30 Nisan 2017 Pazar

Déserteur (Kaçak) - Halfdan Pisket (2017)

DESERTEUR (KAÇAK)

Senaryo:             Halfdan Pisket
Resimler:            Halfdan Pisket
Renkler:              Halfdan Pisket

98s / Tam Macera / 2017 Şubat

Senaristin babasıyla yaptığı sohbetlerin üzerine kurulu hikaye 60-70’li yıllarda geçiyor. Türkiye’de mahkumlara kötü davranılan bir hapishanede tek başına hücrede tutulan genç bir adamla karşılaşıyoruz: Halfdan Pisket’in babası. Tutuklu, hapishanenin zorlu koşullarında Türkiye – Ermenistan sınırına yakın Kars civarında bir köydeki başlarda mutlu olan hayatını hatırlayarak yaşadıklarına dayanmaya çalışır. Babası Türk annesi ise Ermeni asıllı bir Rus'tur. Köylerinde her şeyin mutlu olduğu zamanları düşünür.  Sonra maskeli milislerin köylerinin çevresinde dolaşmaya başlaması. Ormana odun toplamaya giden en iyi arkadaşının bu maskelilerin saldırısına uğramasıyla hissettiği dehşet. Bu duygusal şokun ardından ortaya çıkan epilepsi krizleri. Sağlık durumuna bakılmaksızın zorla askere alınışı ve dayanamayıp kaçtıktan sonra sonunda yakalanıp tıkıldığı hücre.

HALFDAN PİSKET
Halfdan Pisket Danimarka’da yaşıyor. Kitap önce Danimarka’da yayınlanmış. Bir üçleme. İlk albüm Fransızca’ya çevrilmiş durumda. 1985 doğumlu. Danimarka Güzel Sanatlar Akademisinde okumuş (2003-2009).Babasının hayatını yazmaya başlıyor ve 2014 yılında Deserteur çıkıyor. Bunu 2015’te Kakerlak (Kara fatma böceği) ve 2016’da Dansker takip ediyor ve üçleme tamamlanıyor. 

Kakerlak’da babası Türkiye’de kapatıldığı ve işkence gördüğü askeri hapishaneden çıkıyor ama artık kendisini oraya ait hissetmiyor. Misafir işçi olarak Danimarka’ya gidiyor. Bu çalışması için Pisket’e 3 senelik önemli bir burs sağlanmış ki bu da görsel sanatlar dalında bir ilk.


Üçlemeyi okumadığım için yorum yapmam mümkün değil. Bazı karelerde yazarın Türkiye tarihi üzerine bilgisiz ve önyargılı olduğu açıkça görülüyor. Diğer yandan 2017 yılında Wikipedia'yı bile kapatabilen bir ülkenin tarihinde haksızlıkların ve hukuksuzlukların yaygın olmadığını iddia etmeye çalışmak komik olur. Ben prensip olarak haksızlık yapanın karşısında durmaktan yanayım. İster zorba ve adaletsiz bir devlet anlayışı olsun, ister bilgisiz genellemelerle bir milleti toptan karalayan çizgiromanlar olsun. Konuya ilgisi olanların yok saymadan okuyup karar vermesi yerinde olur. Bu arada hala Balkan'larda ve Kafkas'larda yaşadığımız onca eziyeti ve katliamı konu alan adam gibi bir çizgiroman yapamamış Türk çizgiromancılara da bir selam sarkıtmak şart oldu. Siz hala atınızın üstünde, kılıcınızın peşinde "dıgıdık" hikayelerinize devam edin. Asıl utanç verici olan, tepki gösterilmesi gereken bizimkilerin ilgisizliği. 


Siya Siyabend - Lamekan (Belgesel)

13 bölümlük sokaklarda yaşamı ele alan Lamekan belgeselinin ikinci bölümünün konusu Siya Siyabend. Grubun solisti "Bizon Murat" diye bilinen bir can insan. Konuşulanlar zaten kim olduklarını ve neler yapmak istediklerini anlatıyor. Müzik ortada. Sözü notlara ve notalara bırakıyorum. Özellikle en alttaki performansı dinlemek iyi geldi. "O seslerini" bilmem ama yarışmayan ve yılışmayan "bu sesini" sevdim Türkiye. 

NOTLAR
"Siya Siyabend bir deneyim. Gerçek bir deneyim." Hakan ve Erdem

“Nefes alamıyoruz İstanbul’da. Müzik belki buna yarıyor, nefes almaya” Devrim

“Müzikle kimsenin tarif edemeyeceği bir şeye temas etme şansın var” Murat

"Ürettiğimiz teknolojinin kölesi haline gelmemiz an meselesi." Murat

“Ruhsuzlaştıran bir devirde kendi kanımızla demleniyoruz” Murat





Erdem: "Biraz sessizliğe mi ihtiyacımız var acaba?"
Murat: "Bunca kimsesizliğin içinde mi sessizliğe ihtiyacımız var?”

Bundan sonraki alıntılar solist Murat'a ait.






“Müzisyenlere gösterilen abartılı ve gereksiz hürmet emeğin ve sanatın önüne geçmiş”

Siya Siyabend: Böyle birkullanım yok aslında. Gölgenin Gölgesi diye yorumluyoruz. Negatifin negatifinin pozitifine kadar uzanır anlamsal olarak. Yaşam karanlıkta da devam eder. Bu bir kardeşlik birliğidir. Biz ümit olsun istedik, parasızlık pulsuzluk, ama içimizde müzik yapma aşkı delicesineydi.” 





"Sokakta müzik yapmak başlarda zorunluluktu. Sonra bir tercihe bir bilince dönüştü.” 


“Sokak müziği diye bir şey yoktur. Müzik sokakta da yapılır.”

“İstanbul’dan bir sound çıkartmanın peşindeyiz. Bir anlamda deney yapıyoruz.”


“Müziğin insan beynine neler yaptığı henüz bilinmiyor. Fakat eminim ki dinlediğimiz müzikler hayatımızda aldığımız kararları, düşünme biçimlerimizi, yaşama bakışımızı kökünden etkiliyor.  İnsan çok melankolikken duyacağı bir melodi insanın hayatı boyunca hiç yapmayacağı bir şeyleri yapmasına yol açabilir. Kalbe sızmış incecik bir ritim bir insanın yaşamında alacağı kararları kökünden etkileyebilir.

“Bizler dinleyicinin gölgesiyiz. Yani onların kalbinin ritminin bizim sazımızdaki sözümüzdeki ritmi gölgenin gölgesi oluyor."

"Uyanmak istiyoruz. Şahsen benim geçmişimde yaptığım o kadar kötü ve saçma şeyler oldu ki müzik arınmamı sağladı şimdi bakınca. Müzik sayesinde benim bu dünyadaki işimin kendimi bilmek olduğunu anladım”

"İnsan olarak en büyük gücümüz değişebilmektir. Değişebilmek çok büyük güçtür. Yanlış anlamamak lazım. Değiştirilmek değil değişmek.”

“Popüler kültür herşeyi ele geçirmiş durumda. Bizim gibi “direnen mızıkacılara” ihtiyaç var. Ozanlara ihtiyaç var. Halkın ozanlarının tekrar sokağa çıkması lazım."

“Her insan bir ağaç taşır yüreğinde.  Ağaç hem yukarıya doğru büyür hem aşağıya doğru.”

“Bu melamet hırkasını giymişiz işte. Allah utandırmasın…”



Das Boot (1981)


Üç saati aşan uzun bir film. Bir Alman U-botunun seyri boyunca mürettabatın yaşadıkları anlatılıyor. Açılış şenlikli. La Rochelle’deki denizaltı üssünde ucuz bir Fransız kabaresi ve askerler eğlenirken gösterilmiş. Sonrası bekleyişle dolu.Bir denizaltı filminin o lmazsa olmazları "Klostrofobi" ve "gergin bekleyiş" duyguları tam yansıtılamamış sanki. Kötü film diyemem ama genel olarak "en iyi denizaltı filmi" gibi övgüler üzerine oluşan büyük beklentimi karşılamadı. 

Aslında kötü bir dublajla seyretmek “seyir” zevkimi epey olumsuz etkiledi. Konuyu araştırdım. Wiki’ye göre film sessiz çekilmiş ama sonra her aktör kendi karakterine dublaj yapmış. Neticede seslerin sonradan eklendiğinin çok sırıtması atmosfere gömülmeyi zorlaştırıyor.  

Klaus Doldinger’in bestesi yakışmış ve film boyunca leitmotif olarak sık sık tekrarlanıyor. Its a Long Way to Tipperary marşı insanı coşturan hareketli bir parça. Zamanın büyük oranda “beklemek”le eşdeğer olduğu denizaltıda hidrofonun başındaki Heinrich’in favorisi “J’attendrai”,  filmin OST’sinde not ettiğim bir diğer şarkı oldu.

Aklımda kalan sahneler açılıştaki kabare, makinistin cinnet anı, batan gemideki yolcuları izlemeleri ve final sahnesi oldu.  


Filmin uyarlandığı kitabın yazarı Lothar-Günther Buchheim sonuçtan pek memnun kalmamış:

"Uttering concerns about the end result, Buchheim felt that unlike his clearly anti-war novel the adaptation was “another re-glorification and re-mystification” of the German World War II U-boat war, German heroism and nationalism. He called the film a cross between a “cheap, shallow American action flick” and a “contemporary German propaganda newsreel from World War II”














27 Nisan 2017 Perşembe

Better Call Saul Dizisi (S3E1-3): "Mabel", "Witness", "Sunk Costs" Bölüm Notları


Epeydir yeni bir diziyi takip etmiyordum. Better Call Saul ile güncel TV dizilerine bir dönüş yaptım. İlk bölüm durgundu ama Jimmy, Mike ve Kim’i tekrar ekranda görmek yetti.  Herkesin birbirini izlediği bir hikayeydi. Who watches the watchers lafını aklıma getirdi. İkinci bölümde olaylar hızlandı. Meşhur Los Pollos Hermanos tabelasının ardından Gus Fring’i (Giancarlo Esposito) Breaking Bad’den yıllar sonra karşımda bulmak bulunmaz bir nostaljiydi. Üstelik de geleceği olan bir nostalji. O da ne demek demeyin, prequel’ların enteresan özelliklerinden biri de bu işte. Geçmişe mahkum bir nostaljiyi mantık boyutundan çıkmadan özgür bırakabilmek. Mike ve Gus ufaktan beraber çalışmaya başlıyor. Jimmy’nin folksy tavrı ben dahil herkese çok sempatik gelse de ağabeyini çıldırtmaya devam ediyor.


HUKUK MU ADALET Mİ?
Üçüncü bölümde Chuck’ın Jimmy’ye tuzak kurup polisi çağırmasından sonra yaptığı konuşma hukukun ve ceza sisteminin iki yüzlülüğünün Chuck’ın şahsında attığı küstah ve adaletsiz bir nutuktan farksızdı:

Please Jimmy, whatever u thinkof me, whatever colorful names ur calling me right now, please understand, I’m trying to help u. That’s why I’m doing this, not to punish u. To show u, truly show u, that u have to make a change before its too late. Before u destroy yourself or someone else. And I believe u can change.”

Hukuka karşı adaleti savunmak zor iş. 


















26 Nisan 2017 Çarşamba

Dean R. Koontz Röportajı - Arroyo (2012)


Raymond Arroyo'nun 2012 yılında yaptığı genel konularda bir röportaj.

NOTLAR
Flannery o ‘Connor ve Walker Percy – Catholic authors

“Subconsciously farkındaydım katolik inançlarım olduğunu ama sonradan bilincinevardım”
400 milyonun üstünde kitabı satılmış tüm dünyada.

“Başlarda eşim Gerda ‘ben sana 5 yıl ekonomik destek olurum. Zaten başarabileceksen bu 5 senede başarabilirsin’dedi. Yedi yıl yapmaya çalıştım ama Sicilyalı kanı var, 5 seneden fazla zaman vermedi. Ben de kabul ettim. Ailede herkes işe yaramazın teki olduğumu düşünüyordu (useless bum). Bazen ben de kendimi öyle hissettim. Neyse ki çok çalıştım ve başarılı oldum. Beş senenin sonunda işini bırakıp kitaplarımın business kısmıyla ilgilenmeye başladı. Önceleri yılda 25.000$ kazansak ekonomik olarak yeter diyorduk. ”

“Her gün sabah 6’ya çeyrek kala kalkıyorum. 7.30 gibi duş, kahvaltı, köpek gezdirme. Öğlen yemeği yemiyorum. Akşam yemeğine kadar çalışıyorum. Haftada 6 gün böyle. Bazen 5 güne düşürüyorum ama kitabın teslimi öncesi son aysa 6 gün çalışırım. Uzun çalışmayı seviyorum çünkü hikayenin içine gömülebiliyorum böylelikle.”

Bir röportajında kendi yaşadıklarının kitaplarındaki etkisinin büyük olduğunu söylemiş.
Babası Ray Koontz hakkında ne düşünüyor?

Çocukken bir şey anlayamıyor. Baba alkolik. Sürekli iş değiştiriyor. Patronlarına da saldırırmış işte babası. Geçim sıkıntısı karşısında annesi 5 and dimer’da çalışıyor ama yine yetmiyor. Baba sık sık “sizi öldüreceğim” diyor ailesine. İnancı yoktmuş ama başına kötü şeyler geldiğinde İncil okumaya başlarmış babası. “Karanlık bir çocukluktu benimki ama mutsuz değildim. Çocukken bile mutluluğun bir seçim olduğunu biliyordum. En kötü zamanda bile mutlu olacak bir  şey bulunabilir. Ben kitaplarda buldum çıkışı. Evde kitap yoktu ben de kütüphaneye giderdim. Okumaya başlayınca çok şey keşfettim mesela ben her aileyi bizimki gibi sanırdım ama öyle değildi. İnsan içinde büyüdüğü ortamı normal sanıyor.”  

“The benefit of my childhood is to show that there is evil in the world. And that u have to find a way to thread through it, reject it, find other ways to live.”

“Annem fiziksel şiddetten beni korurdu ama bu sefer şiddet kendisine dönerdi. Verbal abuse’ çok sık maruz kaldım. Geçim sıkınıtısını çok hissettim. 53 yaşında a series of strokes sonucu  öldü annem, yaşadıklarının bunda etkisi vardı.”

United church of Christ’a devam etmiş ailesiyle. Eşiyle çocukluk arkadaşı. Hatta bir doğum gününde toplu resimleri var. Gerda 2,5 Koontz 3,5 yaşında. “Eşimle çıktığımızda halalarını ziyaret ederdik. Bizi iyi karşılarlardı, ikramlar olurdu, hepsi mutluydu. Oysa benim ailemde insanlar böyle değildi, herkes birbiriyle küstü. Öfke ve üzüntü vardı. Onları görünce katolikliğe yaklaştım. Aslında Gerda bu konuları hiç açmadı.Sonra üniverstede Chesterton ve diğer katolikleri okuyarak katolikliğe geçmeye karar verdim.”



The supernatural pulse between the lines
Crafting words

“Romanların hikayelerinin çoğunun aklıma nereden geldiğini bilmiyorum. Sanki yukarılarda bir yaratıcılıktan pay alıyorsunuz. Face kitabını yazarken birden Odd Thomas karakteri ve “My name is Odd Thomas, I’m living an odd life” cümlesi geldi aklıma.  Sonra birden yanımdaki not defterine tüm bölümü kalemle yazıverdim. Normalde kalemle yazmam. Bir sayfanın 20-30 taslağını çıkarırım çünkü İngilizce dilinin en iyi halinin olmasını isterim. Birkaç saatte bölümü tamamladım. Bu ani fikirler nereden geliyor? Belki tanrı belki guardian angel, bilmiyorum, ama tamamen kendi içimizden değil bence, kendinizi açtığınızda dışarıdan gelen bir şeyler var.”

“ Yazma öncesi romanın planını çıkarma, outline belirlemeyi yapardım ama sonra bunlara uymadığımı fark ettim. Publisher’a outline’ı veriyordum önce. OK alırdım. Sonra kitabı teslm ettiğimde bu verdiğin outline değil ki diyorlardı. Ben de evet, ama bu daha iyi oldu derdim.
Strangers romanında 12 major character var 900 civarı sayfa, içiçe geçmiş story lines vardı. Burada planlama yapmamış. İlk hard cover best seller’ı. Başarılı olunca o şekilde devam etmiş.

Straight suspense.

“Science-fiction okuyarak büyüdüm ama that was not what I was born to write.”

 Heavy science reader hala. Quantum mechanics ve Molecular Biology okuyor. Böylece aklına ilginç bir fikir geliyor bazen.

“Bilim Tanrı'ya giden yollardan biridir. Bize dünya hakkında inanılmaz gerçekleri gösterebilir. Dünyanın nasıl bir mucizevi bir yer olduğunu görürüz.”

“Science and faith are not mutually exclusive” Bunu söylediği için çok eleştiriliyor. 

Hallway in his home with all editions of his books across the world



From the corner of the eye’da  Quantum Mechanics ve effect of distance konusu var. Kelebek etkisi. Interlaced world. Bunu insan ilişkilerini uyarladım bu romanda. Bir kısım inanmayan insan grudging letters göndermiş. Kitabı sevmek istememelerine karşın sevmeleri durumu.

One Door Away from Heaven’da Bioethical realm’e giriyor. Disabled girl is in the center of the book. “Disabled persons sağlam olanlar kadar çok şikayet etmiyor. Bu romanda toplumdaki her bireyin bir değeri olduğunu işledim.  Romanda kızın hayatına herkes acıyor, poor quality of life diyordu ama gerçekte immense bir quality of life vardı. Utilitarian bioethicism. Bunun ne kötü olduğunu göstermeye çalıştım. Down’lı ya da sakat olanları niye öldürelim? Peter Singer. Küçük kız ile bilim adamının karşıtlığıyla anlattım. Smart olmak demek, common sense’e sahip olduğunu anlamına gelmez.”

Service dogs for the disabled

“Engelli insanlar ya kitaplarda yok ya da acınacak durumlarda. Onları daha gerçekçi ve makul bir şekilde göstermek istedim. Çünkü bu insanlar dışarıdan bir bakış açısı sunabiliyor. Kitaplarımda hep outsiders oldu. Topluma farklı bir bakış açısı sunuyorlar. Okuyucuya da farklı bir insan sunuyorlar.”
Odd Thomas toplamda 7 kitaplık bir seri.

“Odd Thomas daha önce dediğim gibi kendi geldi ve kendi kendini yazdırdı bana sanki. Özel bir durumla karşı karşıya olduğumu hissediyordum. En belirgin özelliği humility. He is on a multiple book journey to perfect humility. Bu nasıl bir şey bilemiyorum aslında. Her kitapta belli bir virtue’ya odaklandım. Okuyucu hissetmemiş olabilir. Subtextual olarak hissetmiş olabilir. İlk yazdığımda yayıncım hiç beğenmedi. Editörüm sevdi.” Sonra iyi reviewlar ve satışlar gelmiş. Böylece devam edebilmiş. Sonunucusu saint Odd olacak. Odd’da catholic.  Elvis, Sinatra, Hitchcock’un hayaletleri Odd’u ziyaret ediyor.   



“Hayatımda supernatural olduğuna gerçekten inandığım tek bir deneyimim oldu. Babamın son yıllarında bir daire tuttum. Ama durumu kötüleşti. Degenerative alcohol syndrome. Şiddeti arttırdı etrafına. Retirement home’a yatırmışlar (gidip gelebiliyorsun, nursing home’da sürekli kalıyorsun). Bir gece geç vakit çalışıyordum. Telefonum çaldı ve bir kadın “Be careful of your father” dedi ve kapattı. Yıllar önce ölmüş annemin sesine çok benziyordu.  Ertesi gün bakım evinden aradılar, durumu kötüleşiyor gelin alın dediler. Gittiğimde odasına bıçak çekip üstüme yürüdü. Eğer o telden uyarılmamış olsaydım başıma bir iş gelebilirdi. Gardıroptan bıçakla çıkıp saldırdı.”

“Bir keresinde neuromuscular disease souncu hiç bodily movement’ı olmayan bir kızın köpekle arkadaşlığı sonrası iyileşme yoluna girdiğini gördüm.  Sevmek için elini oynatabildi. “Good doggie” diyebildi. Köpek diğerlerinin arasında o kızı seçti. When u see things like this, u think the world is so much more mysterious,  thats big theme in my world. To think u understand the world is to be foolish in the extreme. The world is too complex for us to understand. I believe dogs have a major role in the world if we allow that. One dog changed my life.”

Bir rahip şöyle demiş: “There is a theory that when the supernatural  enters the world, in doesnt enter  with great glorious flashes of drama, enters in mundane ways, and a dog might be a perfect way.”

Trixie was a theophany of God’s presence in my life.”


Second Part
“Humans have changed the world in an absurd way. Life expectancy comic bir novel’dı bir yandan. Suspence ve comic kaynaştırdım.”

“I give my characters a free will. Strangers’la başladı. Planlamadan yazmanın bir parçası. Akışına bırakıyorum ve adım adım bir karakterin neler yaşayacağını önecden planlamıyorum.”  Life expectancy’nin başında eşinin doğumunu bekleyen adamı birden palyaço olarak yazmış. Sonra nasıl olacak diye düşünmüş. Ama sonunda niye olmasın ki demiş ve bu fikirle barışmış. Kendi egonu aşmaktır biraz da yazarlık diyor. “Paniğe kapılabilirsiniz, kitabın sonuna yaklaşırsınız ama sonu kafanızda yoktur hala. Ama şimdiey kadar hiç yarı yolda kalmadım”

Üniversitede tarih okumayı düşünüyormuş ama lisedeki İngilizce öğretmeni senin yazarlığa yeteneğin var, İngilizce oku demiş ve hayatımı büyük oranda olumlu bir katkı yaptı diyor. “İnsanların yeteneklerini kullanma gibi bir sorumlulukları olduğuna inanıyorum. Ben yeteneğimin ne olduğunu anladığım için şanslıydım. Başka bir iş bilmiyorum zaten. “

“Culturally we are in a terrible place. In many ways we are in a terrible place. You have to weight into the culture you bemoan about.”   

“Ben çocukluğumdan beri kötülüğün relatif bir kavram olmadığını biliyordum.”

Din adamlarından da hayranları var.

“Bad things happen in my novels but I dont dwell in gore”

“Long ago I realized there was no point at all in trying to write about sex because its so boring to write him and also brings the wrong tone in anything you write”

“Kanlı, vahşet içeren filmlere gidemem ben. Dolayısıyla kendim de yazamam. Ama evil ve good arasındaki eternal battle ilgimi çekiyor.”



Inverted moral akımı, antihero, misunderstood bad people hakkında ne düşünüyorsunuz? Inverting realities.

“Bence it is meant to confuse people. I used to just think people write these things because they think its cool and different.”  Evil’In relative olabileceğine inanmıyor. Evil evil’dır diyor.

Multiculturalism says every culture is equal. They are equal in its integrity as a culture. But some cultures are a little wiser than other cultures. Yoksa bazısı çökerken bazısı yükselmezdi.” 

Denialism is boring, not cool, not chic anymore. Maybe because the world is becoming a scarier place. “

Nolan’ın Batman filmleri Batman’in önceki değerlerinden çok farklıydı ve bilerek yapıyordu. Hollywoo’'da görmeyi beklemeyeceğiniz türden işler. The late Batman movie very strangely underlines certain values we would not see in holivud movies generally. “

“ When u start trying to push out of the culture, the very thing that formed the entire culture, the culture’s gonna collapse,  its gonna be a very terrible collapse.” Dini kastediyor burada. Onların durumu korkutucu burada biraz çekidüzen vermeye başladığa getiriyor. Avrupa’da kiliselerin boş olması ve Amerika’nın bundan ders çıkarması.

“Every word is a symbol of something. Symbols speak to people subconsciously.” Karakter isimlerini kişiliğine uygun seçiyor. Seyo isimli bir Japon nanny var. Japanese’de “born in the night” anlamındaymış mesela.

Vatikan’ın Latince’yi bir kenara bırakarak halka yaklaşmasında o kelimelerin depply seated anlamları olduğunu söylüyor ve eleştirel bakıyor. Bilinçaltları ihmal edildi diyor. Touchstones. “Reducing it to a conceptual faith. Just sometihing like a intellectual experience, rather than a spiritual one. “

Bir dönem kısa kitaplarla aynı intellectual ve emotional ortamı yaratmaya çalışmış challenge olarak.

Şimdiye kadar hiç bir kitabı için rüyada ilham almamış. İlk kez bir gece 4te uyanmış ve Tom Tryon ile bir yemek yediğini görmüş, hepsini htırlıyor. Tekrar uyuyamamış. Kalkıp not almış. Bambaşka bir kitap olacak diyor.


Cennete gitme konusunda hepimiz “have to worry” diyor. 



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...