Dağların Sesi (2002)
Başarılı bir onkolog olan Miçiko (Kanako Higuşi) panik ataklar yaşamaya başlayınca Tokyo’nun stresli
ortamından kurtulmak için yazar eşi Takao
(Akira Terao) ile birlikte Takao’nun çocukluğunun geçtiği Şinşu köyüne
taşınırlar. Film, çiftin köylüler ve doğa ile etkileşimlerinden portreler
veriyor. Köyün ölülerinin yaşadığı düşünülen mabetle (Amitabha) ilgilenen 96 yaşındaki bilge Ume (Tanie Kitabayaşi), elektroniğe hayır diyen ve geleneksel yaşamı
seçen Takao’nun okuldan öğretmeni Koda
(Takahiro Tamura) ile vefakar eşi Yone
(Kiyoko Kagava) ve köy gazetesindeki bir köşede (Dağların Sesi) Ume’nin söylediklerini yazılaştıran konuşma
yetisini kaybetmiş Sayuri (Manami Konişi)
başlıca karakterler.
Film, Keishi Nagi’nin
romanından uyarlama. Yönetmen Kurosava’nın
asistanı Takaşi Koizumi. Daha önce Yağmur Sonrası filminde söylediğim gibi
Takaşi ilk 3 filmini Akira Terao ile
çekti. Amida-do Dayori bu filmlerin
ikincisi. Üçüncüye de ilerde blogda yer vermek istiyorum çünkü bu ikilinin
filmlerinde beni çeken başka bir hava var. Müzikleri Takaşi Kako yapmış ve hepsi çok yakışmış.
(1999) Ame Agaru
(Apres la Pluie)
(2002) Amida-do
Dayori (Letters from the Mountain)
(2006) Hakase no
Aishita Sushiki (The Professor’s Beloved Equation)
Filmde hiçbir şey olmuyor. Evet, modern sinema izleyicisine
garip gelebilir ama böyle. Bir hastalık ve en sonda bir doğal ölümü saymazsak konu yok
diyebiliriz. Yavaş bir film olarak değerlendirenler olabilir. Ben “sakin” ve “doğal”. demeyi tercih ederim. Bütün hikaye çiftin yürüyüşlerinden ve
köyde tanıdıklarını ziyaretlerinden ibaret. Tıpkı çoğu insanın hayatının işe
gidip gelmek ve çevresindeki insanlarla konuşmaktan ibaret olması gibi. Belki de artık
şehirdeki gündelik yaşamlarımız dahi birer aksiyon ya da gerilim filmine
dönüştüğü için ben “büyük” olaylardan
bahsetmeyen “küçük” hayatlarımıza yol göstermese bile gözlemci bakışlar fırlatan filmlere eskisinden daha meraklıyım. Mesela bu
filmin bir sahnesinde çift ormanda konuşmadan yürürken ayaklarının toprakta çıkarttığı
sesleri duyabildiğimi fark ettim ve nedense bu kadar basit bir şey hoşuma gitti.
Japon kültürü ve Budizm hakkında öğreticiliğe kaçmadan tadında bir panorama sunarken, doğa yürüyüşlerine bayılanlar için bulunmaz bir manzara
paketine sahip. Kuş sesleri ve dere şırıltılarının sık sık eşlik etmesi de
cabası. Daha filmin ilk sahnesi gürül gürül dökülen bir şelale. Hemen ardından
kuş seslerinden başka hiçbir şeyin duyulmadığı sisler içinde bir orman. Yazılar
devam ettikçe dağ manzaraları akıp gidiyor ve Miçiko ile Tarao’yu karşıdan
ormanın içinde yürürken görünce inceden bir piyano melodisi yükselmeye
başlıyor.
Oyuncuların hepsi gayet iyi. Ume karakterini oynayan Tanie Kitabayashi ise filmin yıldızı. Ama şahsi favorim Akira Terao dingin ruh halini yansıtan yüz ifadesiyle
beğenerek takip ettiğim bir aktör. Bu filmde yazardan çok "iyi bir eşi ve sadık bir öğrenciyi" canlandırıyor dersek hata olmaz. Zaten en son kitabı 10 sene önce
yayınlanmış ve o günden beri bir şey yazmamış olduğunu kendisi de söylüyor. Hatta köy meclisinde herkes
doktor eşine saygı gösterirken Takao’ya işsiz güçsüz muamelesi yapmaları ve kötü şakalarla gücendirmeleri filmin bir "köylü güzellemesine" dönüşmesini baştan engelleyen bir faktör. Her
şeye rağmen yaşama sürekli gülümseyen bir iç huzura sahip. Film boyunca genelde
benzer yüz ifadeleriyle, yükselip alçalması olmayan bir karakteri oynamasına karşın belki de asla sahip olamayacağım bu
sakinliği Akira Terao’yu imrenerek ve saygıyla seyretmemi sağlıyor.
Gölde yüzerken Miçiko’nun: “I’d forgotten how far u
can see here…” deyip nefesini üflemesi ve havaya karışmasını seyretmesi gibi basit ama maddeden uzak sahnelerin bir çekiciliği var.
Takao’nun evinin duvarına annesinin bir zamanlar astığı Miyazava Kenji şiiri, hem Takao’nun hem
de diğer karakterlerin sakinliğinin ve yaşadıkları duru hayatın sırrını açıkça anlatıyor:
“Unbowed by the rain, unbowed by the wind, unbowed
by snow or summer heat. Sound of body, coveting nothing, never angry. Always
quietly smiling”
Filmde bu şiiri Akira
Terao’nun sesiyle dinlediğim sahneler unutulacak gibi değil. Mesela “Quietly smiling” ne farklı bir
ifade.Türkçe’de bir gülmek bir de gülümsemek vardır. Gülümsemek de ses eşlik
etmez. İngilizce’deki smile ve laugh gibi. Burada “gülümsemenin de sessizinden
bahsediyor. Düşünceli bir tebessüm belki. Düşündükçe sürükleniyor insan o “sessiz gülümsemenin” peşinden. Şiirin
devamı da harika, biraz Bülent Ecevit’in
çevirdiği Kipling’in “Adam Olmak”yazısını biraz da Müjdat Gezen’in “İlkeli Olmak” yazısını hatırlatıyor:
“Eating 4 cups of
brown rice, miso and a few greens each day; leaving himself out of the account;
watching, listening, understanding and not forgetting; living in the shade of a
pine grove in a field in a small thatched hut; tending to the sick child in the
east; bearing sheaves of rice to the tired mother in the west; saying ‘do not
fear’ to the dying in the south; telling ‘be not petty’ to the quarrels or
lawsuits in the north; weeping in drought, pacing in a cold summer; called a
fool, not praised, not criticized; I want to be that kind of man…”
Takao’nun yaşamındaki yol göstericilerden biri olan
öğretmeni Koda mide kanseri. İkiru’daki Kanji Vatanabe’yi hatırladım
hemen. Japonya’da mide kanseri insidansı çok yüksek. Beslenmeyle ilgisi olsa
gerek. Koda son derece vakur ve sakin bir ruh haliyle ölümü bekliyor. Tüm
kitaplarını okula bağışlamış. Yavaş yavaş sahip olduklarını uygun yerlere
devrediyor. Ölüme hazırlık. Kendisine derinden bağlı eşi Yone’yle yaşıyor. Takao
40’ını geçmesine rağmen para kazanamamış olduğu için biraz kendine güven sorunu
yaşıyor. Bir gün konuşurlarken bu bahsi açıyor:
“I’m over 40 and I have not made any money. I ve started to
wonder whether I’m worth anything.”
Yone ise endişe etmemesini
ve sabretmesini söylüyor: “Şimbo şimbo…”
(patience patience…). Koda bu durumu
kafaya takmamasını ve doğru bildiği yolda devam etmesini öğütler.
Derken Takao’nun eline köyün gazetesi (Amida-do
Dayori/Dağların Sesi) geçer. İnsanların küçük görülen basit yaşayışından ve
doğayla uyumdan bahseden yazılardır bunlar. Üç sene önce boğazından hastalanıp
konuşma yetisini kaybetmiş Sayuri ile tanışır. Ume’nin yanına gelip söylediklerini
gazetedeki köşesinde yazarak hayata tutunan bir genç kızdır. Filmin ismi
buradan geliyor zaten. Sayuri, Takao’ya “romancı” deyince Takao utanır, 10
senedir bir şey yazmadığını ve daha çok başarısız bir romancı olduğunu söyler.
Ume araya girer ve Takao’ya romanlarının gerçek mi uydurma mı olduğunu sorar.
Takao kurguyu tanımlayan nefis bir cevap verir:
“Well, they are not 'true'. Maybe they're lies told in order
to tell the truth. All right, then ... you can't eat burdock straight from the
field but you can cook it to make kinpira. If you ask which is 'real', it's
burdock from the field ... but if it wasn't kinpira you'd never know how good
it was.”
Sayuri, Takao’nun söyledikleri üzerine romanın ne olduğunu
yazı tahtasına yazar:
“I think a novel is Amitabha, taking the form of words.”
Ume insanların acıklı şeyler okumak için para vermesinin
saçma olduğunu, zaten hayatın içinde çok üzücü hikaye dinlendiğini söyler. Kendince haklıdır da.
Aslına bakarsanız film
Ume’nin bu fikrine uygun bir içeriğe sahip. Kötü adam, kötü olay, düşmanlar
gibi klasikleşmiş olumsuz unsurlara yer verilmemiş. Hikaye neredeyse
ütopya’ya doğru geçiş yapan doğal bir iyimserlik ekseni üzerinden ilerliyor. Hayatın özüne yaklaştığında insanların ölüme karşı daha
kucaklayıcı ve anlayışlı olduğunu izliyorsunuz.
Yaşam ve ölüme, basit ve doğal yaşamak üzerinden yaklaşan şiirsel bir Japon filmi.
NOTLAR
“Why am I crying when I’m not sad?”
Takao bülteni köylülere dağıtma işini üstüne alır. Hepsiyle
tek tek konuşup yaşam hikayelerini dinler.
“I’ve always eaten whatever my body told me it wanted”
Letter
Koda: “Form traces the outline of the soul”
Koda: “Its good for a doctor to know how it is to be sick”
Koda ailesi evdeki eşyaların hepsini uygun gördükleri
yerlere dağıtarak yaşama veda ediyor.
Kılıcı da Takao’ya verdi.
Ume uyuyamadığı zaman çeşmeden akan su olduğunu düşünüyor ve
hemen uyuyuveriyor. Denize ulaştığıı düşündüğü an uyumuş oluyor.
Koda’nın evinden yazmalar:
“Be not a burden, rather a help asking no reward”
Sensei Koda’yu Ruslar Sibirya’da tutmuş. Yone bebeğiyle
kalmış. Ama çocuk yaşamamış. Savaştan sonra 11 yıl yalnız kalıyor.
Sonunda Koda gelmiş ve şöyle söylemiş:
“If I’d really been a good man, I d not have lived to come
back. “
Bebeğin öldüğünü duyunca “I guess it was his destiny der ve
bir daha bu kou hiç konuşulmaz.
Household shrine
Ancestor’ların orada yaşadığı düşünülüyor
Dev bir tespih
var. Toplu halde çekiyorlar. İlginçti.
Ağustosta Obon festivali.
Ölüler yeryüzüne geliyor. Ateş yakmalarının sebebi yollarını görmelerini
sağlamak.
Sayuri’nin boğazındaki tümör sarkoma çeviriyor gibi.
“If u re lost, go
forward”
Sayuri, hastanede olduğu için Ume’yle görüşemiyor. Takao
ounn söylediklerini kadediyor. Kıza dinletiyor.
Panik ataklar çocuğunu kaybettikten sonra başlıyor
Miçiko“A good death is part of a good life”
Sayuri’nin ameliyatı başarılı oldu.
Koda son nefesini verir
Takao köyüyle ilgili bir roman yazmaya karar verir
Miçiko hamile kalır.
Mutlu Son