26 Ağustos 2025 Salı
Kürtle de Arapla da kardeş falan değilim
24 Ağustos 2025 Pazar
Halimiz patates, ahlakımız malı götürmek..!
![]() |
"The Potato Eaters" (De Aardappeleters) - Vincent van Gogh (1885) |
16 Ağustos 2025 Cumartesi
"Memento Mori" ve "Vanitas Vanitatum"
![]() |
Arnold Böcklin "Death Playing the Fiddle" |
2 Ağustos 2025 Cumartesi
Türkiye'nin Asil Azınlığı: Mehveş Dolay
![]() |
"La Strada Entra Nella Casa" (The Street Enters the House) Umberto Boccioni |
Niye hala buradayım ben?
Çok sevdiğim bir şarkı geliyor aklıma.
"Kaçsam bırakıp"
Türkçe'ye yakın olmak istememin de bir payı olmalı mutlaka, mecburiyetler yanında.
***
Mehveş Dolay.
İzmirli bir öğretmen. Müzik öğretmeni. Aynı zamanda bestekar.
En sevdiğim Türk şarkılarından biri ona ait.
"Kaçsam bırakıp, yollara gitsem"
Hakkında fazla bilgi bulmak da mümkün değil.
Yeğeni Ekin Duru'nun 2022'de yazdığına göre 1899 doğumlu. Kendi sözleriyle aktarıyorum teyzesiyle ilgili verdiği bilgilerden bir kısmını, aşağıda kaynağı vererek:
Yeğeninin cümleleriyle bu harika şarkının bestecisi güftecisi kadın.
Mehveş Dolay.
Açık açık yazıp konuşunca tepki çekiyorsun:
"Asil Azınlık dediğin kimler? Amacın nedir, söyle!"
"Ermeni misin? Yahudi misin? Rus musun? Gavurdan dönme..!"
Oysa Türkiye'nin asil azınlığı tam da budur işte.
Köylüsü, kentlisi, akademisyeni, zengini, devletlisi, dinlisi, dinsizi değil.
Bahsettiğim insanların alışılan kıstaslarla tanınmaları mümkün değil.
Mehveş Dolay.
Dağ bayır köy okullarını gezen bir öğretmen.
Bir yandan da harika bestelere imza atıyor.
Yetmiyor, sokak hayvanlarına adıyor ömrünü.
İşte "asil azınlık" budur Türkiye'de.
Bize en çok lazım olan ama soyunu tüketmek için yapmadığımız kalmayan insanlar.
Her türlü eziyetin reva görüldüğü gerçek değerlerimiz.
Türk kültürünün ulu çınarları.
Dünya kültür mirasına katkı yapabilecek yetenekli, vicdanlı kıymetlerimiz.
Kovaladığınız, yaftaladığınız, yağmaladığınız insanlarımız.
Kadın, erkek, genç, yaşlı, zengin, fakir...
Din, ırk, siyaset ya da şehir
geçiniz bu kıytırık kriterleri.
Asil azınlık Mehveş Dolay gibi insanlardır.
Cumhuriyetin, Atatürk cumhuriyetinin temel direkleridir bu insanlar.
Ne CHP, ne devlet, ne halk, ne hükümet, ne asker, ne polis, ne akademi.
1923 Türk devriminin sadık evlatları bu insanlardır.
Tek bir şarkı
ama etrafta duyduğumuz gürültülerin hepsine bedel.
Tek bir insan
ama gürültücü kalabalığın binlercesine bedel!
Mehveş Dolay.
Türkiye'nin asil azınlığı.
Onca gürültüyü kafamdan söküp atan yine bir Türk şarkısı.
Sizi bilmem ama ben bu şarkıyı dinlerken bir sevgiliyi değil, daha farklı şeyleri düşünüyorum.
Kızıltoprağı mesela. Kalamış'ı. Kadıköy'ü. İstanbul'u. Cumhuriyeti. Kayıplarımı. Belki de kayıplarımızı.
Sahibinin mezarında bekleyen bir köpeğe benzetiyorum bazen kendimi.
"Kaçsam bırakıp..."
Genç olsam bırakırdım
bıraktım da
ama belli bir yaştan sonra
aynı değil her şey
Bazen düşünürüm
Bir noktadan sonra
İhtiyacın olan yerde olmak mı?
yoksa
İhtiyacı olan yerde kalmak mı?
işte bütün mesele
belki de...
***
Kaynaklar:
https://fethiyedays.com/bilinmeyen-bir-besteci-mehves-dolay/
30 Temmuz 2025 Çarşamba
"Küçük Ev" Dizisi: Caroline Ingalls ve İdeal Kadın
19yy'da Amerikan kırsalında yaşayan üç kız çocuğa sahip bir ailenin hayatı, kasaba sakinleriyle iletişimi ve yaşadıkları zorluklar ve sorunlar anlatılırdı. Aile dizisi denilebilir. Michael Landon baba rolünde hem senaristliği, yönetmenliği, yapımcılığıyla, hem de oynadığı karakterle harikalar yaratırken, anne rolündeki Karen Grassle’ın oynadığı Caroline Ingalls’a daha farklı bir hayranlığım vardı. Çok güzel bir kadın olduğuna şüphe yoktu ama benim hayranlığım başka özelliklerine yönelikti. Mesela güler yüzlü çok kadın gördüm ama bazılarınınki başka oluyor, daha içten daha doğal, en ufak bir terslikte kaybolmayan, makyaj gibi akıp gitmeyen, dayanıklı, kalıcı, katkısız, daha içten bir güler yüz.
Caroline Ingalls’ı tarif ederken “duruluk” mutlaka ihtiyaç duyacağınız bir başka kelime. Güzelliğinden nezaketine, güler yüzünden giyimine, tavırlarına, yürüyüşüne bu kadar duru bir kadına rastlamak o kadar zordur ki. Hele günümüzde, hele TR’de.
Üstelik baştan aşağı asaletti kadın. Ama saraylarda oradan oraya dolaşıp duran, ünvanlarla ya da ihtişamla ayakta durabilen kurumlu ve kupkuru bir asalet değildi onunki. Tertemiz ve tabii bir asaleti vardı kadının her halinin. Yemek yaparken de örgüsünü örerken de hissettirirdi ekranın ötesine. Üstelik yaşadıkları o küçücük kütük evin içinde hiçbir çaba sarf etmeden bile asaletini görmemek imkansızdı. Sentetik değil genetik bir asaletti onunkisi. Her şeyden bağımsız olarak insanın kalitesi aidiyetlerinden değil asaletinden geliyor ki onun da çoğu genetik, bazı şeyler sonradan olmuyor, olamıyor. Satın alınamıyor.
Tırnak içinde “Klasik bir kadının” zirvesi olarak da bakılabilir Caroline Ingalls’a çünkü bakış açıları genelde topluma çok aykırı olmayan klasik, dindar, yer yer muhafazakar ama adaletli, anaç bir duruşa sahipti. Ara sıra sinirlendirdiklerinde bile zarafetini kaybetmez, ama çocuksu bir öfkeyle kızgınlığını kibar kibar belli etmekten de geri durmazdı.
Gençken seksi kadınlara daha çok ilgi gösteriyor insan. Kabul edelim. Göğüsler, kalçalar, bacaklar uçuşuyor gözlerde ama dediğim gibi Caroline Ingalls cinselliğin ötesinde gezinen bir kadın oldu hep benim zihnimde.
Bir anne, bir eş, hatta bir arkadaş. Yaşamınızda her halinin olmasını isteyeceğiniz bir kadın modeliydi Caroline Ingalls. Tanrıça statüsündeydi benim için.
Sıcacık bir gülümseme, tepeden tırnağa anlayış, sarsılmaz bir sadakat, sevecen bir ses, çalışkanlık, gülen gözler, güvenli bir liman, aile, bulunmaz bir anne ve eş modeli, dupduru bir güzellik ve bir kadına en çok yakışan şefkatle dolup taşan bir karakter, kelimenin tam anlamıyla bir hanımefendi. Biraz masalsı bir duruşu da var, ya da bana öyle geldi hep, kabul ediyorum, ama insanın hoşuna gidiyor. Üzerimdeki etkisi hiç kaybolmadı.
Kadın, bir erkek için mucizevi bir varlık.
Yığınla kalitesiz kadını, hatta karı diyelim bunlara, bu
karıları bir kenara süpürürsek, biraz önce bahsettiklerim bağlamında kaliteli
bir kadın insanı farklı bir seviyeye çıkartabiliyor. Başka hiçbir şekilde
tadamayacağınız hisleri tattırabiliyor, ulaşamayacağınız yerlere
ulaştırabiliyor, yükseltiyor. Ama bir yandan da korkunç bir ömür törpüsü çünkü
en ufak bir incinmeden bile esirgemek için kendini yiyip bitiriyor insan ve bu
da kendi hedeflerinden kendi seçimlerinden kendi hayatından yolundan uzaklaştırabiliyor
seni. Yürürken adım attığı yolu bile bir şeye takılmasın diye kontrol ederken
bulabiliyorsun kendini. Çok sevilen her şey için geçerli aslında bu durum.
Delirtici hale geliyor bazen, en azından benim gibiler için. Belki de ben duygu
ve düşünce hayatımda aşırılarda gezdiğim için böyle hissediyorum çünkü genelde
insanlar halinden memnun gibi. Bu açıdan bakıldığında sevdiğin bir kadınla
hayatını birleştirmenin ideallerine zararı mı faydası mı daha fazla olur sorusu
akla geliyor? Sabit bir cevabı olamayacak sorulardan. İnsanına, ilişkisine,
şartlarına göre değişir sanırım. Ama kendinizi de çevrenizi de çok daha iyi
tanımanızı sağladığı kesin. Yani yaşanması gereken tecrübelerden biri olduğu
ortada.
Nereden aklıma geldi Caroline Ingalls hakkında konuşmak, aslında durup dururken bir şeylerin aklıma gelmesi yeterli bir sebep ama başka bir nedeni daha var. Küçük Ev dizisinde oynayanların yazdığı hatıratlar vardır, Melissa Gilbert, Melissa Anderson, okul öğretmenini oynayan Charlotte Stewart hatta kötü yürekli kız Alison Arngrim’in hatıralarına, 2021 yılında Karen Grassle’ın yazdığı Bright Lights, Prairie Dust kitabı da katılmış. Yeni haberim olup da okumaya başlayınca, zihnimde yaşattığım büyüttüğüm Caroline Ingalls karakteriyle ilgili birkaç kelime etmek geldi içimden.
Bunca yıl sonra bile, "böyle insanlar da var" diyerek koştuğum bir sığınak Caroline Ingalls. Modern çağlar ne getirirse getirsin, yerel ya da küresel yozluklar hayatı ne kadar kirletirse kirletsin, ömrümün sonuna kadar saygı ve sevgiyle hatırlayacağım Caroline Ingalls, zihnime kazınmış ilk ideal kadın profili olabilir belki de.
Karen Grassle’ın “Bright Lights Prairie Dust” kitabını, tırnak içinde o “Küçük Ev”de, ocağın başında, anlattıklarını dinleyen bir çocuk gibi okuyacağımı hissediyorum diyerek denemeler serisinde hayal dünyamın ulu çınarlarından, Tanrıçalarından birine yer verdiğim bu yazıya da son noktayı koyalım.
26 Temmuz 2025 Cumartesi
Yapay Zeka'dan Değil, Yapay Beka'dan Korkun..!
25 Temmuz 2025 Cuma
Alman Kadın Milli Futbol Takımı (3)
Final maçında İngiltere İspanya oynayacak. Ben İngiltere'den yanayım. Zenciler, Latinler falan bana aşırı hırslı ve kavgacı geliyor. Geçen turnuvanın şampiyonu İngiliz takımı zaten.
22 Temmuz 2025 Salı
Z Kuşağı: Gümbür Gümbür Mü Geliyorlar?
Bir kere bu Z kuşağının inanılmaz olduğu, gümbür gümbür geldiği falan, saçma sapan bir yanılsama. Belki de insanların tutunacak dal ihtiyacına cevap veren bir efsane. Bence yok öyle bir şey. En ufak bir belirti yok. Zaten öyle olmasını gerektirecek bir altyapıya da sahip değil gençlerimiz. Ne eğitim ne öğretim ne ekonomi ne de yaşam kültürü açısından. Yeni neslin bilgi ya da davranış olarak “sıçrama” şeklinde nitelenebilecek bir üstünlüğü yok. Tam tersine dünyanın bizden çok daha ileri ülkelerinde gerileme olup olmadığı tartışılıyor. Kitap okuma oranlarının odaklanma süresinin düştüğü ve bunun beklenmedik negatif yansımaları olabileceği konuşuluyor. Peki bizde bu söylemler nerden çıkıyor? Kime hizmet ediyor? Gayet basit, daha önce açıkladığım “kutsalcılık” ilkelliğinin bir yansıması, binlerce aldatmacasından bir başkası. Artık kültürel yani kitlesel hale gelmiş doğru ya da yanlış bir şeyleri kutsama deliliğinin son gözdesi.
Yığınla genç görüyoruz günlük hayatta. Hiç öyle nezakette, bilgide, bilinçte çağ atlamış bir halleri var mı yahu? Hatta 4-5 sene önce bir sene üniversitedeydim, ne yaparlar ne ederler epey bir fikir sahibiyim.
Bire bir yaşadım, ve nispeten seçkin sayılabilecek gençler arasında bir sene yaptığım gözlemlerin sonucu bu. Ha çok değerli gençler yok mu, tabii ki var. Ama onlar her nesilde var zaten. Biraz daha az olur çok olur ama hep var onlar. Dolayısıyla genele baktığında öyle bir önceki nesilden çok ilerde bambaşka bir nesil falan yok, keşke olsaydı, ama yok. Uydurmayın. Toplumsal evrimin tüm negatif ve pozitif yönlerini taşıyan, ileri ve geri tarafları tartışmaya açık bir yeni nesil bunlar da bizim gibi.
Zaten pek çok şeyi değiştirecek, düzeltecek bir nesil yetişmesi için değil yetişmemesi için gereken her şey yapıldı özellikle 2000’li yılların başında TR’de. Bu okullarla bu toplumla bu devletle bu öğretmenlerle kendi kendine müthiş bir nesil yakalamamız mümkün değil ki? Mantığa aykırı. Hem Müslümanız diyorsunuz hem de bakire kadından çocuk çıkmasına benzer beklentiler içine giriyorsunuz. Akla aykırı bir kere. Nasıl böyle bir yalana inanabilirsiniz? Hem okul hem de öğretmen kalitesi çok düşük TR’de. Yüzünüze söylüyorum işte, yerlerde sürünüyor. İlk-orta-lise-üniversite hiç fark etmez, istisnalar haricinde eğitimi geçtim, öğretim falan değil bu okullardaki, ortalıkta dolaşmasınlar diye binalara doldurmak hatta kapatmak bugünkü eğitim öğretim sisteminin yaptığı.
Sen sorunlarını çözecek bir nesil istiyorsan bunu yetiştirmek için gereken en azından maddi ortamı hazırlayacaksın. Bir şeyleri kökünden geliştirmiş, iyileştirmiş olacaksın. Ondan sonra yepyeni bir gençlik, nesil bekleyebilirsin ancak. 1923 devriminin ardından eldeki imkanlarla buna çalışıldı mesela. Ama TR’de Atatürk'ten sonra böyle kapsamlı bir atılım olmadı ki. Milli eğitimin, gençlik ve spor bakanlıklarının bütçedeki payına bakın mesela, anlarsınız buz gibi gerçeği.
Peki bu Z kuşağı gümbür gümbür geliyor söylemini nasıl gerekçelendiriyorlar? İşte cep telefonu kullanıyorlar, internet dünyasına doğdular, başka da bir temeli yok bu söylemin. Bu ikisi sadece. Ve ne cep telefonları ne de internet bizim geliştirdiğimiz onlara sunduğumuz olanaklar değil zaten. Ve alasını tüm dünyadaki gençler kullanıyor. Hatta onlardan önceki nesillerin yetişmiş olanları da kullanıyor . Bir fark yaratamayız ki bunlarla.
Gerçekten komik, hiçbir teknolojinin üreticisi olmayan, tüketimde bile bir kalite yakalayamamış ülkelerin, gençlerine cep telefonuyla geziyorlar diye süper kahraman muamelesi yapması. Ortada fol yok yumurta yokken. Saçmalık.
Bu tarz övgülerin bir söylemin parçası olduğu hatta bir slogan olarak kullanıldığını görmek için çok zeki olmaya da gerek yok. Ezbere konuşan bir toplumun ağızdan ağıza aktardığı kirli sakızlardan biri bu da. Her yeniliğin, yeni denilenin hayırlı olmayacağını anlayamamış zavallılar hala, yaşanan bunca kabustan sonra bile.
Ne eğitime ne spora ne doğaya ne teknolojiye ciddi bir yatırım yapmadan, bilinçlenme sağlamadan, yeni iş imkanları eğitim fırsatları yaratmadan yeni nesille övünüp durmak nasıl bir kandırmacadır.
E böyle bir kutsanma bombardımanı altındaki yeni nesil de kendini pek bir özel zannediyor doğal olarak. Ben neymişim yahu, zaten bütün sıkıntıların sebebi bu orta-ileri yaş grubu demeye başlıyor. Suçlamalar havada uçuşuyor. İşler iyice rayından çıkıyor, hatta yeni bir anlamsız ayrışma yaşanıyor. Bir kez daha eskisinden çok da farkları olmadığını gösteriyor aslında Z kuşağı, Onlar da işin kolayına kaçıyorlar ve kirli akışta, aptalca alkışlarla sürüklenerek kendilerini ülkelerindeki yaşlılarla kıyaslayıp çok başka oldukları yanılsamasına vehmine kapılıyorlar, hemen inanıyorlar işlerine geldiği için. Bir kere gençlik sağlıklı olsa kendisini bir önceki nesille ya da Anadolu'nun çağdışı insanlarıyla değil, çağdaşı olduğu diğer ülkelerdeki gençlerle kıyaslar. Değil mi? Aklı başında bir gençliğin yapacağı budur, senin yarışacağın esas grup onlardır çünkü. Çin’deki, Macaristan’daki, Fransa’daki, Güney Kore’deki gençlerle kıyaslasana sen kendini, ne işin var uygarlıktan nasibini almamış trogloditlerle de kendini onlarla kıyaslayıp rahatlıyorsun..!
Her şeyimiz gibi gençlerimizin çoğu da asgari donanıma sahip değil, kaliteli dünyayla rekabet edemeyecek durumdalar. İnternet sayesinde diğer ülkelerle beraber biraz dışarıya açıldılarsa, bu TR’nin eğitim sistemiyle, siyasetiyle değil, küfür edip durduğunuz Batılıların icadı internet ve bilgisayarlar sayesinde oldu. Ve maalesef bir yandan palavradan Z kuşağı övgüleri yaparken, bir yandan da çocukların tırnak içinde bu “teknolojik nimetlere” ulaşımını bile zorlaştırdıkça zorlaştırdınız. Yani desteği bırak köstek oldunuz. Haraç boyutunda vergilerle yaptınız bunu, internetin bile en kalitesiz ve en pahalı olduğu ülkelerden biri TR. Daha bunu bile halledememişken nasıl oluyor da gençlikten yanaymış gibi gözükebiliyorsunuz, bu palavraları sıkabiliyorsunuz!
Aslında başka bir yazıda ya da programda internet ve cep telefonlarıyla büyüyen neslin avantajlarını ve dezavantajlarını konuşmak istiyorum, o daha enteresan daha evrensel bir konu olacak ama önce şu TR’deki garabete kısaca değinmeden olmazdı.
Son sözü başta söylemiştim. Boşuna kendinizi kandırmayın. Anasının babasının sadece bir üst modeli bir gençliğimiz var ve ilkel toplumlarda gençlik, gümbür gümbür değil paldır küldür gelir. Gerisi, içi boş bir tıngırtıdan, bir slogandan, hatta yalandan başka bir şey değildir.
Ektiğinizi biçeceksiniz. Denklem bu kadar basit. Ne verdik ki ne bekliyoruz sorgulamasını yapmadan böyle atıp tutarak olmuyor. Yine başkalarına şükredin ki onların ektiği sayesinde siz de biraz daha kaliteli ürün alabiliyorsunuz.
Sağlıklı bir toplum, bir yerlere hoş gözükeceğim diye “nesil Nazizmi” yapmaz, yaşı ne olursa olsun kaliteli insanlarını öne çıkartır, örnek gösterir. Toptancılıktan alabildiğine uzak durur. Ben insanların ayrıştırılmasından yanayım aslında, ama ırka, yaşa, dine, cinsiyete göre değil insani kalitelere göre ayrıştırılmalı toplum. Nezakete, çalışkanlığa, dürüstlüğe, işini iyi yapmaya, birikime göre, değil mi. Bunu ne kadar başarılı yaparsak o kadar başarılı bir ekonomiye, eğitime, idareye sahip oluruz, en önemlisi de o kadar mutlu oluruz.
Aksi takdirde, zaten A’dan Z’ye her şeyi yanlış bir ortamda, toplumda, A nesli olsan ne olur Z nesli olsan ne olur be çocuğum…
21 Temmuz 2025 Pazartesi
Avrupa Kadınlar Futbol Şampiyonası 2025 (2)
6 Temmuz 2025 Pazar
Alman Kadın Milli Futbol Takımı
Avrupa Kadınlar Futbol Şampiyonası başlamış. İsviçre’de.
Almanya-Polonya maçına denk gelince sardı, bırakamadım.
Çocukluğumdan beri Alman milli futbol takımını tutarım.
Neden bilmiyorum. Herkes nefret eder, belki Nazi geçmişinden dolayı. Umursamam.
Hala futbolda onlarlayım.
Almanlar çok iyi oynuyor. Çalışıldığı çok belli. Bir yandan maçı
seyrediyorum bir yandan düşünüyorum. Sistem var. Hem sahada hem saha dışında. Sıkı bir talim yaptıkları o
kadar belli ki. Yılların süzgecinden geçtikleri. Polonya birkaç kere fırsat yakaladı ama Almanya’nın 20 tane
fırsatı var. En azından 5 tane atabilirlerdi rahat, 2 0 kazandılar sadece.
Maçın büyük kısmı Polonya yarı sahasında geçti zaten. Sistem. Eğitim.
Formalara bile bakıyorsun. Estetik var Alman’da. Kısalığı uzunluğu
darlığı rengi deseni o kadar iyi ayarlanmış ki. Sistem. Estetik. Eğitim. Alman,
formasını bile ince eleyip sık dokumuş. Erkek milli takımının formaları da
meşhurdur zaten. Ben çocukken bile çok sevilirdi eşofmanları bile. Düşünün
formaya bu özeni gösteren antremanlara taktiklere nasıl bir özen gösteriyordur.
Klara Bühl diye bir oyuncu var, ya sol kanadı koridor yaptı, fırtına gibi esti, durduramıyorlar, her yerden ortaları indirip durdu. Eskinin Haessler, Littbarski gibi Alman oyuncularını hatırlattı. Nasıl bulup çıkartıyorlar bu yetenekleri. Önemli olan orası işte. Alman kültürü bu. Seçiyor, yetiştiriyor, yerleştiriyor. Hem de bir devamlılık içinde. Karşılığını da alıyorlar. Her alanda.
Jule Brand vardı mesela hem ilk golü attı hem ikincinin pasını verdi. Şahane. Nasıl yakışıyorlar. Nasıl çalışıyorlar. Uyumlu bir insan grubunun estetiğini seyrediyorsun biraz da aslında.
Kaleci Berger’den sol bek Linder’a, Lea Schüller’den forvet
di mi Giulia Gwinn’e seyretmek lazım. Alman kadın futbol takımı. Eğitim, emek
ve estetik.
Maçtan sonra düşünürken merak ettim. Baktım kadın futbolunda
durum nedir diye. Zaten çok başarılıymış Almanya. 13 kere düzenlenen Avrupa
şampiyonasının 8’ini kazanmışlar. Müthiş bir başarı. Müthiş. İki tane de dünya
kupaları var. Bakın 13te 8 sürekliliğe bakar mısınız. Alman kültürü.
Alman dedin mi hemen Nazi onlar diyen yığınların yaşadığı
bir ülke.
Türkiye.
Fransız desen monşer, Rus desen komünist, Amerikan desen
emperyalist, Alman desen Nazi. Kimseyi beğenmez. Sen kimsin be!
Kafalardaki kategoriler.
Kafasız düşmanlıklar.
Baktım bunların ülkesinin kadın futbol takımı ne halde diye.
1995'te kurulmuş.
Ne Avrupa şampiyonasına, ne yaz olimpiyatlarına, ne dünya
kupasına bir kez bile gidememiş. Ya katılmamış ya ön elemelerde başarısız
olmuş. Bunca yıldır kupayı falan bırak, katılım hakkı kazanamayan bir takım. Türkiye. 1995-2025, 30 yılda bir kere turnuvaya katılım hakkı kazanamamış.
Tam bir sıfır çekme hali.
Hem de 30 senedir.
Sıfıra sıfır elde var sıfır.
Bu kadar futbol federasyonu geldi, niye hesabı sorulmadı.
Sabahtan akşama kadar Avrupa’da esamesi okunmayan takımlarımızı konuşacağınıza bunu da konuşsaydınız ya.
Yerli ve milli değil miydiniz?
Milli takımın kadını erkeği olur mu?
Kim kimi transfer etti uyduracağınıza bu konu niye
tartışılmıyor?
Bunca yıl geçmiş, kupayı bırak katılımımız olmamış. Utanç
verici bir durum ya.
Ondan sonra Almanlar Nazi. Müslümanlar gazi.
Bazen bir hata yaparsın ya da başına bir bela gelir, iki
paralık insanlar seni ondan ibaret sayar. İşlerine gelir. Almanya’ya karşı
tavrın böyle bir niteliği olduğunu düşünüyorum artık. Dünyada da böyle bir
eğilim var. Her şeyimize yansımış örtünme kültürümüzün bir örneği daha.
Yeryüzüne hiçbir katkısı olmayan zavallılar Alman lafı
geçince sırıta sırıta Nazi, Hitler kelimeleriyle saldırıyor. Ondan sonra Alman
arabası alabilmek için yapmadıkları namussuzluk kalmıyor. Gelenek dedikleri bu.
Bir futbol maçı seyredeyim dedim bak yine nerelere geldik. Geleceğiz çünkü artık yobazlıktan geçilmeyen bir barbarizm nefes aldırmıyor.
Yine de
Ne İslamcı faşistlerin hainlikleri. Ne aklı bir karış havada
bir "kara kalabalığı".
Canım maç seyretmek istiyor bu aralar.
Belki 15 belki 20 sene sonra futbol maçı seyredeceğim. Spor ve estetik. Sistem ve insan. Kadın ve yaşam.
Bir dahaki maçımız 8 temmuzda
Danimarka’yla, İsveç'e 1-0 yenilmişti, alırsak gruptan çıkış garanti. Son maç
en zoru, İsveç olacak.
TR’de voleybolcu kızlarımızdan sonra seyretmeye değer bir şey göremedim.
Bu aralar Alman kadın futbol takımını seyretmeye karar verdim.
“Dschland, Dschland”
“So sehen Sieger aus, shalalalala…“
3 Temmuz 2025 Perşembe
Belgeselsiz Toplum: Kara Kalabalığı
“Ocean with David Attenborough” belgeselinden bahsederken başka yazılara konu etmek istediğim birkaç konu çıktı. 2025 tarihli Ocean belgeselinin pek çok ülkede sinemalarda da gösterime girdiğini söylemiştim. Ama bu ülkeler arasında Türkiye yok. Öyle bir ilgi yok burada. Burası öyle bir yer değil. Belgesellerle alakası yok Türkiye'nin, bir avuç insan dışında. Yok dediğim binde bir bile değil. Yahu belgeselleri konuşan insan yok medyamızda. On binlerce insan çalışıyor gazetesinde radyosunda televizyonlarında. Yok, bir tane yok. Cumhuriyetin yüzüncü yılı geçti, bir tane uluslararası standartlarda akılda kalır bir belgesel seyrettik mi? Spot filmlerle geçiştirdiler yine. Yıl 2025 be. Değişiklik olsun entelektüel gözükelim diye arada sos niyetine kullanıyorlar belgeselleri. Hem insanlar hem kurumlar. En fazla bu kadar. Herkes hangi siyasetçinin kime ne cevap verdiğinin peşinde. Akşam ne yiyeceğini düşünüp duruyor bıkıp usanmadan. Hayatları bu kadar bunların, sıkışıp kalmış temel içgüdülerine. Aslında bunların sinema kültürü bile yok. Bakmayın laf kalabalığı yaptıklarına. Her şeyleri kalabalıktan ibaret. O kadar belli ki. Gencinde de yok yaşlısında da. Binde bir. Daha sinema kültürü olmayan ülkede belgesel kültürü olur mu be?
Okyanus belgeseli dedik değil mi….Okyanuslar, denizlerimiz.
Mavi gezegenimiz. Bugünkü rezilliğimiz pek çok ilkelliğe bağlanabilir,
bunlardan biri de denizci bir millet olamayışımızdır bana göre. Deniz
temizler çünkü, acımasızdır, yalana dolana yüz vermez. Rüzgarı, dalgayı
ayarlayamadın mı yapıştırır tokadı, alabora ediverir seni. Denize karşı paran pulun geçmez. Yalandan
değil, gerçekten aynı gemidedir herkes. Sarmasarık bir cehaletle yolunu bulamazsın. Cahilliğini yıkar, yalanlarında boğar.
Aksidir ama dürüsttür deniz, aklını
bulandırmaz, kullandırır, hayatını kurbanlaştırmaz, kurtarır. İktidar ustalıktadır, uşaklıkta değil.
Karacı halklar en bağnaz milletleridir yeryüzünün. Baş
belasıdırlar. Türkiye de bu karacılığın, bu karanlığın esiri olmuş bir kara kalabalığının
en net örneklerinden biridir. Ne değer bilir ne denge. Başıboş bir kara kalabalığı. Etrafına sallamak ve saldırmaktır tek yaptığı.
Bakın gelmiş geçmiş imparatorluklara. Özellikle medeniyetiyle
öne çıkan devletlere bakın. Denizci milletlerdir. Batı Avrupa’dan Japonya’ya, İskandinavya’dan
Rusya’ya. Greklerden Roma’ya. Denizcidir bu milletler. Tesadüf müdür günümüzün medeniyet
bayraktarlarının, teknoloji liderlerinin denizci milletler oluşu? Denizin
terbiyesinden geçmiş insanın milletin hali başkadır. Hele okyanusla terbiye
edilmiş milletler bambaşkadır.
Türkiye denizci olmayı bırakın denizlerini tüketmiş bir
millete sahip. Kusmuğunda boğulan Marmara ve canına okunmuş denizlerimiz. Bildiğin
içine sıçtık hepsinin. Doğayı, evreni okumak yerine küçücük dünyalarımıza
sıkışmış, çekirdek çitleyerek çevremizin canına okumayı seçmiş bir milletiz biz.
Bakın haberlere nasıl yakılıp yıkılıyor ormanlar, nasıl pisletilip kurutuluyor nehirler, göller. Uluslararası
maden şirketlerine peşkeş çekiyoruz vatan dediğimiz toprakları. Vatan sevgisi
olan bunu yapar mı? Bunu yapanı alkışlar mı? Oy verir mi? Vatanı falan yok bu
kalabalığın, günlük çıkarları var sadece, geçelim bu geyikleri. Yetti.
Müstehak olduğu yerdedir bu millet.
Siz bakmayın bu aziz millet bunları hak etmiyor diye halka
yaranmaya çalışanlara.
Bu kara kalabalığının hak ettiğinden iyi bir yerde olduğu
bile söylenebilir.
Onun da sebebi
1 Temmuz 2025 Salı
Belgesel: Ocean with David Attenborough (2025)
Geçen gece seyrettiğim bir belgesel. 2025 tarihli. 8 mayısta sinemalarda gösterime girmiş. 8 hazirandan sonra NG ve Disney platformlarında seyredilebiliyor.
Sunucu her belgeselseverin tanıdığı David Attenborough.
Defalarca bahsettim.
Sinemalarda gösterime girdiği 8 mayıs aynı zamanda Attenborough’nun
doğum günü. Tam 99 yaşına girdi 2025’te. Platformlarda yayına girdiği 8 haziran
da anlamlı bir gün, Dünya Okyanuslar Gününe (World Oceans Day) denk getirilmiş.
Süresi 1 saat 24 dakika.
Bu belgeselin özellikle BBC yapımlarından farkı doğayı
tanıtma değil doğayı kurtarma odaklı olması. Okyanuslarımıza zarar veren
özellikle trol balıkçılığının dipleri, deniz tabanını demir ağlarla paramparça etmesinin trajik
sonuçları aktarılırken bu doğa katliamının sualtı
görüntüleriyle verilmesi etkileyici birkaç sekanstan biriydi. Tam bir toplu
katliam. Hem de her gün binlerce kez tekrarlanan.
Görselleri ekran koruyucu yapılacak kadar şahane olmasına karşın esas ağırlık Attenborough’nun seslendirdiği metinde. Okyanusların perişan hali ve neler yapılabileceği konusu gündeme getiriliyor.
Trollerin okyanus yatağında yarattığı tahribat etkileyici
demiştim, bir de bir köpekbalığının zokayı yutmuş çırpındığı bir sahne var ki kısa ama
unutulmaz görüntülerdi. Aklımda kalan bir başka ayrıntı uydu görüntülerinde
bile deniz dibinde yapılan hasarın izlerinin gözükmesi. Dip Trolü diyorlar buna.Yara izleri gibi. Enine
boyuna. Denizin altında. Gözden uzakta. Neşeli sofralarımızın altında yatan vahşet.
Bir üretim endüstriyel hale geldi mi korkunç zararları oluyor. Faydası da var elbette ama zararları bence çok daha fazla ama bunlar hep örtbas ediliyor. Endüstriyel üretimin kesinlikle sınırlandırılması lazım çünkü yerel üretimi boğuyor. Şirket tonlarca balık yakalayacak diye köylü balıkçılar 3-5 kilo balık yakalayamaz hale geliyor. Fransa'daki şarabının yanında daha ucuza balık yiyecek diye Nijeryalı akşamı aç geçiriyor. Aslında olan bu. Endüstriyel balıkçılık bu. Yani sadece florasıyla faunasıyla doğaya değil insanlara da zararı var bu gözü dönmüş ekonomik sistemin. Her alanda trollük yapıyor, kazıntı bile bırakmıyor.
Genelde yabani yaşam deyince ormanlar dağlar akla gelir. Denizler ve okyanusların da tabiat tahribatından payını aldığını bir kez daha bizlere anlatıyor belgesel. Güvenli bölge bırakmamışız yeryüzünde.
BM bu korkunç gidişe dur demek için 30x30 planını devreye soktu. Ne demek bu? 2030'a kadar okyanusların %30unun koruma altına alınması planlanıyor. Şu anda %3'lerdeymiş. Nasıl korunacak peki?
Tam da bu sebeple kurulan MPAlardan da bahsediliyor. Nedir bu_ Marine Preservation Areas. MPA. Balıkçılığın yasaklandığı muhafaza alanları bunlar. İşte bunların yenileri kurularak, eskileri genişletilerek %30 hedefini tutturmak istiyorlar ama pek de iyi gitmiyor şimdilik. Yine de büyük iş başarıyorlar bence.
Bu noktada belki her şey için çok geç değildir diye de
düşündürtüyor çünkü denizler karasal doğadan çok daha hızlı iyileştirebiliyor
kendini. Koruma altına alınan alanlardaki hızlı canlanma buna somut bir delil
olarak ümit veriyor.
Ocean with David Attenborough sualtı yabani hayatından yaşam kesitleri görmek isteyenlere göre bir belgesel değil, çevreci bir odak noktası var. Dolayısıyla Bu noktada bir eleştirim olabilir. bence bir alt başlıkta bu belirtilmeliydi.
Benim aklımda sualtı trol tahribatı ve çırpınan köpekbalığı
sahneleriyle yer eden çevrecilik ağırlıklı bir doğa belgeseli olarak kayıtlarıma
geçti.