17 Mayıs 2019 Cuma

Odd Man Out (Ölümden Kuvvetli) (1947)

“This story is told against a background of political unrest in a city of Northern Ireland. It is not concerned with the struggle between the law and an ilegal organisation but only with the conflict in the hearts of the people when they become unexpectedly involved
                                              Filmin başındaki yazı                                       
İrlanda'nın bağımsızlığı için mücadele eden beş kişilik bir grup siyasi davalarına ve mağdurlara para desteği bulabilmek için mecburen bir soygun planlar. İşler ters gidince ekip, yaralı liderleri Johnny McQueen’i (James Mason) almadan gitmek zorunda kalır. Film adamın tek başına sokaklarda kendini kurtarmaya çalışırken karşılaştıkları ekseninde ilerliyor.

Carol Reed filmi. Etkileyici bir film noir sinematografisi hakim. Siyah beyaz. Belfast sokakları, sisler, izbe köşeler, endişeli bakışlar, koşuşan karaltılar, gezinen gölgeler.  

"Ölümden Kuvvetli" abuk sabuk bir Türkçe çeviri, ölüm lafının daha çok ilgi çektiği düşünülüyor herhalde film isimlerinde.  "Odd Man Out" tek başına bırakılmışlığı, dışlanmışlığı ifade ediyor. Film boyunca "terk edilmiş" Johnny şehrin kendi küçük dünyalarına çekilmiş insanlarıyla karşılaşıyor ve hiçbiri kendini riske atmıyor. Hatta bu durum daha filmin başında arabadan düştüğünde örgüt arkadaşlarının bile kendilerini riske atmamasıyla çarpıcı bir şekilde kendini belli ediyor. "Düşenin" dostu olmuyor. Dışarıda kalmış bir adamın çaresizliği ekrandan çığlık atıp duruyor. Kimse duymuyor.  


“The Fugitive” diye bir film vardı biliyorsunuz. Orada kaçak adamın kendini kurtarma hikayesi gerilim ve macera odaklı veriliyordu. Burada ise daha ilginç ve sıradışı bir yol seçmişler. Girişte çıkan yazıda belirtildiği gibi adamın kurtuluş macerasından ziyade karşılaştığı karakterlerin hayatları ve ona karşı yaklaşımları merkeze alınmış. Kaçağı bir prob gibi kullanarak toplumun öncelikleri ve iki yüzlü ahlakı ekrana yansıtılmaya çalışılmış. Bence harika bir fikir ama senaryo bu amacı besleyecek kadar zengin yazılamamış ne yazık ki. Oysa biraz daha usta bir kalemden çıksa mükemmel bir film olabilirmiş izlenimi verdi. Bu haliyle dahi kendini düşündürerek seyrettiren çok kaliteli bir iş ortaya çıkmış.
 
Filmin başında İrlandalı örgütün şefi Johnny McQueen’in tespiti politik göndermelere de sahipti: 

“In prison you have time to think. If only we could throw the guns away, make our cause in the parliaments.”

Bir devlet insanlara hakkını arayabileceği bir adalet sistemi sunmak zorunda. İnsanları seçeneksiz bırakıp sonra da bize isyan ettiler diye suçlayamazsınız. Büyük Yaşar Kemal'in tabiriyle "İnce Memed" benzeri “mecbur insanlar” yaratıp sonra bunları canavarlaştıran hiçbir toplumun feraha çıkamadığına her gün bir kez daha şahit oluyoruz. 

Bir sahnede diğer iki soyguncuya evini açan bir yaşlı kadın var. Görseniz kucaklaşmalar falan bunları pek iyi karşılıyor. Sonra yan odaya geçince karının yüzü değişiyor, yılanlaşıyor, polisin gözüne girebilmek için telefon açıp onları ihbar ediyor. Aynı yüzsüzlükle polis geliyormuş hemen kaçmanız lazım deyip kapının önünde bekleyen polislere kurşunlatıyor. Sonra da komiseri eve alıp konuşuyorlar. İşte o sahnede ikisini buzlu camın ardındaki karaltılar olarak gösteriyor kamera ve harika bir resim meydana çıkıyor. Toplumun içinde pek yaygın olan riyakar insan tipinin iyi bir portresiydi.


Buna karşın Johnny’yi evine götürüp bakan iki kadında (Rosie and Maudie sisters) toplumun nispeten aydınlık bir yüzünü görebiliyorsunuz. Gerçekçi bir bakış. Kocalarının dırdırına karşın yapabilecekleri yardımı yapıp gönderiyorlar. Ellerinden geldiği kadar yardımlarını eksik etmiyorlar ama neticede evlerinde de tutmuyorlar. 

Johnny bir bombardıman sığınağına kaçıp saklanıyor. Oradayken bir genç çiftin konuşmalarına kulak misafiri olduğunda genç kesimin çıkmazlarını dinlemiş oluyorsunuz. Belki de göremediğimiz bombalar atılıp duruyor gençlerin üzerine. Düşünüyorsunuz. 

Bana kalırsa Johnny’nin karşılaştığı insanlardan toplumun çoğunluğunu temsil eden karakter arabacıydı diyebilirim. Söyledikleri günümüzde TR’de yaşanan karanlığın başlıca mimarı olan iğrenç zihniyeti de aynen yansıtıyordu:

“I’m not for u or against u. But I cant afford to get mixed up in this”

Özet: Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.

İlerleyen sahnelerde aynı binada oturan ressam, doktor ve paragöz adamın eline düşüyor Johnny. Ressamın tek derdi adamın yüzündeki ifadeyi sanatıyla ölümsüzleştirmek, doktor'un derdi onu tedavi ederek bir başarı hikayesi oluşturmak, ödül peşindeki garibanın hedefi ise adamı en fazla para verecek olan tarafa teslim etmek ya da daha doğru bir tabirle "satmak". Tüm bu insanları görünce adamcağızın kimin özgürlüğü için savaştığını da sorgulamadan geçemiyorsunuz. "Bu alçaklar için değer miydi?" sorgusu yankılanıyor zihinlerde. Diğer yandan bu üçlünün sahneleri filmin genel akışında absürde taşarak biraz sırıtıyordu sanki. 

Filmdeki polis karakteri “Sefiller”deki “Javert” gibi derinleştirilebilirdi fakat zayıf kalmış. Bir sahnede rahibe şöyle diyor:

“In my profession father, there is no good or bad. There is innocence and guilt, thats all”

Vicdanını günün kanunlarına indirgemek çoğu insanın başvurduğu bir kolaycılık. Hatta korkaklık. Böylece hem başın derde girmiyor hem de ne toplumun ne devletin tepkisini çekmemiş oluyorsun. Her şeyi kanunlara yükleyerek sorumluluktan kurtuluyor ve kendi kendini doğru olanı yapmış sayarak aklıyorsun. Oysa bariz durumlar dışında kanunlar adaleti temsil etmekten o kadar uzak ki. Hele TR'de. 

Yıllar önce bir gece polis kapıyı çalmıştı. Birinci kattaydık. Evde de asker kaçağı bir arkadaşım vardı, göz deliğinden polisleri görünce hemen gidip uyandırdım ve arka pencereden kaçırdım. Polisler niye geç açtın falan dediler ama yapacakları bir şey yoktu tabii. İşin komiği meğer bizden önce dairede kalan biri için gelmişler, boşuna heyecanlanmışız. Sonradan çok gülmüştük. Bir başka olayda da İzmir'de daireme giren iki hırsız yakaladım. Üstelik ikisi de kadındı, çingene. Bir daha yakalarsam teslim ederim diye korkuttum ama serbest bıraktım. TR'de hukuka da emniyete de güvenmiyorum. Vicdanım daha değerli benim için. 


Filmin ana karakterlerinden birisi de Kathleen adındaki kadındı. Her şeyden bağımsız olarak adamı düşünen tek insan oydu. Lukey isimli örgütten arkadaşının da ciddi yardımı oldu ama o daha ideolojik bazlı bir destek gibi geldi bana. Kathleen ise Johnny’ye aşıktı ve polisten önce bulup kaçırmak istiyordu. Aslında sistem içinde kendisine biçilmiş rolün hakkını vermekten başka bir şey düşünmeyen ve toplumun riyakarlığının bir parçası olmuş rahibin beş para etmez öğütlerine kadının cevabı yine not düşülmesi gereken samimi tespitler içeriyordu:

Kathleen: “I only know what I feel is stronger than my religion, stronger than myself”
Rahip: “Kathleen where s ur faith?”
Kathleen: “My faith is in my love”
 
Film polisin de, rahibin de suçlunun da demir parmaklıkların aynı tarafında gösterildiği bir sahneyle son buluyor. Tüm karmaşa içinde bu ayrıntıyı yakaladığınızda zaten pek çok şey yerine oturuyor.

Dilerim inancını aklından ve vicdanından yoğuran bir insan olarak yaşarsınız. Kanun, din, devlet, gelenek ya da toplum şahit gösterilerek dayatılan alçakça yargıların pençesinde şahsiyetsizleştirilmiş zavallılardan olmazsınız. Yoksa sizden ilk hesap soracak, o dilinizden düşürmediğiniz Allah'ınız olacak. 











buzlu camın ardındaki karaltılar











Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...