Philip K. Dick’in
“The Hanging Stranger” hikayesinin
serbest uyarlaması. Dee Rees yazıp
yönetmiş.
Mel Rodriguez, Philbert
Noyce rolünde. “Better Call
Saul” seyredenler Jimmy’nin gençlik yıllarındaki suç ortağı Marco
Pasternak olarak hatırlayacaklardır. Yine işyerindeki ustabaşı rolünde, Westworld dizisinde Peter Abernathy olarak seyrettiğimiz
Louis Herthum var.
Kuzey Amerika birlik olmuş: Mex-US-Can, yan Meksika-ABD-Kanada birliği. Kendilerine “meganation” diyorlar. “Seçim” kelimesi gerçek anlamını kaybetmiş,
nihai olarak tek aday çıkıyor ve oylanıyor. Sloganı bile hazır: “Mexuscan..Yes us can!”. Fabrikalar büyük oranda otomatize. Koca fabrikada birkaç
insan çalışması yetiyor, o da yasalar gereği.
İşte böyle bir “mahallede”
yaşayan sıradan bir fabrika işçisinin (Philbert Noyce) çevresindeki “melek
yüzlü iblislerin” farkına varıp konuşmaya başlamasıyla, bırakın toplumu en
yakınları tarafından bile dışlanması ve etrafındaki çemberin daralışı konu
edilmiş.
Daha önce benzerleri çok işlenmiş bir distopya ortamı sunsa
da sıkılmadan seyrettim. Dizinin diğer bölümlerinde olduğu gibi kafamda
düşünceler uçuşturan paslar alabildim. Zihnimi
hareketlendirdi. Düşünsel rüzgarlar estirip yeni fikirler çıkartmama katkı
yapan programları seviyorum. American Horror Story dizisinin yedinci
sezonundaki gibi dibine kadar siyasi alegori içeren ve bunu teknolojinin
tekinsizliği ile harmanlayan, yeni bir şey sunmasa da sağlam bir hikaye .
Bu serinin genelinde olduğu üzere burada da hikayenin içine
ilgi çekici fikir fragmanları serpiştirilmiş. Mesela nette gezerken bilgisayar
ekranının her tarafından çıkan “fırlama”
(pop-up) reklamlar var ya, işte onların birer hologram olarak evinizin içinde dolaştığını düşünün. Hani Star Wars’un ilk filminde Prenses Leia’nın görüntüsüne benzer
şekilde. Hikaye tam da böyle bir reklam çılgınlığıyla açılıyor. Traş olurken aynada bir kovboy yeni bir jileti tanıtıyor. Buzdolabını
açıyorsunuz, erotik giyimli bir kadın elinde bir peynir markasıyla karşınızda
beliriveriyor. Elektronik iletişimdeki mütecaviz reklam çılgınlığının bilgisayar
ya da cep telefonu ekranlarından dışarı taşmış hali üzerine çarpıcı
sahnelerdi.
Philbert otomatikleşmenin baskıcı hale gelmesinden rahatsız
kendi halinde bir adam. Arkadaşlarının şu lafı durumu açıklıyor:
“U re such a fucking manualist”
Otomatikleşmeye ve teknolojiye karşı değilim ama her yeni
hizmetin ya da her otomatikleşmenin kabul edilmesini tehlikeli buluyorum.
Şahsen cep telefonundan mesajlaşmayı tercih etmem, hatta konuşmalarımı bile çok kısa tutarım.
Whatssup gibi iletişimlere kesinlikle kapalıyım. Facebook/Twitter sevmem. Uzun
yıllardır aynı telefonu kullanıyorum ve değiştirmeyi düşünmüyorum, akıllı
telefon bile değil, neslinin son temsilcisi aptallardan. Buna karşın elektronik
kitap okuyucuya geçeli yıllar oldu. Müthiş bir teknolojik kolaylık olarak
görüyorum ve yaşamımın vazgeçilmezi. Mesele seçiciliği elden bırakmamak ve
ihtiyacın olmayan şeyleri sırf yeni diye kabul etmek zorunda hissetmemek. Teknoloji tüketiminde de şahsiyetli olmak, her rüzgara kapılmamak önemli.
Phil bir gün evde TV seyrederken başkanlık “adayı”
(candidate) altyapıdan bahsederken aniden
“we have to -kill all others-”
lafını araya sıkıştırınca şoke olur. “Hah şimdi röportajcı buradan yüklenir
kesin” diye düşünürken tüm stüdyo sanki böyle bir şey söylenmemiş gibi
davranmayı seçince şaşkınlığı bir kat daha artar. E insanın diline vuruyor
illaki. Daha geçen gün “Önce bize oy verenlere hizmet götüreceğiz”
diyen belediye başkanına sahip bir millet herhalde bu söylemin nereye gittiğini
daha iyi anlayacaktır.
Bir ara TV başında benzeri hislere çok sık kapılırdım.
Epeydir seyretmiyorum ama Türk TV’lerindeki yalandan panellere
baktığım günleri hatırlattı. Genelde çocukların ebeveynlerinden duyduğunu tekrarlamasına benzer bir
“beyin bypass”ı olurdu konuşmacıların
çoğunda. Defalarca tekrarlanmış sloganları farklı cümlelerle süslemeyi
bile beceremeyerek konuşurlardı durmadan. Bir nevi “Kukla Şov”. Bazen kesin birisi bu saçmalığı söyler derdim, oysa
genelde o saçmalığı doğrulardı etrafındakiler. “Yahu bir tek ben mi bu herifin
aptallığını/şahsiyetsizliğini görebiliyorum?” deyip küçük bir isyan ve küçümseme
duygusu hasıl olurdu zihnimde.
Phil sokaklara yerleştirilmiş “Kill All Others” neonlarının fotoğrafını kanıt olarak çekmek
isterken treni durdurunca soruşturma açılır. Polis kadın konuşurken şöyle der:
“Under close enough observation,
maybe anybody can look a little quirky, screwy. A little other.”
Sığlaştıkça normal sayılıyoruz aslında.
Toplumsal normlara uyumlu olmanın olmazsa olmazı bu. Seni sen yapan
detaylarından soyunman şart. Kişisel evrimimizin ileri adım atma cüreti
göstermiş tüm çabaları anomali olarak değerlendiriliyor. Bazen bunları
yaşatmanın tek yolu “yalnızlığa” sığınmak.
Philbert’ın arkadaşı Ed’in sözleri kafalardaki karışıklığın
dile getirilmiş hali.
“Who are the others? Thats what I
wanna know…”
TR’de de çok sık kullanılmaz mı bu ötekileştiren "zehirli zamirler":
“Bazıları”,” malum çevreler”, “dış
mihraklar”, “İçimizdeki İrlandalılar”
Philbert evden telefonla arayıp soru sormaya karar verir partinin başkan
adayına. Takma isimle konuşayım der ama ismi anında TV'de çıkar. Panik! Sürekli ve her
yerden ulaşılabilir olmanın uğursuzlukları. Sen her yere ulaşabildiğinde her yer de sana ulaşabiliyor. Abuk sabuk mesajlaşacağız diye
mahremiyetimizi kurban ediyoruz aslında. Canlı yayına bağlanıp sorgulayıcı bir
soru sorması tüm hayatını altüst eder. Ertesi gün işte arkadaşları konuşmaz.
Ed: “We cant talk to u.
Nobody can talk to u.”
Artık Phil de bir “other”
ilan edilmiştir. Evine kaçtığında karısına yaptığı konuşma hikayenin can
damarı.
Phil (karısına): “They re
coming baby. The witch hunt. They say its us but it could be anybody! They can
make anybody others! Its a trap. Anybody who can see them. Then, they can see u
and then they come after u. The vigilantes..the signs..”
Philip Dick’in çoğu
hikayesinde geçen “Gerçeklik nedir ki”
sorusu yinelenir:
Phil: “I can prove whats real. The world has to know. I’m
gonna tell them!”
Phil’in yaşadığı dünyada polislere, police officer değil de,
peace officer derler. Aldatmacalar
devlet destekli anlayacağınız. Ambalaj sanayisi harikalar yaratıyor! Her yerde
bunun örnekleri yok mu? Binlerce kişinin öldüğü bir harekata “Barış Harekatı” demekle olmuyor ne yazık ki…
Tam da Facebook’tan çalınan 50 milyon profil bilgisiyle ortalığın
çalkalandığı şu günlerde Phil’in söyleyebildiği son sözleri anlamlı olur:
Phil: “. They re not
taking our info. We re giving it to them. And they re using it against us. Its
not just me. İt ll be all of us. This is all real. We re all others. U re not
saving me, u re saving urselves. U re protecting ur ugly truth”
Erich Fromm’un
değindiği “Fear of freedom”
meselesidir bu aslında. İnsanların çoğu bastırıldığı için değil, minnacık bir
güvenli alan için özgürlüklerinden vazgeçerler. Üstelik sorumluluk devredilerek
vicdan “hack”lenmiş olur.
Candidate: “Before every
great truth is spoken, there is an uncomfortable silence. And in that silence we
hear, we hear all the things we dont wanna hear. See all the things we dont
wanna see. Reckon with the irreconcilable conscience that must be faced We want to believe the best of ourselves. But
before we can access our best, we must first acknowledge and root out the worst
in ourselves. Too see such things means we are on the verge of a great
truth.
When u see others, like our poor
mister Philbert, here purge themselves, well u cant help but be alittle sad for
them and their families. But u also have to breathe a big sigh of relief. It d
been u he flung from that billboard. Could ve been ur loved ones. Ur children.
And not his own disturbed self. But now u know what I have known all along,
that if u were not an other, u d have nothing to worry about. That if u were a
sane and productive member of this great meganation, mere words d not unhinge
u. So I want to congratulate u. Good citizens, for ur vigilance and belief. Be
well dear citizens. Be proud and God bless.”
Bu konuşmadan sonra Phil'in iki arkadaşı futbol maçını açıp bilardo
oynamaya devam eder…Olanlar birkaç dakikalığına da olsa keyiflerini bozmaya yetmez.
Tıpkı bizlerin haberlerin ardından yemeğe ya da dizi başına geçip günlük rutinlerimize gömülmemiz gibi.
(kaynak) https://www.blackgate.com/2015/11/28/collecting-philip-k-dick/ |
Philip K. Dick’in Uyarlanan Öyküsü
"The Hanging Stranger" (1953)
Ed Loyce evinin
bodrumunda tamirat yaptığı bir günün ardından çalıştığı dükkana gider. Hemen girişteki
bir elektrik lambası direğine parçalanmış bir erkek cesedi asılmıştır. Dehşet
içinde çalışan arkadaşlarına ve gelip geçenlere asılı cesedi gösterir. Kimsenin
umurunda değildir. Bu durum Loyce’u daha da dehşete düşürür. Toplanan kalabalık
polis çağırır. Gelen iki polis Loyce’u şüpheli gibi ayaküstü sorguya çeker.
Polislerin yanından ayrıldığında ne yapacağını bilmez haldedir.
Hava kararmıştır. Gidip bir banka oturur ve uzaktaki
belediye ile emniyet müdürlüğüne bakar. Tuhaf bir şey görür. Gökyüzünden bir
şeylerin durmadan indiğini fark eder. Uzaylı yaratıklar! Kasabanın ele
geçirildiğini anlar. Böceksi yaratıklar insan şeklini almıştır. Kendisi bir
önceki akşam bodrumda evin temellerini güçlendirmek için çalışırken kasabanın
ele geçirildiğini ve bodrumda olduğu için kendisinin etkilenmediğini anlar.
Evine gitmek için otobüse biner. Anlamlı bakışlardan
bunalınca acil durum frenini çekr ve iner. Otobüsteki iki adam da peşinden
iner. Adamlardan birini taşla kafasına vurarak öldürür. Hızla eve koşar. Eşine durumu
özetler. Panik içinde ikiz çocuklarını arabaya getirmesini söyler. Bu sırada
oğlu Jimmy üstüne atlar ve bir böceğe dönüşür. Loyce yaratığı bıçakla öldürür. Ailesine
son bir bakış atar ve arabasına atlayıp uzaklaşır.
Yollarda beklediği engellemeyle karşılaşmaz. Komşu kasabanın belediye başkanına olanları anlatır. Adam
beklediğinden daha anlayışlı çıkar. Sonunda söylediklerine inandığını ve olan
biteni çözdüğünü söyler. Loyce sadece niye birisini sokak lambasına astıklarını
anlayamadığından bahseder. Başkan cevap verir: “Yem olarak. Eğer ele
geçiremedikleri olursa kendini belli etsin diye.” Beraber dışarı çıkarlar.
Hikayenin sonunda Loyce’un gittiği komşu kasabada bir adam
yolda yürürken elektrik lambasına asılı birini görür. Gözlerine inanamaz.
Gördüğü Loyce’un cesedinden başkası değildir.
Serinin diğer bölümlerinde olduğu gibi burada da hikayedeki
fikir son derece serbest bir uyarlamayla dizileştirilmiş. Hikaye ise daha basit bir konu üzerinden bilimkurgu olarak ilerliyor. Konu uzaylıların dünyayı ele geçirmesi. Dizide ise siyasi boyut kazandırıp esas olarak oradan yürümeyi tercih etmişler. American Horror Story'dekine (S7) benzer bir politik bakış açısıyla yeniden yorumlanmış. O dizi de aylardır yazılmayı bekliyor bu arada. İyi ki aklıma geldi.
Mesela “asılı insan” figürünün özel anlamı
dizide tam verilememiş. Ama hikayede çok önemli bir unsur. Dizi başarılı ama hikayeyi de beğendim. Bir bilimkurgu klasiği olarak sinemadaki unutulmaz “Invaders of the Body Snatchers” (1956)
ve televizyondaki çok sevdiğim ve hala ara ara seyrettiğim “Invaders”
(1967-1968) dizisinin öncüllerinden biri diyebiliriz. Body snatching’in özellikle
McCarthyism’in ilham verdiği temalardan biri olduğunu da söylemeden geçmeyelim.
Yine güncel bilimkurgu edebiyatında Stephen King’in Tommyknockers (Türkçe'ye Şeffaf adıyla çevrilmişti) romanını aklıma getirdi. Çok benzer bir hikayeye sahipti. Orada da kasabada tek yaşayan bir yaşlı adam vardı, uzaylıların ele geçirememe sebebi savaşta aldığı yara yüzünden alın
kemiğine metal takılmasıydı hatırladığım kadarıyla. Philip Dick’in hikayesinde adam bodrumda olduğu
için etkilenmiyor.
Jack Finney’nin 1955 tarihli “Body Snatchers” kitabı ile
Metallica’nın “Master of Puppets”
şarkısının ilham kaynağı olan Robert
Heinlein’ın 1951 tarihli “Puppet
Masters” romanı da bu türün babalarından olan iki diğer önemli eser olarak
anılmalı.
American Horror Story (S7) |
RESİMLER
Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.