29 Kasım 2018 Perşembe

Zübükler Giremez..!


Bugün zübüğün biri Kadıköylüler hakkında “geri geri” konuşunca, psikolog bir arkadaşım bir tespitini söyledi:

“Namussuzun en çok nefret ettiği polis ya da yargı değil, kandıramayacağını bildiği insanlardır. Ulaşamadığı ciğer gibidir onlar, durmadan kötüler, küfür eder, küçültmeye çalışır, çünkü alçaklığını en çok onların önünde hisseder.”   

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır. 

27 Kasım 2018 Salı

Predators, Paul Nash, Ağaçlar, Nazım Hikmet


Geçen haftalarda Predators (2010) filmini seyrettiğimden bahsetmiştim. Filmde ormandaki ağaç gövdelerinin gösterildiği anlık bir sahne vardı. Son derece sıradan, filmde önemli rolü olmayan bir sahne olmasına karşın zihnimde bir koşuşturmaya sebep oldu. Bu konuyu filmle ilgili yoruma eklemek yerine ayrı not düşmeye karar verdim çünkü pek bir ilgisi yoktu ve konuyu dağıtacaktı. Şimdi ondan bahsetmek istiyorum.

Öncelikle soru şu: Yukarıdaki bu son derece sıradan orman görüntüsü neden bende bir algıda seçicilik yaratarak çağrışımlara sebep oldu?


Cevap basit. Kim bilir ne zaman gördüğüm Paul Nash’in tablolarını, özellikle de bir tanesini hatırlattığı için. Fotoğraflara yansıyan bu hadise resim sanatıyla iyice bilinir olmuş durumda. Britanya resminin öncü modernistlerinden Paul Nash’in “savaş ressamı” olarak görev yaparken fırçasıyla hayat verdiği aşağıdaki resimlere bakın mesela, fotoğrafla ne kadar benziyorlar değil mi? Ne görüyoruz: Gövdeleri dimdik ayakta ama tepeleri olmayan tuhaf durumdaki ağaçlar. Peki niye ağaçların tepeleri budanmış gibi ortada yok?

İlk bakışta çok da ilgi çekmeyen ve “canım savaşta ağaçların tepeleri yanmıştır” dedirten düşünce pek de mantıklı değil çünkü ağaçlara zarar veren top atışları. E bu atışlar ya gövdeye ya da toprağa çarptığında patlayacağına göre her şeyden önce gövdenin yıkılmış olması gerekirdi, oysa burada tam tersi. Bu konuyu zamanında araştırınca sonunda şu bilgiye ulaşmıştım. Almanlar daha fazla insan öldürebilmek için bir araştırma yapmışlar o dönem ve eğer top mermileri bir yere çarptığında değil de havada infilak ederse, şarapnellerle çok daha fazla insanın öldüğünü keşfedip bunu birinci dünya savaşında uygulamaya başlamışlar. Attıkları top mermileri havada patladığı için ağaçların gövdeleri sağlam kalırken tepeleri yerle yeksan olmuş. İşte John Nash’in “kellesi vurulmuş” ağaçlarının arkasındaki “savaş gerçeği” bu.

“We are Making a New World” (Yeni bir Dünya Yaratıyoruz)

Elbette Predators filmindeki sahne bu fotoğraf ya da resimleri düşünerek çekilmemiş son derece basit bir kareydi. Fakat insan zihni öyle sıçramalar yapıp en olmadık yerler arasında hiç hesapta yokken öylesine ilişkiler kurabiliyor ki beni her defasında şaşırtıp hayran bırakmaya devam ediyor.

Ressam olsam “gövdeden ibaret insanlar” çizmek isterdim bir çalışmamda, Nash’in bu tablosuna birkaç gönderme de yerleştirerek çağa uyarlardım. Harika olmaz mıydı? Belki de yapılmıştır. Ben zamanında bir şiir yazabilmiştim sadece ama burası onun yeri değil.  
 
Paul Nash, var olanı yakıp yıkan bir kötülüğü işaret ettiği o meşhur resmine ironik bir isim vermeyi tercih etmişti:  “We are Making a New World” (Yeni bir Dünya Yaratıyoruz).


Sadece “Predators” filmindeki bir sahnede değil , “Yeni Türkiye” lafını da her duyduğumda işte bu tablo ilk aklıma gelenlerden biri oluyor. Hemen ardından bir başka eseri, bir muazzam şiiri hatırlıyorum. 

Büyük Türk şairi Nazım Hikmet’in “boğmadan boğdurmadan kucaklaştıran” o müthiş dizeleriyle biraz oynayarak “Yeni Türkiye”yi tarif etmek istesek nasıl mı olurdu? Deneyelim mi:
“Yaşamak
Bir kuru ağaç gibi tek ve çürük
Ve bir odun yığını gibi kütük kütük”

Canım dizeler ne hale gelmiş dediğinizi duyar gibiyim.

Haklısınız, dünyanın en güzel ve eşsiz şiirlerinden birini kendi bloğumun küçük çıkarlarına alet edip kurcalamanın çirkin bir sonucu olacağını tahmin ediyordum zaten.

Belki de en iyisi hiç böyle denemelere girişmemek, kendini kanıtlamış olanı şahsi menfaatlerin için bozmamak ve ona saygı duymaktır. Aksi böyle felaketlere yol açabiliyor.

Anlatabildim mi Türkiye…




Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır. 

22 Kasım 2018 Perşembe

"Olmaz Öyle Saçma Şey": Üçüncü Sezonun Başarısı


Seinfeld’in her bölümünü birkaç kez seyretmişimdir. Hala da canım çektikçe rastgele açar izlerim. Hatta 20 bölümlük bir “best of” listesi bile yapmıştım zamanında. İşte bir Youtube video serisi olan “Olmaz Öyle Saçma Şey” üçüncü sezonunda yayınladığı ilk birkaç videoyla bu dizinin dehasına TR’de en çok yaklaşan program gibi gözüküyor.

İlk iki sezon bilgilendirici bölümler  arasına serpiştirilmiş şakalaşmalarla sınırlı kalıp, biraz da akademinin adının duyulmasına hizmet ederken, adamlar üçüncü sezonda “öttürmeye” başladılar :)  

Sanki “hadi yeni bir şeyler deneyelim” çılgınlığı hakim olmuş gibi ve her bölüm şaşırtıyorlar. Bir kendini bulma durumu başladı, kendilerine güvenleri arttı  ve her açıdan daha cesur adımlarla “aramaya başladılar”. Bariz bir dönüşüm var, alışık olunmayan bir sitcom tarzına doğru hızlı bir evrime şahit oluyoruz.

Muhtemelen “hadi bir çeşit Seinfeld yapalım ya da bir sitcom/reality karışımı deneyelim” niyeti yok. Televizyonları sarmış saçmalıklardan uzak durup bir şeyler denemek istiyorlar ve çok iyi noktalar yakalıyorlar. Umarım bunları fark edip üstüne giderek geliştirirler, eski tarza takılıp kalmazlar ve Türk televizyonlarının en “alternatif” programlarından birine imza atabilirler.


Peki bu farklılığı basıl yakalayabiliyorlar?

Bir kere karakterler şahane.

Miskin, umutsuz, saf ve kafası karışık Nazım. Bir yavaş adam, bir "bezgin bekir". Kendini kötümserlikle terbiye eden ama gizli gizli içinde bir gün büyük bir şeylerin bir parçası olacağına dair bir inanç besleyen Nazım. Niye iki sene göstermediniz bu adamı? Ekipte en favori karakterim :)

Hakkari’nin bağrından kopan Veysi Sala ise doğulu karakterler için yepyeni bir profil. Genelde kolaya kaçılıp daha önceki klişelere uygun olarak aksanı, görgüsüzlüğü ya da aptallığa varan saflığı ön plana çıkarılarak resmedilen doğulu  tiplemesine farklı bir boyut kazandırıyor. Girişimci, saygılı ama hırslı ve fırsat avcısı tavrıyla komediyi daha zor yerlerden çıkarabilen başarılı ve farklı bir patron performansı var.  

Yer yer gıcık, çok bilmiş ve "ekibin bir şatoda gecelemiş tek ismi" ise merkez karakter olan İlker Canikligil. Tüm ukalalığına karşın insanı mantığından yakalamayı başaran protest bir kişilik. Bir nevi Jerry Seinfeld. Bir türlü uzun metraj çekememiş, huysuz, huzursuz ama eğlenceli bir "olmazcı".

İşte bu üçü bir araya gelince doğal bir mizah iklimi doğuyor kendiliğinden. Komik bir şey söylemeseler de aralarındaki  tuhaf zihinsel ve fiziksel  kontrastlarla otomatik olarak hazırlanan mizahi altyapı sizi Nazım’ın esnemesiyle dahi gülecek kıvama getiriyor. Bunu yakalamak çok zordur ama bu üçlü bu etkiyi en azından bende yaratabiliyor.  


Sinematografi ve sohbet, alternatif bakışlar sunma konusunda birbirine paralel gidiyor. Sinemacı olmanın artısı sanırım, adamlar işlerini biliyor. Mesela kamera açıları ve kompozisyon bakımından da “farklı ve doğal” bakışlar sunuyorlar üçüncü sezonda.

Bir tane örnek vereyim. Üçüncü bölümde Nazım’la İlker’in “Yaşamayanlar” dizisini seyredip konuştuğu yukarıda bir karesini verdiğim two-shot sahnesine bakın. Kameranın önündeki pozisyonları sabit ve kameranın açısında bir enteresanlık yok ama bu "two shot" close-up/medium close-up karışımı çekimde ikilinin yerleşimi o kadar olağandışı olmuş ki insana hiç bilmese de ekranda görünce “bu ne acaba?” dedirtiyor ve ilgi çekiyor. Nazım ön planda ve sola doğru konuşurken, İlker arkaplanda ve kameraya doğru konuşuyor. Kamera açısı standart ama kadrajdaki yerleşimleri çok ayrıksı. Hem birbirlerine hem de kadrajın tamamına göre. Üstüne üstlük aynı düzlemde olmamaları derinlik hissini de arttırmış ki bu da ilave bir artı. Tuhaf bir şekilde seyirciye kendisini de o salonda bir yerdeymiş gibi hissettiren bir çekim. Diğer bir deyişle farklı diyaloglara uygun olarak sinematografi de yeni bir şeyler deniyor. Siz hangi dizide böyle farklı bir ekran kompozisyonunu gördünüz ki?

Televizyonda en son seyrettiğim komedi dizisi İşler Güçler’di. Ondan beri seyredebileceğim bir Türk komedi dizisi bulamadım. İlk kez bu sezonki “Olmaz Öyle Saçma Şey” ile popüler kültüre ve hayatın geneline dair eleştirel bakışlarla zenginleşen, azıcık da olsa Seinfeld’e benzetmeye başladığım bir çalışma keşfetmiş oldum. Üçüncü sezon ilk 5 bölümüyle bana bir çeşit sitcom izlenimi verdi. Özellikle son bölümde çok güldüm. Fakat sadece gülmek değil mesele, konuşmaları dinlemek de tad veriyor. Haftaya yeni bölüm gelse de seyretsem hissini bu sezon bende şimdiden uyandırdı.

Kendine özgü bir klasmanı var tabii ki ama mevcut televizyon ortamında bu Youtube çalışması ayarında ve kalitesinde bir “dizi ya da şov” olmadığını söyleyebilirim. Özgün, düzgün ve modern bir iş. Güncel ve gündelik meselelere dokundurmalarla daha da büyüyeceğini seziyorum. Belki "Kadıköy Komedisi" olarak tanımlayabileceğim ve ülkenin çağdaş insanlarının maruz kaldığı "şiddetli ahmaklık ve ahlaksızlıklara" eğlenceli bir bakış sunabilecek farklı bir format ortaya çıkartabilirler. Hele bir de Elaine Benes bulsalar tadından yenmez :)

Güncelleme..! (23 Ocak 2019'da eklendi)
Birkaç bölüm daha seyrettikten sonra görüşlerimi revize etme gereği hissettim. İlker oyunculuk  açısından çökmüş durumda. Aslında bunun sebebi kişiliği bence. Bir nevi öğretmenlik yaptığı eski tarz videolarda ukalalıkları ve gıcıklıkları o kadar göze batmıyordu çünkü bir şeyler anlatıyordu, verdiği bilgiler daha ön plandaydı ama yeni tarz sitcom'a göz kırpan sohbetli bölümlerde berbat duruyor. Adamın bütün espri malzemesi sağındakini solundakini aşağılamak, hırpalamak, hatasını bulmak olunca  öğretmen rolünde olmadığı bölümlerde iş gıcıklıktan çıktı ve antipatikliği geometrik artışla çekilmez hal aldı. Neticede mizahın en basit ve en ilkel hali birileriyle alay etmek. Bu konuda çok aşırıya kaçtığı ve en azından beni rahatsız ettiği kesin. Hatta televizyonlardaki pek çok oyuncudan daha sevimli olan Veysi ile Nazım’ın her geçen gün gelişen performanslarını da aşağı çekip bozduğunu düşünüyorum. Jerry Seinfeld’in zeka dolu toplumsal gözlemleri ve takıntılarıyla alakası yok bu tarzın. Bu haliyle çok daha sevimli ve eğlenceli olan Newman karakteri gibi bir comic villain rolünden ötesi zor.  




Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır. 

14 Kasım 2018 Çarşamba

Stealing Home (Kaybolan Gençlik) Filmi (1988)

Katie Chandler: “I love you, Billy boy!”
Billy Wyatt: That was the last time I ever saw her.

Pek çok 80ler filmi gibi bunun için de  “made in my boyhood” diyebilirim sanırım. İlk kez küçükken seyretmiştim. Videocudan defalarca kiraladığım filmlerden biri oldu. O zamanlar ismi Kaybolan Gençlik olarak çevrilmişti. Gerçek isminin (Stealing Home) anlamını çok merak ettim ama bir türlü çözemedim. Kafama takarım böyle şeyleri. Ne yapsam diye düşünürken öğretmenime sormaya karar verdim. Okulda Janet M. isimli bir Kanadalı öğretmenimiz vardı. Rus asıllı bir Kanadalıydı muhtemelen. Güzel kadındı, çocuk halimle çok beğenirdim. Aslında yüz hatlarında bir hainlik sezerdim ama güzelliğini gölgelemeye yetmezdi. Hafif sertti zaten. Derslerde uzun bol dökümlü pileli eteği altına giydiği deri çizmeleriyle filmlerdeki kadınlara benzetir, yüzündeki her bir çizginin konuşurken aldığı şekilleri hayran hayran seyrederdim.

Bir gün sınıftaki Amerikalı bir çocuk “pak” (buz hokeyindeki disk şeklinde top - puck) getirmiş herkese gösteriyordu. Janet M. isteyince ona verdi. Kadının sanki yıllardır görmediği çocuğunun saçlarını okşuyormuşçasına elini pak’ın üzerinde gezdirişi ve sonra üzerindeki yazıyı dudaklarının arasında öpermiş gibi fısıltıyla okuyuşunu hala dün gibi hatırlarım: “Made in Canada…”.


Neyse uzatmayayım. “Stealing Home”un ne anlama geldiğini öğretmenime sormaya karar verdim, verdim vermesine ama bir türlü cesaret edemiyordum. Niye diyeceksiniz? Şimdi filmin içinde erotik olmasına karşın son derece masum birkaç ön sevişme sahnesi vardı. Hem de ergen bir çocukla olgun bir kadın arasındaydı sahnelerden biri. Ya filmi biliyorsa da yanlış anlarsa korkumu bir türlü yenemedim. O zamanki aklımla sanki porno film soracakmış gibi düşünmüş, kafamda çok abartmıştım. Sonunda kendi kendime eziyet haline gelince operasyonu iptal ettim. Yanına gidip sormayı düşündüğüm anlarda bile kalbimin nasıl çarptığını, yüzüme kıpkırmızı bir sıcaklığın nasıl yayıldığını hala hissedebiliyorum. Tatlı heyecanlar bunlar. Yaşanması gereken duygular. 

İşte filmimiz buna benzer “tatlı heyecanlara” sahip bir ergen çocuk ile arkadaşının yaşamından bir kesit aktarıyor. Edebiyatta bildungsroman denilen, “coming of age” türü olarak sınıflandırılan, hayatın gerçekleriyle yüzleşmelerin başladığı bir ergenlikten gençliğe geçiş filmi. Fakat bu döneme odaklanan bazı filmlerdeki gibi sadece mizah üzerinden yürümüyor. Unutamadığım dokunaklı sahneleri de az değil. Yabancıların “dramedy” dedikleri benim Türkçe’ye “Komedram” olarak çevirdiğim bir duygu paketine sahip. Bazen güldürüyor bazen duygulandırıyor, neşelendiriyor sonra üzüyor ama duygusal yönü genelde daha ağırlıklı ve büyük iniş çıkışlar halinde ilerlemediği için dozunda bir paslaşma bu. Yani sulu bir gençlik filmi değil kesinlikle.


Zaten bana sorarsanız ilk gençlik yılları, dramla komedinin en çok birbirine yaklaştığı, hatta elele yürüdüğü dönemdir. Cinsellik de dahil her alanda “el yordamıyla” :) yolunuzu bulmaya çalışıp bir şeylere ulaşmak için çabalarken insan sık sık salak durumuna düşer. Kendi kendiyle kavga edip durur aptallık gibi görünen acemiliklerine. Hele hassas bir insansanız, duygusal açıdan en kırılgan süreçlerden biri olduğu için depresif duyguların da sık sık misafirliğe gelip, gitmek bilmediği yıllardır aynı zamanda. İşte Kaybolan Gençlik tüm bu gelgitleri ve arayışları ekranlara yansıtabilen bir film. En azından benim için.

Filmin en güçlü karakteri yarım saat civarı sadece “hatırlayış” sekanslarında gördüğümüz Jodie Foster’ın canlandırdığı Katie Chandler. Jodie Foster’ın en bebeksi görünümünü içeren birkaç filmden biri olduğu kesin. Bakmaya doyulmayan bir güzelliğin toplumu hiçe sayan bir asilikle birleşmesi, henüz erkekleşme yolunda olan bir gencin hayallerinin doruk noktasından manzaralar sunuyor. Seyrederken onunla “umursamıyor”, onunla “elalemi takmıyorsunuz”. Katie, "kendini yaşamaya çekinmeyen", toplumsal savunmalara çalım atmaya bayılan, fakat tutunma konusunu çözememiş bir karakter. Mark Harmon’ın canlandırdığı Billy Boy ise geçmişle yüzleşip barışmak konusunda sıkıntılı ve aradığını bulamamış bir adam.


Katie Chandler: “See that's all I want to do Billy-Boy. I want to leap of this pier and fly high in the air with hang with the wind and drift through the clouds, and at night, with the Moon full and the sea wild, I meet my lover high on a cliff and we'd swoop down into the ocean and swim all the way touch the bottom up through the dark water and break the surface. Then we'd fly to Jamaica for Pina Colatas... God, I wish I could do that.”

David Foster’ın müzikleri ve OST yakışmış. İddiasız havasına karşın ilgi çekici olabilen bir “geçmişle yüzleşme”, bir “büyüme” filmi. Bugün baktığımda hikayesinde bazı kopukluklar ve eksiklikler gözüme çarpıyor ama tüm kusurlarına karşın benim için özel bir yeri olduğu kesin. Şahsi klasiklerimden olduğu için tarafsız gözle bakabileceğim bir film değil. Hala her seyredişimde içimi “tatlı heyecanlar” dolduruyor.


Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

12 Kasım 2018 Pazartesi

Predators (2010): Bilimkurgu Filmi

“We were chosen because we are predators just like them. Monsters of our own world.”

Epey olmuştu izleyeli, canım Predator filmi isteyince ve bunu hatırlamadığımı fark edince bir kez daha seyrettim. 2010 yapımı bir film. Başrolde Adrien Brody var. İlk filmdeki gibi  vahşi ormana bırakılan bir grup savaşçının (8 kişi) neler olduğunu anlama süreci ve sağkalım mücadelesi. Bunları oraya kim bırakmış kısmı “Cube” filmindeki gibi belirsiz. 

Predator serisine ciddi bir katkısı yok, ama zararı da yok ve bu az şey değil. Kendi yarı sahasında top çeviren, bildik numaralarla işi idare eden bir film.

Yönetmenlik ve senaryo vasat. Mesela başlangıçtaki düşme sahnesi kötü çekilmiş. Ucuz efektlerle belgesellerde yapılanlara benzemiş.

Predator dünyasına dair yeni bir açılım getirmiyor, sadece Predator’ların da kendi aralarında köpek ve kurt örneğindekine benzer bir rekabet ve husumet olduğundan bahsedilmiş. Bir de üçlü timler halinde avlandıkları bilgisi veriliyor.

Karakterler yeterince ilgi çekici değil ve seyirciyi tutamıyor. Yan karakterleri geçtim başrollerdeki kadın ve erkek bile karton kalmış. Madem başka bir gezegen enteresan canlılar eklenebilirdi mesela. Aliens filminde James Cameron’ın ilginç karakterler yaratma konusundaki ustalığını aratıyor. Yine de AVP filmlerinden (ben herkes gibi çok kötü bulmam o filmleri) yarım tık daha iyi diyebilirim. Bir tık demiyorum ama, yarım tık :) 

"Seriden umudunuzu kesmeyin, iyi bir film gelene kadar biraz oyalanın" denmiş gibi. Predator konulu filmler ya da yaratıklı bilimkurgu filmleri ilginizi çekiyorsa iyi vakit geçirtir ama klasik olmaz. Fazla üzerinde durmaya gerek yok.  




Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

9 Kasım 2018 Cuma

10 Kasım


Ruhunuz şâd olsun Paşam. Hakkınız ödenmez.

"Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır" demiştiniz zamanında. Hattı da sathı da kaybettik son yıllarda.

“Fikri müdafaayla” tutunmaya çalışıyoruz vatana.


Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır. 

8 Kasım 2018 Perşembe

Yaşamın Kıyısında (Edge of Heaven): Fatih Akın

Filmin orjinal ismi "Auf der Anderen Seite". Almanca bilmem ama “Öteki Taraftan” gibi bir anlamı varmış. Anderer; yabancı, öteki demek. Türkçe’ye “Yaşamın Kıyısında” olarak çevrilmiş. İngilizcesi ise bambaşka: “Edge of Heaven” :)

Fatih Akın filmlerini severim. Yaşamın Kıyısında, “Aşk, Ölüm ve Şeytan" üçlemesinin ikincisi (Liebe, Tod und Teufel). İlki “Duvara Karşı” (Gegen die Wand) idi.

Blogda bahsettiğim “San Junipero” bölümü “Heaven is a place on earth” şarkısıyla başlayıp bitiyordu, bu film ise Kazım Koyuncu’nun “Ben senu sevdiğumi” şarkısıyla açılıp kapanıyor. Bu davranışın ardındaki inceliği Mihrişah Safa’ya verdiği röportajda Fatih Akın’ın ağzından dinleyelim:

Kazım Koyuncu’yu, “Crossing the Bridge” adlı filmimde oynatmak istemistim, ömrü yetmedi. Ben de ona bir borcum olduğu için, parçasını bu filmde kullandım” 

Kızının öldürülmesinin ardından harekete geçen kadın imgesiyle ikinci yarısı “Ebbing Missouri” filmini hatırlattı ama bambaşka karakterler ve hikayeler olduğunu söylememe gerek bile yok. Fakat iki kadının tepkisini mukayese etmek enteresan bir sohbetin konusu olabilir.

Kesişmelerle dolu bir hikaye. Evet, filmi en iyi tarif eden kelimelerden biri bu olabilir. Birbiriyle kesişen karakterler ve hayatlar. Hatta kültürler. Fakat bu kesişme sadece “rastlaşma” anlamında değil. “Birbirine kesik atan” hayatlar var senaryo boyunca. Kesiştikçe birbirinin içine kanayan yaşamlar bunlar. Yani sevişmeyi yasaklayan ve durmadan kanlı bir “kesişme” süreciyle yıkanmaya çalışan insanlarla karşı karşıyayız. 

Thats funny..A Turkish German Professor from Germany, ends up in a German bookshop in Turkey!”

Türk, Kürt, Alman üç aile var. Toplamda altı kişi. Bunların yolu bir şekilde birbirinin hayatından geçiyor. Filmin özelliklerinden birisi de herkes canlı ya da cansız olarak diğer ülkeye gidiyor. Sınırı öyle ya da böyle geçiyorlar.  

Filmin sinematografisi, oyunculukları falan bolca yazılıp çizilmiş. Dolayısıyla tercihim film aracılığıyla bilindik bir konuya farklı bir açıdan yaklaşmak. Sık istismar edilen bir konu vardır göçmenlik söz konusu olunca. Yabancı bir ülkede dışlanmak ve kötü davranılmak. Bu durum yadsınamaz bir gerçek olarak yer yer her milletten insanın karşısına çıkmasına karşın, yabancıların “misafir” oldukları ülkenin kültürüne karşı duymaları gereken saygı genelde ihmal edilir. Fatih Akın’ın 2007 Cannes Film Festivalinde “En İyi Senaryo” ödülü almış bu filmi hakkında düşünürken özellikle bu sorun tekrarlandı zihnimde. “Yabancı”nın da gittiği ülkede terbiyesizlik, nankörlük yapmaması lazım.

Film boyunca çağdışı davranışlarla “birbirini yiyen ve ortadoğu kültürünün hastalıklarından kurtulamamış bir azınlık” görüyoruz. İşte bu azınlık içinde abuk sabuk sebeplerle öylesine yoğun bir çatışma hali var ki, Almanlar bile bundan payını alıyor. Tuncel Kurtiz’in canlandırdığı yaşlı adamın fahişe sevgilisiyle yaşarken oğluyla ilişkiye girdiğinden şüphelenip kadını istemeden de olsa öldürmesi, kapkaççı çocukların Alman kadına “Ne diğyon ablağ sen!” diye tabancayı doğrultup sırıta sırıta tetiğe basması, hapishanede birbirini yiyen sol örgüt mensubu kadınlar, Nurgül Yeşilçay’ın evlerinde kaldığı sakin anneye birden “fuck EU be” diye kofti solculara has gereksiz bir edepsizlikle bağırması, yoldaşlık ve memleketlimiz hesabına Nurgül’den faydalanmaya çalışan kahvecilerin ahlaksızlığı. Çocuğuyla yaşlısıyla kadınıyla Nejat dışında tüm Türkiye göçmenleri şiddet sarmalının bir parçası. Film boyunca mekan Almanya bile olsa hayatı birbirine zehir eden bir azgın azınlık var. Bu açıdan gerçekçi bir dokuya sahip diyebilirim!


Buna karşın bazı yerlerde sorunun ıskalandığını, romantizme kaçıldığını düşündüm. Mesela Türkiye’deki TV seyircisinin yıllar önce TRT’de oynayan Berlin Alexanderplatz dizisinden hatırlayabileceği Hanna Schygulla’nın harika oynadığı Alman anne Türkiye’ye gelip neyi anlayacak? Nasıl bir farkındalık kazanacak? Gelince sanki bir aydınlanma yaşıyor kadın ve kızının son derece kişisel mücadelesine kaldığı yerden devam ediyor. Kızı Lotte’yi sokağa çıktığında karşılaştığı insanlıktan çıkmış çocuklar pisi pisine, bir hiç uğruna öldürmüş. Ötekini anlamakla falan alakası yok ki bu olayın. Son dönemlerde bir de bu çıktı. “Ama karşı tarafı da anlamak lazım” diyorlar her olayda. Sürekli bir dengeleme yaklaşımı. Neyini anlayacaksın, insanlıktan çıkmış yaratıkları üreten bir sistem var işte yürürlükte. Kadıncağızın kızı öldü, kendi perişan oldu. E ne hakkımız vardı bu insanlara bunları yaşatmaya? Anadolu’dan kopup Avrupa’nın göbeğinde yok namus yok din iman diye canilik yapmaya utanmıyor musunuz! “Irkçılar! Naziler!” diye bağıracağımıza bunları da soralım kendimize. İşte film bu soruları tedavüle sokuyor, göz önüne taşıyor ve iyi de yapıyor.


Bak yine bir başka sahne geldi aklıma. Anne Susanne sakin sakin “belki EU’ya girince her şey düzelir” diye teselli etmeye çalışınca Nurgül Yeşilçay'ın oynadığı Ayten karakteri kadına posta koyuyor anlamsızca. “Fuck EU be!!’” diye bağırarak bildiğin serserilik yapıyor. Annenin üslubunu bozmadan verdiği cevap nefis: “I dont want u to talk like this in my house. Talk like this in ur house”. Bu ne demek biliyor musunuz? “İtlik yapacaksan git ülkende yap” diyor kibarcası. Aslında burada makro ölçekte ev sahibi Alman’ın saçmalayan Türkiye göçmenine tepkisi var. Kadın haklı. Alman burada haklı, hiç kusura bakmayın. Yaşayanlar bilir, barbar güruhların çizdiği leş gibi bir profilden sonra bugün bazı Almanların, hatta Avrupa’lıların, aklı başında, uygar Türklere karşı da önyargıyla yaklaşmasından herhalde onlar sorumlu tutulamaz. Malzeme ortada.  


Filmde Nejat ile Susanne birbirlerine kişilik olarak en uygun ikiliydi, yaş farkına rağmen. Aklımda kalan bir başka kısa sahne şöyleydi. Anne Türkiye’ye geldiğinde bir kafede Nejat’ı bekliyor. İlk kez görüşecekler. Adam içeri girince hemen ona doğru yürüyor ve aralarında şu kısa ama etkileyici konuşma geçiyor:

Susanne: “How did u know it was me?”
Nejat: “U were the saddest person here”

Filmin sonunda kumsalda ufku seyrederek babasını bekleyen adam sahnesi, nefret sarmalından kendini kurtardığı için “önü açılan” insanı çağrıştırdı bana. Uçsuz bucaksız denize yüzünü dönüp gereksiz inatlaşmalardan ve saplantılardan vazgeçmiş olmanın ferahlığı. Fatih Akın yine başta belirttiğim röportajda bu final ile ilgili şunları söylemiş:

“Bu sahneyi Alexander Dumas’nın, ‘Monte Cristo Kontu’ romanının son satırındaki ‘bekle ve umut et’ cümlesinden esinlendim. Umudumuz olmasa sabahları uyanıp günlük koşuşturmanın içine giremeyiz”











Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır. 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...