpkırmızı bir sıcaklığın nasıl yayıldığını hala hissedebiliyorum. Tatlı heyecanlar bunlar. Yaşanması gereken duygular.
Neyse uzatmayayım. “Stealing Home”un ne anlama geldiğini öğretmenime sormaya karar verdim, verdim vermesine ama bir türlü cesaret edemiyordum. Niye diyeceksiniz? Şimdi filmin içinde erotik olmasına karşın son derece masum birkaç ön sevişme sahnesi vardı. Hem de ergen bir çocukla olgun bir kadın arasındaydı sahnelerden biri. Ya filmi biliyorsa da yanlış anlarsa korkumu bir türlü yenemedim. O zamanki aklımla sanki porno film soracakmış gibi düşünmüş, kafamda çok abartmıştım. Sonunda kendi kendime eziyet haline gelince operasyonu iptal ettim. Yanına gidip sormayı düşündüğüm anlarda bile kalbimin nasıl çarptığını, yüzüme kıpkırmızı bir sıcaklığın nasıl yayıldığını hala hissedebiliyorum. Tatlı heyecanlar bunlar. Yaşanması gereken duygular.
İşte filmimiz buna
benzer “tatlı heyecanlara” sahip bir ergen çocuk ile arkadaşının yaşamından bir
kesit aktarıyor. Edebiyatta bildungsroman
denilen, “coming of age” türü olarak
sınıflandırılan, hayatın gerçekleriyle yüzleşmelerin başladığı bir ergenlikten
gençliğe geçiş filmi. Fakat bu döneme odaklanan bazı filmlerdeki gibi sadece
mizah üzerinden yürümüyor. Unutamadığım dokunaklı sahneleri de az değil.
Yabancıların “dramedy” dedikleri benim Türkçe’ye “Komedram” olarak çevirdiğim
bir duygu paketine sahip. Bazen güldürüyor bazen duygulandırıyor,
neşelendiriyor sonra üzüyor ama duygusal yönü genelde daha ağırlıklı ve büyük iniş çıkışlar halinde ilerlemediği için dozunda bir paslaşma bu. Yani sulu
bir gençlik filmi değil kesinlikle.
Zaten bana
sorarsanız ilk gençlik yılları, dramla
komedinin en çok birbirine yaklaştığı, hatta elele yürüdüğü dönemdir. Cinsellik
de dahil her alanda “el yordamıyla” :) yolunuzu bulmaya çalışıp bir şeylere
ulaşmak için çabalarken insan sık sık salak durumuna düşer. Kendi kendiyle
kavga edip durur aptallık gibi görünen acemiliklerine. Hele hassas bir
insansanız, duygusal açıdan en kırılgan süreçlerden biri olduğu için depresif
duyguların da sık sık misafirliğe gelip, gitmek bilmediği yıllardır aynı
zamanda. İşte Kaybolan Gençlik tüm bu gelgitleri ve arayışları ekranlara
yansıtabilen bir film. En azından benim için.
Filmin en güçlü
karakteri yarım saat civarı sadece “hatırlayış”
sekanslarında gördüğümüz Jodie Foster’ın
canlandırdığı Katie Chandler. Jodie Foster’ın en bebeksi görünümünü
içeren birkaç filmden biri olduğu kesin. Bakmaya doyulmayan bir güzelliğin
toplumu hiçe sayan bir asilikle birleşmesi, henüz erkekleşme yolunda olan bir
gencin hayallerinin doruk noktasından manzaralar sunuyor. Seyrederken onunla “umursamıyor”, onunla “elalemi takmıyorsunuz”. Katie, "kendini yaşamaya çekinmeyen", toplumsal
savunmalara çalım atmaya bayılan, fakat tutunma konusunu çözememiş bir
karakter. Mark Harmon’ın canlandırdığı Billy Boy ise geçmişle yüzleşip barışmak
konusunda sıkıntılı ve aradığını bulamamış bir adam.
Katie Chandler: “See that's all I want to do Billy-Boy. I want to
leap of this pier and fly high in the air with hang with the wind and drift
through the clouds, and at night, with the Moon full and the sea wild, I meet
my lover high on a cliff and we'd swoop down into the ocean and swim all the
way touch the bottom up through the dark water and break the surface. Then we'd
fly to Jamaica for Pina Colatas... God, I wish I could do that.”
David Foster’ın
müzikleri ve OST yakışmış. İddiasız havasına karşın ilgi çekici olabilen bir “geçmişle yüzleşme”, bir “büyüme” filmi. Bugün baktığımda hikayesinde
bazı kopukluklar ve eksiklikler gözüme çarpıyor ama tüm kusurlarına karşın benim için
özel bir yeri olduğu kesin. Şahsi klasiklerimden olduğu için tarafsız gözle
bakabileceğim bir film değil. Hala her seyredişimde içimi “tatlı heyecanlar” dolduruyor.
Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.