21 Kasım 2025 Cuma
BELGESEL | Ken Burns: "American Revolution"
19 Kasım 2025 Çarşamba
SİNEMA | Ghost Tropic (2019)
18 Kasım 2025 Salı
ÇİZGİROMAN | Sergio Toppi çizim tarzı

Toppi’de çizgi çizgi kareler resmin ötesinde bir boyut kazandırmak için kullanılıyor. Thomas Ott’un resimlerinin tamamına hakim tekdüze “pütürlü” dokusuna benzemiyor, her yöne atılan, savrulan, uzanan çok daha kaotik bir çizgilendirme var. Breccia’nın yer yer soyuta kaçamak yapan ve çizgilerini sergilemekten ziyade kirli bir görüntü veren çizimlerini fotografik olanın ötesini arama açısından andırsa da çok farklı bir stile sahip. Kendine has bir “çizgileşim” olarak tanımlanabilir belki. Genelde inşaat iskeleti gibi bırakıyor çizimlerini, içini bir renge ya da tonlarına tamamlamıyor. Kuş teleklerine benzeyen paterni sık kullanıyor. Double exposure poster tekniğine benzer çizimleri var.
15 Kasım 2025 Cumartesi
Yakıp Yıkacaksan, YOK OL GİT..!
Ülkelere, milletlere gereğinden fazla kıymet veriyoruz, hatta kutsallaştırıyoruz. Aslında onlar da bulundukları topraklarda geçici birer hükümetten başka bir şey değiller. İnsanın küçücük ömrüne büyük gelen süreleri, sadece insanlığın tarihinde bile okyanustaki damlacıklar gibi.
Bazen devlet olmayı hak etmeyecek noktaya gelebilir milletler ve başka milletlerin buyruğu altına girerler bir anda. Sadece askeri bir başarısızlık değildir devletlerin yıkılma sebebi. Hele modern çağda. Basit bir ekonomik yetersizlik de değildir. İnsan olmanın, çağdaşlığın, medeniyetin gereklerini yerine getirememekle ilgilidir bazı halkların çöküşleri. Tarih bunların örnekleriyle dolu.
Ortalık ruh hastalarıyla dolup taşarken polislerin cinsel özgürlükten ya da çevreyi korumaktan yana barışçıl insanlara, savunmasız kadınlara gençlere şiddet uygulaması, tutuklaması caniliktir, barbarlıktır, Çöküş alametleridir. Adaleti ve yaşam hakkını savunan insanların suçlanması, itilip kakılması hatta hapse tıkılması, kahpeliktir, medeniyetsizliktir. Üç kuruşluk heriflere yönetici muamelesi yapılırken yetişmiş insanlarını düşman görmek sapkınlığın daniskasıdır. Ahlaksız ahlakçılıktır. Adaletsiz hukukçuluktur.
Devletim deyip de yüzlerce yıldır en temel adaleti bile sağlayamıyorsan defolup gideceksin, yıkılıp gideceksin. Gerekirse başka devlet başka halk başka cemiyet başka rejim denenecek. Ama sen yerle bir edileceksin. Sorumlu olduğun tarihi, doğayı, ağacı, hayvanı, gölü, ırmağı, insanı muhafaza edemiyorsan, yaşatamıyorsan, tam tersine bin bir bahaneyle katlediyorsan, devlet olmaya da hakkın yoktur, millet olmaya da, yıkılıp gideceksin boşuna ağlama. Gizli işgalcisindir bulunduğun coğrafyada. Düşmansındır yaşadığın topraklara cana canana tüm canlılara. Boşuna saklanma vatan millet laflarının arkasına!
O toprak da o ağaçlar da o hayvanlar da senden daha yerli! Onlar hancı sen yolcusun. Toprağına, ağacına, hayvanına, suyuna iyi bakmayan bir millet, coğrafyasında halk değil ancak asalak olabilir. Bunları bıraktım, birbirine bile barbarca yaklaşan bir toplumu coğrafyasında barındırmazlar. Toprak bile tiksinir, dağlar arka arkaya silkinir, denizler suratına tükürür, köpüklenir.
Mesul olduğun canları değil, o canların mesut olmasını hiç değil, çaputlarını tartışıyorsan çarpıştırıyorsan yüzyıllardır, ot kadar faydan yokken bir de ölçüsüz zararlara sebep oluyorsan, kendi keyfin dışında hiçbir şeyi umursamıyorsan, küçük çıkarlarından ibaret bir mahluk haline geldiysen, önce paryalaşacak sonra paramparça olacaksın. Zırlama. Dünya senin keyif çatma mekanın değil. Dünya seni taşımak zorunda değil. Bu dünya sana kul köle değil. iki çaputa üç tekerlemeye cennet dağıtılan bir yer hiç değil. Kene gibi yapışma, yakışmadığın coğrafyana.
Hoş yapışsan da
Paçavra gibi atılacağın günler yakında..!
10 Kasım 2025 Pazartesi
5G: Beşinci Nesil İletişim ve "Şerbetsiz" Türkçe
Bugünlerde pek sık gördüğümüz bir başlık. 5G’ye geçişimiz. Türkiye 5G'ye nihayet geçiyormuş! Ne demek bu? Kablosuz iletişim teknolojisinde 5. nesil teknolojiye geçtiğimiz anlamına geliyor. Yıl 2025.
5G daha hızlı ve pürüzsüz bir iletişim sağlıyormuş. Hakkı
verilirse tabii ki. Altyapı gerekleri yerine getirilirse. Kablosuz iletişim protokolünün son
kullanım versiyonu olan 5G kastediliyor. Fifth Generation yani beşinci neslin
kısaltması.
5G'ye geçiyoruz naralarıyla dünyayı fethetmeye devam ediyor
Türkiye. Siyasetçiler, memurlarımız yine bulmuşlar bir oyuncak, oynadıkları
oyunu pazarlıyorlar. Fantazilerden
fantazi beğen anlat böbürlen, değil mi.
TR’de dünyanın en pahalı ve en kalitesiz internet hizmetlerinden
birinin verildiğini defalarca deneyimlemiş biri olarak en azından uzun süre hakkı verilerek
yapılacağına inanmasam da konumuz bu değil zaten.
İşte tam da medyada 5G duyurularına programlarına boğulmuşken Youtube’da karşıma bir video çıktı. Bir reklam. Bir Baklava reklamı. Karaköy Güllüoğlu baklavalarının sahibi Nadir Güllü baklava konusunda artık kurumlaşmış bir firma olduklarının altını çiziyor. Ne ilgisi var şimdi diyeceksiniz. Karaköy Güllüoğlu Baklavalarının beşinci nesli olduğunu söylüyor reklamda. Ben bunu duyunca anında bir şimşek çaktı ve kablosuz iletişimdeki “Beşinci Nesil” cazgırlığıyla adamın beşinci nesil baklavacılığı ilişkilendi kafamda.
Mesele şu: TR gibi bir yerde beş nesil bir dükkanı, bir ustalığı ayakta tutmak önemli bir başarı. Fakat esas dikkatimi çeken adamın Türkçesi oldu. Nasıl çirkin nasıl kırsal bir Türkçe. Kaba saba bir kelime yığını gibi. Sesin güzel olmaz, anlarım. Yurtdışında uzun yıllar yaşamışsındır, Türkçenin bozulmasını da anlarım. Farklı bir kentin ürünüdür, yerel ağzı kullanırsın tercih edersin, bu bile anlaşılabilir. Gazianteplilermiş zaten, Gaziantep Güllüoğlu baklavası dersin ona da tamam.Ama hem Karaköy baklavası, baklavacısı diyeceksin, bunun
altını özellikle çizeceksin, yani markanda İstanbul’u kullanacaksın, hem de
böyle kaba saba bir Türkçe konuşacaksın. Olmaz. Adamı dinlerken Türkçenin canının acıtıldığını hissettim, Türkçeye üzüldüm resmen. Sen ne biçim İstanbullusun! Değilsen niye Karaköy'ün yani İstanbul'un adını kullanıyorsun, istismar ediyorsun markanda?
Konuşurken mangalda kül bırakmıyor, beş nesildir devam
ediyoruz, Osmanlıyız, İstanbul'dayız, Karaköy Güllüoğlu diye övünüyor,
Türkçesinin İstanbul Türkçesi'yle alakası yok. Beş nesildir İstanbul Türkçesi öğrenemediniz
mi? Hadi öğrenemediniz, çıkıp marifetmiş gibi bu kaba saba Türkçeyi sergilemekten
niye utanmıyorsun? Ben yabancı bir kelimeyi bile yanlış telaffuz ettiğimi
anladığımda utanç hissediyorum hala. Düzeltmeye çalışıyorum. Sen böyle Türkçe
konuşurken niye utanmıyorsun?
Karaköy Güllüoğlu diyorsun, beşinci nesil diyorsun, konuştuğun Türkçe bu! 150 yıldır sıradan, ortalama bir Türkçe öğrenemediniz mi?
Yemeye içmeye milletçe bayılıyoruz, ballandıra ballandıra
övünüyoruz. Baklava bizimdir bizim kalacak diyoruz ama Türkçe kimsenin umurunda
değil. Türkçeye yapılan eziyetleri kimse fark etmiyor bile. Umursamıyor. Niye
kimse bunu konuşmuyor, eleştirmiyor? Baklavadan önce Türkçeye sahip çıkılması
gerekmez mi? Zaten o bilinçte olduğunda iğneden ipliğe her şeyine sahip
çıkarsın. Diline sahip çıkan yemeğine, teknolojisine, toprağına, kentine, hukukuna, doğasına da
sahip çıkıyor zaten.
Bu arada ortalama bir Türkçeden, sıradan bir İstanbul
Türkçesinden bahsediyorum, özel bir ustalıktan değil. Çok mu istediğimiz? O bile yok!
Beşinci nesilmiş.
İşte bizim beşinci neslimiz.
Ham Türkçesiyle gurur duyar gibi konuşup duranların, düzeltmeyenlerin alkışlandığı bir ülkeyiz. İstanbul Türkçesini konuşmamayı marifet sanan şark kafası.
Beşinci neslinde bile anadilini iyi konuşamayanların, 5G
teknolojisini küfrettikleri halklardan ithal etmek zorunda olmaları
şaşırtıcı değil. Yerli milli diyorsanız önce doğru düzgün Türkçe konuşacaksınız. Hele de İstanbul'u kullanıyorsanız. Dilini bile kullanamayanlar mı teknoloji üretecek!
Harika bir usta olabilirsin, bilemem, konu bu değil, ama Türkçe bu olmamalıydı beşinci nesilde, İstanbul'da. Kusura bakma. Ya İstanbul'u markanda kullanma ya da İstanbul Türkçesi konuş. Olmuyorsa marka yüzü olma hatasına düşme bari. Diline asgari özeni, saygıyı göstermeli insan. Hele de insanlara hitap ediyorsanız. Topluluklara konuşuyorsanız. Hata yapılır, hepimiz yapıyoruz ama böyle çiğ bir Türkçe konuşulmaz. İster baklavacı ol ister ayakkabıcı ister mühendis ister doktor. Bu "şerbetsiz" Türkçeyi" dinlemek zorunda değiliz.
Osmanlı deyip duruyorsun, Vatan diyorsun bayrak diyorsun, hepsinin
temeli olan Türkçenin canına okuyorsun. Türkçeden daha yerli ve milli değerimiz mi var? Ayıp değil
mi? Kaç yaşında adamsın!
Güzel bir Türkçenin konuşulduğu yeni nesiller yetiştirdiğimizde teknolojinin çoğunu da dışarıdan almak zorunda kalmayacağımızı umarım hiç değilse 21. yüzyılda anlarız. Böyle yerli ve milli lafını ağzından düşürmeyip Türkçeyi bile doğru düzgün konuşamayanlara da tepki gösterelim. Hoş görmeyelim şunları artık, hor görelim!
Son söz
Lezzet, yemek önemli tabii ki, çok ilgim olmasa da o da bir kültürdür, bir ustalıktır, zanaattır, değerdir.
Ama dilin tadını kaçırdınız mı,
bende ağız tadı da kalmıyor.
22 Ekim 2025 Çarşamba
SİNEMA | "The Burrowers" Filmi | Western Korku
Ötekileştirmeden ırkçılığa, ekolojiden etolojiye, haneye tecavüzden yol ayrımlarına pek çok tema içeren bir Western korku filmi diyebilirim.
18 Ekim 2025 Cumartesi
Empatik Portakal
7 Ekim 2025 Salı
Öykülerim | "Sırılsıklam Yaşamak"
Hayvan perişan vaziyetteydi. Gözlerini bile açamadan öylece duruyordu. Niye kuru bir yere kaçmadığı adamın zihninde tam bir muamma haline gelmiş, içinde yükselen rahatsızlıktan yerinde zor duruyordu. Üstelik sanki göz ucuyla ona bakıyor gibiydi hayvan. Kendinden önce hareketlenen kıpır kıpır ayakları ve el parmaklarına daha fazla karşı koyamayıp kadının şaşkın bakışlarına ve itirazlarına aldırmadan bir şeyler mırıldanıp dışarı çıktı. Yağmur tüm şiddetiyle devam ediyordu. Köpeğin yanına yürüdü. Hayvan ürkek bir baş hareketiyle adama baktı. Karşıdaki lüks giyim mağazasının tentesi altına gelmesini sağlamaya çalıştı köpeğin ama hala kıpırdamadan duruyordu. Daha fazla dayanamayıp köpeği kucakladı ve tentenin altına götürdü. Biraz ileriden dönerli bir sandviç alıp geldi ama mağazanın sahibi seslenip köpeği oradan götürmesini söyledi. Gözleriyle yeni bir yer bulmaya çalışırken yandaki pastanenin kapısı ışıklar eşliğinde açıldı ve kızıl saçlı bir kadın çıkıp eliyle onları çağırdı. Belli ki olanları izlemişti pencereden. Köpeği onun çıktığı dükkanın önündeki kuru alana götürdüler. Kadın içeriye çağıran sert bir erkek sesine karşın elindeki iki temiz bezden birini adama uzatıp diğeriyle köpeği kuruladı. Hayvan biraz kendine gelir gibi oldu ve etleri ekmekten ayırıp yemeye başladı. Titremesi hala geçmemişti.
Derken yağmur aniden durdu. Sanki ıslanmamışlar da, başka bir dünyaya ışınlanmışlar gibi oldu. Harika bir olayın altını çizmeye çalışan bir Tanrı varmış gibi, güneş tüm gücüyle onların bulunduğu yeri aydınlatıp ısıtmaya başladı. Köpek iyice kendine gelmişti, yemeğini bitirip, ikiliye teşekkür eden gözlerle bakarak yanlarına oturdu, kıpır kıpır kuyruğuna bakılırsa keyfi yerinde gibiydi. Yağmurun durduğunu gören adamın sevgilisi kafenin kapısında belirdi ve seslenmeye başladı. Pastaneden bir erkek sesi de kadını içeri çağırıyordu. Yağmurun ve köpeğin adeta yanlış hayatlara ve kararlara bir parantez açıp bir araya getirdiği bu iki insan birbirlerine bakıp düşünceli ve kaçamak bir gülümsemeyi paylaştılar, kadın çekingen ve aceleci bir ifadeyle içeri girmesi gerektiğini söyledi. Erkek mecbur bir yüz ifadesiyle onu başıyla selamlayarak bezi uzattı, teşekkür etti. Kadın tam kapıdan girecekken kısık bir sesle ve adamın yüzüne bakamadan, pastanenin harika bitki çayları olduğunu söyledi. Adam çoktan kafeye doğru mecbur adım yürümeye başladığı için bu fısıltıdan çığlığı kaçırdı. Adamın yine kafeye doğru yürümesi en çok köpeği üzmüş gibiydi, o biraz önceki mutlu hali değişiverdi ve arkasından çağırır gibi bir inilti çıkardı. Kafenin önüne geldiğinde adamın giysilerinden damlayan suları gören sevgilisi kupkuru üstünü başını korumak için mesafesini koruyarak yine önden içeri girdi.
Eski yerlerine oturdular, eski konuşmalar tekrarlandılar. Sevgilisinin anlattıklarını duyuyor ama anlamlandırmaya üşeniyor ya da tiksiniyor gibiydi zihni. Artık her şey eskisinden daha çekilmez bir hal almıştı. Birkaç dakika geçmeden yağmur yine bastırdı. Sanki tabiatın bir şeylere itirazı vardı. Sanki yüzlerce yağmur damlası sesini duyuramayan bir şeyleri haykıran, bir şeylere çağıran ısrarcı bir koroya dönüşmüştü. Adam karşısındakinin sözlerini değil o koroyu büyülenmiş gibi dinlemeye başladı. O da ne? Köpek yine yağmurun altında oturmuş bekliyordu. Karşı sıradaki pastanenin ışığı fırtınada bir deniz feneri gibi köpeğin olduğu yere kadar aydınlatıyordu caddeyi. İçinde bir şeyler kabardıkça kabarıyordu adamın. Herkesi içeri girmeye zorlayan yağmur nedense onu dışarı çağırmaktan vazgeçmiyordu bir türlü. Köpek, pastane, yağmur, sokak ve kızıl saçlı kadın. Daha fazla dayanamayacaktı. Dişlerini sıkarak bir şeyler mırıldandı. Sevgilisinin önce şaşkınlık sonra öfke dolu bakışlarına aldırmadan masaya para koyup tek kelime etmeden ve arkasına bir kere bile bakmadan dışarı çıktı. Köpek adamı görünce çok sevinip ayaklandı, kuyruğunu sallamasıyla daha hızlı gelsene der gibiydi sanki. Baştan beri onu bekliyormuş, onun için gelmiş gibiydi hali. Biraz ıslanacaksın ama yaşam burada diyordu sanki gülen gözleri köpeğin.
Yağmur şiddetlenmiş, çeri çöpü önüne katmış sürüklüyordu. Atık sular biraz önce adamın çıktığı kafenin önündeki mazgallara doğru gürül gürül akmaktaydı. Tabiat, milyonlarca yıldır tohumları, larvaları, yumurtaları uyandıran sonsuz belleği ve bilgeliğiyle o eşsiz tabiat, tüm canlıları da cansızları da önüne katmış özüne, yaşama, gerçeğine çağırıyordu.
Adam köpeğin yanına vardığında tam ona doğru eğilecekken korkunç bir patlama yeri göğü inletti. BAAAMMMMMM...!!! Sanki hayat o güne kadar söylenmeyen her şeyi haykırmanın bir yolunu bulmuş gibi kulakları sağır eden bir gümbürtü duyuldu. Artık yağmur damlaları ile birlikte gökten ateş parçacıkları da yağmaya başlamış, caddenin çoğu bir enkaz yağmuruna ev sahipliği yapar hale gelmişti.
Adam köpeğe sarılmış halde, inanmaz bakışlarla olanlara bir anlam vermeye çabalayarak yerde yatıyordu. Biraz önce çıktığı üç katlı kafenin yerinde, hayaletler gibi oynaşıp duran devasa alevler ve duman vardı şimdi.
Kızılca kıyamet kopmuştu. Kafe harabeye dönmüş, yağmurun bile söndürmeye gücünün yetmediği koca bir kamp ateşine dönüşmüştü. İnsanlar çığlık çığlığa sokağı dolduruyor, siren sesleri her yandan yaklaşıyordu. Adamın gözleri telaşla karşıya baktığında pastanenin kapısı açılıverdi.
Kızıl saçlı kadın, sırtında bir spor çantayla dışarı çıktı, göz ucuyla bir an onlara baktı ve hızlı adımlarla karanlık arka sokaklara doğru uzaklaştı.
2 Ekim 2025 Perşembe
Yeni "Memleketim"
30 Eylül 2025 Salı
İhtişamla İtibar Olmaz
26 Eylül 2025 Cuma
Kaliopi ve "Crno i Belo" | Bir Makedon Şarkısı
24 Eylül 2025 Çarşamba
Gazze 2025: İslam İçin Sonun Başlangıcı
Gazze'de 2025'te olanları izliyorsunuz. Ayakta bina bırakılmadı. On binlerce ölü. Açlık ve gözyaşı. Zalimce bir saldırı. Bir yıkıntılar yığını. Taş üstünde taş bırakılmamış bir katliam alanı. Tabii bu yıkımın sadece binalar üzerindeki etkisi. En görünür hali. Silkelenip, sindirilip, silinip gönderilen bir halk var işin özünde. Hatalarından bağımsız olarak zulme uğrayan bir halk.
Siz bölgesel bir trajedi olarak bakabilirsiniz. Ama İslamiyet'in gözler önünde canlı yayınlar eşliğinde çöküşü bu aslında. Tam olarak öyle. Her zaman olduğu gibi yanlış okuyorsunuz olan biteni. Müslümanların asla saygı duymadıkları ama işlerine geldiği için dillerinden düşürmedikleri insan haklarına, demokrasiye ve hukuka Batı da uymadığında ne kadar aciz kaldıklarının net resmidir Gazze 2025. Bitik bir kültürün yitik insanlarının içler acısı manzarasıdır. Geleceğin fragmanıdır.
Kalleş İsrail! Kahrolası Yahudiler! diye sloganlar atmak en
kolayı TR'de. Müslümanların alıştırıldığı da bu. Ben farklı düşünüyorum, evet Yahudi hükümet suçlu, halk da bu suça
dolaylı yoldan ortak ama Esas suçlu Müslümanlar. Neden? Yüzyıllardır yaşama sırtını dönmüş bir topluluk
Müslümanlar. Yaşamı reddeden bir kültürün ayakta kalması mümkün mü? Bugün İsrail olur yarın başkası. Yaşamın daha fazla hakkını veren halklara karşı aciz kalması mukadder mevcut İslam kültürünün. Ne bilim ne sanat ne üretim ekonomisi ne
eğitim ne estetik ne mimari ne insan hakları ne adalet. Tam bir putperestlik halini yaşayıp yaşatıyorlar Müslümanlar. Kendi hayali dünyalarında yaşamı boşa harcıyorlar, aksi düşünenleri yaşatmamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu duruma
rağmen bir de üstüne kendilerini dünyanın gerçek sahibi, diğer tüm insanları
kafir yani düşman, temizlenmesi gereken zararlı ot olarak gören bir kültür mevcut İslamiyet'in
genelinde. Bugün İsrail’in yaptığını gücü olsa Allahu Ekber nidaları eşliğinde aynen yapmaktan çekinmez Müslüman kalabalıklar. Zamanında çok yaptılar hala da yapıyorlar fırsat olduğunda. Zaten İsrail’in şahin kanadında da benzer
bir dincilik hakim ama onlar derslerini almış, bu dünyada da yapmaları gerekenleri
öğrenmişler hiç değilse. Yoksa bir farkı yok dinciliğin Musevilik olsun, Hristiyanlık olsun, Müslümanlık olsun.
Eski çağların barbarizminden günümüze ulaşmış deli saçması bir kültürün adam
yerine konmadıkça öfke nöbetleri geçirmesinden başka bir şey değil pek çok dinci tepkisi. Evet, Müslüman
ülkelerin refleksleri de bu aslında çoğunlukla. Neyinize saygı duysunlar sizin! Bütün
kadınlar fahişe bütün Müslüman olmayan erkekler düşman. Saldırganlıktan ibaret
bir kültür. Biraz
güçlü olsalar yapmayacakları düşmanlık yok. Tarihleri ortada.
Bu delilikten kendini sıyırabilenler için bireysel bir
kurtuluş olabilir ama kitleler için böyle bir ihtimal yok çünkü çoklaştıkça
yobazlaşan bir kültür var karşımızda.
Efendim gerçek İslam bu değil palavralarını bir kenara bırakalım artık. Yüzyıllardır gösterseydiniz gerçeğini. Toplumda nasıl görüyorsam benim için odur. Baştan aşağı cehalet. İslam'ın savunulacak tarafı yok. Kendi kendini bitirmiş, geçmişten ibaret geleceksiz bir
kültür var karşımızda. Aksi doğruysa yüzyıllardır niye gerçekleşmedi? Etkisizleştikçe durmadan başkalarını suçlayıp mağdura
yatmaya çalışan ama kendileri yaşama sırtını dönmüş bir yığının sonu da işte
böyle yıkıntılar arasında oluyor. Sen sürekli yerinde sayar hatta geri gitmeye çalışırsan, ilerleyen birileri mutlaka seni oyun dışı bırakır eninde sonunda. Sana da mağduriyet nutukları atmak düşer bu acıklı tabloda.
Gazze'deki yıkıntılar İslam'ın yıkıntı halidir aslında.
Bu perişanlık İslam’ın perişanlığıdır, aldanma.
Tüm olan biten açık. Güçlü olan ayakta kalıyor
yaşamda. Ezeli kural bu. Ve Batı yaşamı daha iyi değerlendirdiği için, daha doğru dürüst okuduğu için gücü, iktidarı
elinde tutuyor. Canı istediğinde, çıkarı gerektirdiğinde haksızlık yapmaya çekinmiyor. Yüzyıllardır böyle. Güç kimdeyse kendi lehine kullanıyor. Ve güç ortaçağdaki barbar kalabalıklar değil artık. Bilim, teknoloji, sanat, güç bunlarla kazanılıyor kalabalıklarla değil. Doğunun saçma
sapan inançlarla, geleneklerle geri kalmakta diretmesi de onların işine geliyor. Hatta
aydınlanmadan yana olanlara karşı taraf oluyor Batı çıkarı gereği.
Müslüman halkların gidebileceği tek nokta Gazze 2025. Bugün
olmazsa 20 yıl sonra, 200 yıl sonra. İslam'ın götüreceği tek yer Gazze 2025. Nihai
durak Gazze 2025 Müslümanlar için. Batı'nın ya da başkalarının insafında ne kadar yaşarsanız ömrünüz
o kadar işte. İster kabul edin ister etmeyin. Tablo ortada yüzyıllardır. Batı'nın izin verdiği yere kadar,
işbirlikçiliğiniz kadar sağ kalsanız bile eninde sonunda Gazze 2025’i
yaşayacaksınız, yaşatacaklar.
Olacaklar belli. Ortak geleceğiniz Gazze. Seçim sizin.
Ya bu "deli gömleğinden" kurtulacaksınız, ya dünya sizden kurtulacak.
20 Eylül 2025 Cumartesi
Türkü sevmem...
18 Eylül 2025 Perşembe
Son Sözü Söyleme İnadı
8 Eylül 2025 Pazartesi
Ne Olanlar Ne Ölenler Umurlarında Değil..!
1 Eylül 2025 Pazartesi
Öykülerim | Kızıl Kiremitlerin Kıyısında
Uyandığında tir tir titriyordu. Pencereden sızan ışığa bakılırsa güneş doğmuştu ama sımsıkı kapalı perdeler, içeride sadece loş bir aydınlığa müsaade ediyordu. Önce yorganı üstüne çekip başını da içine sokarak ısınmaya çalıştı. Eylülün ilk haftaları yazdan kalma sıcacık bir havayla geçiyordu ama içindeki soğuk umursamıyordu bile. Kafasını tekrar dışarı çıkarıp, yüzünde şaşırmış bir ifadeyle etrafına baktı. Odada dayanılmaz bir soğuk dışında her şey normal gözüküyordu. Yaklaşık 6 aydır bu haldeydi, üşümekten başka bir his yoktu sanki hayatında. Yazın geçer belki demişti doktorlar ama ağustosun en sıcak günlerinde bile daha da kötüleşmişti içini kaplayan soğuk hissi. Kalktı, battaniyeyi sırtına alıp salona doğru yürüdü. Her şey akşam bıraktığı gibiydi. Perdeleri açıp yüzü güneye dönük, penceresinden sokağa baktı. Aşağıda insanlar toplanmıştı ve bir ambulansın ışıkları yanıp sönüyordu. Belki de insanlar yoktu, ambulanstan da emin olamadı, sonra ışıklar ve insanlar birbirine girdi. Sonra. Baş dönmesi. Soğuktan aklı ona oyunlar oynuyordu belki. Yutkundu, midesinin bulandığını hissetti. Perdeyi kapatıp açınca hepsi kayboldu, sakin bir sokak görüntüsü karşısındaydı şimdi. Kimsenin üşür gibi bir hali yoktu, şortla gezenler bile vardı. Sorunun kendisinde olduğunu hatırlattığı için hemen perdeyi bir kez daha kapatıp pencereden uzaklaştı. İnsan bir derdi başkalarının da paylaştığını gördüğünde yalnızlık hissinden kurtulur ve bencil bir sevinç duyar. Aksi halde iyice yıkılır, sorunun kişiselliği, harekete geçmesini gerektirir çünkü. Mutfağa gidip bir kahve yaptı. Hızlı hızlı içti. Sanki yapacak bir işi varmış gibi.
Aylar önce başlayan üşüme hissi bir daha ne yaparsa yapsın
geçmemişti. Gitmediği hastane denemediği tedavi kalmamıştı. Sıcacık havalarda
dahi montsuz paltosuz dışarı çıkamaz halde olmak ona korkunç bir sıkıntı veriyordu.
Doktorlar çaresizdi. Evi ne kadar ısıtırsa ısıtsın değişen bir şey olmuyordu. Artık
pes etmiş, yeni hayatına alışmaya çalışıyordu. Hiçbir şey eskisi gibi değildi.
İnsanların bakışlarından bunaldığı için sokağa çıkmak gelmiyordu içinden. Kat
kat giyimli halde aralarında dolaştığında onu işaret edip fısıldaşıyor, hatta
bazen laf atıyorlardı kahkahalar eşliğinde. Çaresiz evine kapandı. Aklında tek
bir soru vardı. Bir türlü cevaplandıramadığı tek bir soru. Soğuk, buz gibi bir soru. Neden üşüyordu?
Normalde hafıza sorunu yok gibiydi ama soğuktan öncesine
dair boşluklar vardı. Ne kadar uğraşsa, sorunun kaynağına dair bir şey
hatırlayamıyordu. Ailesi bu konuda bir şeyler anlatmaya çalışmış ama onlar daha
söze başlar başlamaz kulakları çınlamaya başlamış ve bayılmıştı. Bir daha da
konu açılmamıştı aralarında. İşitme duyusu da istemsiz olarak bu konuda
konuşulmasına izin vermiyordu anlaşılan. Anne ve babası ayda bir uğrar, erzak
falan getirirler, hem ona acıyan hem de sanki suçluluk duyan bakışlarla biraz
oturup giderlerdi. Sanki usta bir kurgucu hayatından belli bir kısmı pürüzsüz
bir şekilde kesip atmıştı. Ev hapsine dönmüş bir yaşam. Dışarıdan ihtiyacı olan
her şeyi sipariş verip kapıya getirtiyordu. Arkadaşı kalmamıştı, zaten çok
yoktu. Kitaplara, filmlere vermişti kendini.
Artık bu kabusu kabullenmişken, günler böyle geçip giderken, eylülün ikinci haftası gibi balkon kapısına vurulduğunu duydu. Salona gitti. Bir leylek duruyordu camın ardında. Gagasıyla kapıya vurur gibi tıklatıyordu camı. Bir misafirdi adeta. Adam ilk kez böyle bir durumla karşılaşıyordu. Tuhaf bir kıpırtı duydu içinde. Sanki kanatlanmış gibi hareketleri hızlandı. Hafta sonu bir kilo balık alıp buzdolabına koyduğunu hatırladı. Aslında deniz ürünlerini sevmezdi ve bunu neden yaptığına bir anlam verememişti. Büyülenmiş gibi dolaptan torbayı alıp ona doğru yürüdü ve balkon kapısını açtı. Balıkları bir kaba boşaltırken kuşun bacağında tuhaf bir kabartı fark etti. Dikkatle bakınca bir kağıt iliştirildiğini gördü. Kuş önce vazifesini tamamlamak istiyor ve onu bekliyor gibiydi. Bir postacı gibi. Balıklara bile hamle yapmamıştı. Genç adam çekinerek ama merakla kuşun bacağına sarılmış kağıdı çözmeye başladı, leylek bunu bekler gibi kıpırdamadan duruyordu, kağıdı alıp kapıyı kapatırken kuş balıkları yemeye başlamıştı bile. Sanki görevini tamamladığına kanaat getirmiş gibi. Soğukların başladığı sabahtan beri hiç bu kadar heyecanlandığını hissetmemişti genç adam. Birisi yaşadığını hatırlatmış gibiydi. Soğuk hissizlik duvarı yıkılmıştı nihayet. Rulo halindeki kağıdı açtı ve gözleri yazının üzerinde gezdikçe büyüdü.
Kısacık bir mesajdı. Okuduktan sonra masanın üzerine bıraktı. Önce kışlık şapkasını çıkardı ve atkısını çözdü. Sonra evde üzerinden eksik etmediği kürklü montunun fermuarını açtı, çıkarıp koltuğun üzerine koydu. Hava alabildiğine serindi o gece ama sıcak havalarda bile kat kat giyinen adam soyunmaya devam etti. Çırılçıplak kalana kadar büyük bir huzur içinde soyundu. Artık titremiyordu. Üşümüyordu. Soğuktan eser yoktu. Kapıyı açtı. 7 katlı apartmanın en üst katındaydı dairesi, çatıya giden yıkılacak gibi merdivenleri tırmandı. Rahat adımlarla kiremitlerin üzerinde yürüyerek en uçtaki bacanın yanına gitti. Her tarafta çok eskiden kalma söndürülmüş sigara izmaritleri vardı. Artık her şeyi hatırlıyordu. O buz gibi Mart gecesi birkaç dakika öncesi kadar, sevdiğinin kokusunu duyabileceği kadar yakındı ona.
Genç kız akşamları çatıya çıkıp baharda gelen leyleği
beslemeyi çok severdi. Sonra da sigarasını yakar, genç adama sarılıp önlerinde
uzanan şehri işaret ederek hayallerinden bahsederdi. Bir gün çatıda kanadı
incinmiş bir leylek buldular. Kız onu kendine benzetmiş, tedavi ettirmiş,
birkaç hafta baktıktan sonra serbest bırakmış, fakat uçurmadan önce leyleğin ayağına
bir kağıt bağlamıştı. Defalarca sorsa da ne yazdığını ona söylememişti kız. Hemen
ardından kar atıştıran o buz gibi gece. Son
akşamları. Aileleri bir türlü
birlikteliklerine izin vermeyince, ayrılmaktansa beraber intihar etmeye karar
verdikleri, kendilerini uçurum gibi bir ümitsizliğe bırakıverecekleri o uğursuz
gece. Toplumun yaşam şansı vermediği medeni azınlıktan iki gencin kara ve karlı
son gecesi. Tam el ele atlayacakken genç adam son anda ne olduysa vazgeçmiş, ama
sevgilisi kendini aşağıya bırakırken yaptığı hamle onu kurtarmaya yetmemişti.
Sonrası malum. Ayrılık ve ansızın beliren amansız bir soğuk ile kısmi hafıza ve
işitme kaybı.
Genç adam gözünden akan yaşlara karşın buruk bir mutluluk hissediyordu sanki. Sözünü geç de olsa tutmanın verdiği bir gönül rahatlığı belki. Ne çok sağlam ne de çok kaypak durmayan eğreti kızıl kiremitlerin yerini boşluğa bıraktığı son noktaya kadar yürüdü. Notta yazan kısacık cümleyi kısık sesle tekrarladı: “Madem aşağıya gelmedin, yukarıda bekleyeceğim”.
Kızcağız onları ayıranın, anlaşmayı bozanın, er ya da geç en
çok sevdiği insanın ta kendisi olacağını anlamıştı demek ki. Kim bilir, belki
de bu kararı almasına da, uğruna ailesini okulunu terk ettiği sevgilisine karşı
için için duyduğu bu büyük hayal kırıklığı sebep olmuştu. Çatının kıyısına doğru yaklaştıkça genç adamın içini sıcacık hisler kaplıyordu. Kalbi deli gibi
atıyor, içi ısındıkça ısınıyordu. Gözlerinden yaşlar süzülmüyor çağlıyordu
adeta. Kanı ihaneti ortaya çıkmış bir hain gibi, kaçacak bir yer arar gibi,
vücudunda dört dönüyordu. Evinde yaptığı gibi yüzünü güneye döndü ve kızıl kiremitlerin kıyısında, uçmaya
hazırlanan göçmen kuşlar gibi kollarını iki yana açtı. Aşağıya doğru kararlı
ama gergin bir adım attı. Boşluk için bu kadarı yeterliydi, ikinci adımı söke
söke kendisi aldı.
Gecenin içinde bir kanat sesi duyuldu. Sürüsünün gerisinde kalmış bir kuş, geç de olsa, görevini yerine getirmiş olmanın rahatlığıyla, karanlık şehrin üstünde, ait olduğunu hissettiği adresi bilinmez bir yerlere doğru kanat çırpıyordu, yaşam sevinciyle.
Yazan: L. Kızıltoprak


































