21 Kasım 2025 Cuma

BELGESEL | Ken Burns: "American Revolution"


Belgeseller öğretici olmalarının yanında dinlendiriyor insanı. Notlar alıyorsun, tekrar seyrediyorsun, netten ayrıntısına bakıyorsun. Keyifli bir öğrenme süreci. İster hayvanlar ister mimari ister edebiyat başka bir dünyaya götürüyor seni. Bilgilendirmenin ötesinde bambaşka konulara taşan fikirler veriyor, ilham veriyor. Sinema gibi duygulara yüklenmeden, gaza basmadan dingin bir ortam sunması hoşuma gidiyor. Gerçi Discovery gibi ikinci sınıf belgesel kanalları bu alanı da ucuzlaştırıyor sansasyon arayışlarıyla ama hala kaliteli bir saha. Yani filmlerin yeri ayrı ama belgeseller de yürümek, kitap okumak gibi yıllardır sürdürdüğüm bir alışkanlık, barbar kalabalıklardan uzaklaşıp soluklandığım bir uygarlık istasyonu. 


Ken Burns ismini belki duymuşsunuzdur. Uzun yıllardır belgesel çalışmalarıyla tanınan bir Amerikalı yönetmen. Genelde Amerikan tarihi üzerine belgeseller çekiyor. Jazz'dan Vietnam savaşına, beyzboldan milli parklara, kuzey güney savaşından Mark Twain'e pek çok konuyla ilgili çalışmaları var. Takip edip topladığım belgeseller hepsi. 
 
2025 tarihli son belgesel serisi ikişer saatlik 6 bölüm uzunluğundaki American Revolution yani Amerikan Devrimi. PBS, kasım 2025'te yayınladı. 

Yazan Geoffrey Ward. Wiki'de 165 günde 150den fazla mekanda çekildiği yazıyor. Seslendiren Peter Coyote. Southern Comfort'tan Erin Brockovitch'e, ET'den Bitter Moon'a pek çok filmden hatırlanabilir. Son dönem özellikle belgesel seslendirmeleriyle öne çıkıyor ve Ken Burns'le başka çalışmaları da var.   

American Revolution belgeselinde pek çok canlandırma (reenactment) var. O dönem fotoğraf olmadığı için bir coğrafyacıyla çalışarak haritalar meydana getirilmiş daha kolay anlaşılması için, resimlere yer verilmiş. Ayrıca alıntılar ciddi bir yer tutuyor ve meşhur isimler seslendirmiş bu anekdotları. 

Adam Arkin, Claire Danes, Tom Hanks, Liev Schreiber, Morgan Freeman, Paul Giamatti, Hope Davis, Jeff Daniels, Edward Norton,Meryl Streep ve daha pek çok tanıdık isme rastlamak mümkün. 

20'nin üzerinde tarihçinin görüşlerine başvuruluyor. 
Müziklere de David Cieri imza atmış. Uzun yıllardır Ken Burns'le çalışan bir besteci. 


Şu anda ilk bölümdeyim, canım istedikçe aralık ayında seyredeceğim. Bitirince belki sohbet programı çeker, Youtube'da yayınlarım ilerde.

Amerikan tarihi deyip geçmeyin, kendi tarihiniz üzerine de farklı bakış açıları yakalamanızı, düşünmenizi sağlıyor. Yerel gündeme, günlük hayata, kişisel yaşamınıza dair çağrışımlar bile yapıyor aslında. Nasıl diyeceksiniz? En basiti Benjamin Franklin. Yahu adam bir bilgin ve yazar. Bir düşünür. TR'de Atatürk'ten beri bir düşünür iktidar oldu mu? Bir yazar iktidar oldu mu? Bir bilgin iktidar oldu mu? Hala bunları hak etmiyoruz diye ağlıyorsunuz utanmadan. Daha beterine layıksınız diyorum ben de usanmadan.

Layık değiliz mi diyorsunuz? Hep sorduğum soru şu:
 Cumhuriyetin yüzüncü yılı geçti gitti. Kıytırık, arabesk spot reklamlar dışında bu konuda doğru dürüst uluslararası kalitede bir belgesel yapıldı mı? Cevap ortada. 

Ken Burns'le bitirelim. 2021'de Washington Post'a verdiği demeçte söyledikleri ne kadar doğru. Sosyolojiden ekonomiye, tarihten eğitime hakikati değil mitolojiyi, yani kıytırık fantazilerini, yani yalanları temel aldığında, ancak kağıttan kaplan kadar ağırlığın olabiliyor. Başkalarının filminde bir figüran bile değil, işin bitince buruşturulup atılacak bir dekor olup çıkıyorsun. Gerçeklerle yüzleşmeden kocakarı reçeteleriyle iyileşemiyorsun, kötüleşiyorsun. Ve gerçeklerle yüzleşmenin günümüzdeki kolektif ve popüler yöntemlerinden biri de belgeseller. 
   
"Being an American means reckoning with a history fraught with violence and injustice. Ignoring that reality in favor of mythology is not only wrong but also dangerous. The dark chapters of American history have just as much to teach us, if not more, than the glorious ones, and often the two are intertwined."


Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

19 Kasım 2025 Çarşamba

SİNEMA | Ghost Tropic (2019)


Konusu ilgimi çektiği için bulup seyrettim. Brüksel'de orta yaşlarda Müslüman bir temizlik işçisi kadın akşam işten dönerken metroda uyuyakalınca ineceği durağı kaçırır. Cebinde taksi parası da yoktur, evine dönmeye çalışırken şehrin ıssızlığı ve farklı yüzleriyle etkileşimi anlatılıyor. Yönetmen Bas Davos. 2019 yapımı.

Gece, işçi sınıfı var genelde sokaklarda. Göçmenler, alt orta sınıf Belçikalılar. Anlayışlısı var anlayışsızı var. "Tropiklerde Tatil" vaad eden bir reklamın gölgesinde görülen bir hayal gibi kadının gece yolculuğu. Kaybolduğu bir gecenin ertesi gün farklı bir hayata bıraktığı bir kadın. Kentin gece yüzünün hayatın, bilincin farklı bir boyutuna taşıdığı bir kadın. Bu büyük bir değişim mi, belki, ama bir kırılma neticede, hem kızıyla ilişkisi hem de köpeği eve götürüşünü düşündüğümüzde. 

Filmin lirik bir tarafı var, şiirsel ama akışkan değil. Sabit kamerayla uzun uzun kentin gece ıssızlığına bakışlar atıyor. Etkileşimler gerçekçi ama sıradan. O ortamda böyle konuşmalar olur ama bu sadelik, bu gerçekçilik filmi öne çıkarmıyor. 


Maxwell Courtright, kitchen sink realism ve avangard sinema arasındaki boşluğu başarıyla dolduruyor diyor ama aynı fikirde değilim. Bence belgesel ile film arasında kalıp ikisinin de güçlü taraflarını yansıtamıyor. Şiirselliği biraz daha yaratıcı olsaymış daha seyredilir olabilirmiş ama orada da vasatı aşamıyor, sabit kamerayla gece manzaraları veriyor arka arkaya. Yalnız vasat derken düşündürücü filmler kategorisinde vasat. Bu haliyle hakkı, kısa ya da orta metrajmış dedirtti.   

Beklentimin gerisinde kalsa da "After Hours" filminin farklı bir türevi olarak işlenişinden çok konusuyla ilgimi çekebildi. Bazı fikirler verdi, sıkılmadım, bir tercih olduğu anlaşılan "yavaşlığına" rağmen. Pek çok bomboş günümüz aksiyonuna tercih ederim ama bu konu benzer bir "macerasızlık" çerçevesinde kalınarak daha akıcı, daha şiirsel ve daha başarılı işlenebilirdi bence. Hatta kendi alternatif versiyonumu da yazmayı düşündüm. Ben seyrettiğime pişman olmadım ama ortalama seyirci için sıkıcı olabilecek bir film Ghost Tropic.  








Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

18 Kasım 2025 Salı

ÇİZGİROMAN | Sergio Toppi çizim tarzı


Birkaç Sergio Toppi albümünün sadece çizimlerine arka arkaya bakıp stili üzerine anlık düşüncelerimi karalamışım. Böyle denemelerim vardır çeşitli alanlarda değişiklik olsun diye. Tarih 2015 gibi olabilir. Burada da bulunsun. 

Kontrastlarla resmi bölüp parçalıyor ya da bütünlüyor. İmajlar arasında bir anlam komşuluğu yaratıyor.

Arkaplanlarla insanların şekli farklı olsa da dokusu benzer. Bütünün parçaları olduğu hissi gözlerinizden eksik olmuyor. Temiz bir tarzı yok. Afiş benzeri sahneleri, vinyetleri kullanmayı seviyor. Karelerinde sık sık kolaj benzeri resimlere rastlanıyor.

Taşlarda, toprakta, giysilerde çizgi çizgi bir dokulandırmayı tercih ediyor sık sık. Bazı karelerde yüzlerce farklı yönde çizgi kullanabiliyor. Çizgilerini saklamayı, yuvarlamayı, tamamen bilindik şekillere dönüştürmeyi sevmiyor. Rengin içinde kaybolmalarına izin vermiyor. Her yerde irili ufaklı, sağlı sollu, açıklı koyulu çizgilerle karşılaşıyorsunuz. Bu çizgi ağının lekeleşmesini de tekelleşmesini de genelde istemiyor. Ağsı bir görüntü tercih ediyor. Sanki ilmek ilmek çizilmiş bir resim görüntüsüne sahip sayfaları.  


Makro anatominin yanında mikro anatomiyle de ilgilenir gibi. Hem insan gibi canlıların hem cansız nesnelerin genel şeklini kabaca çizdikten sonra damarlarını ve katmanlarını çizgileriyle öne çıkarıyor. Nöroatlasları andırıyor bazı figürleri. Bazen çizdiği bir insanın yüzünde sanki siyah beyaz bir anatomi kitabına bakıyormuş gibi hissedebiliyorsunuz. Sinirler, kas demetleri, damarlar.

Yüz olsun nesne olsun yüzeyleri pürüzsüz değil, çizgili, dokulu, desenli kullanmayı seviyor. Gerçekten kopmasa da fotografik bir çizer değil, şiirsel bir anlatımı var. Damarlı figürlerden kesinlikle vazgeçmiyor. Çizgileri tekleştirmeyi sevmiyor. Sanki her biri yaşamın iplikleri gibi.

Klasik olmuş sayfaları karelere bölme yöntemini kullanmasına karşın, sık sık bunun dışına çıkmayı da seviyor. Kontrastlar ve kolajlar yoluyla desenleri birbirine bağlayarak, karakterlerin büyüklüğünü arttırıp azaltarak, yani daha yaratıcı dokunuşlarla sayfayı bir bütün olarak da değerlendiriyor ve anlamlı kılıyor. Kareleri birbiriyle konuşturmak, yardımlaştırmak istiyor sanki.



Toppi’de çizgi çizgi kareler resmin ötesinde bir boyut kazandırmak için kullanılıyor. Thomas Ott’un resimlerinin tamamına hakim tekdüze “pütürlü” dokusuna benzemiyor, her yöne atılan, savrulan, uzanan çok daha kaotik bir çizgilendirme var. Breccia’nın yer yer soyuta kaçamak yapan ve çizgilerini sergilemekten ziyade kirli bir görüntü veren çizimlerini fotografik olanın ötesini arama açısından andırsa da çok farklı bir stile sahip. Kendine has bir “çizgileşim” olarak tanımlanabilir belki. Genelde inşaat iskeleti gibi bırakıyor çizimlerini, içini bir renge ya da tonlarına tamamlamıyor. Kuş teleklerine benzeyen paterni sık kullanıyor. Double exposure poster tekniğine benzer çizimleri var.

Figürler hep çevrelerine karışır gibi. Ya da çevreleri figürlere. Bir akış var aralarında. Gidiş-geliş ya da geçirgenlik daha doğru kelime herhalde. İletişimden daha fazlası. Belki bir dönüşüm ve dönüştürme süreci. Karşılıklı başkalaşım gibi, etkileşim gibi kavramları düşündürüyor.


Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

15 Kasım 2025 Cumartesi

Yakıp Yıkacaksan, YOK OL GİT..!

Ülkelere, milletlere gereğinden fazla kıymet veriyoruz, hatta kutsallaştırıyoruz. Aslında onlar da bulundukları topraklarda geçici birer hükümetten başka bir şey değiller. İnsanın küçücük ömrüne büyük gelen süreleri, sadece insanlığın tarihinde bile okyanustaki damlacıklar gibi.

Bazen devlet olmayı hak etmeyecek noktaya gelebilir milletler ve başka milletlerin buyruğu altına girerler bir anda. Sadece askeri bir başarısızlık değildir devletlerin yıkılma sebebi. Hele modern çağda. Basit bir ekonomik yetersizlik de değildir. İnsan olmanın, çağdaşlığın, medeniyetin gereklerini yerine getirememekle ilgilidir bazı halkların çöküşleri. Tarih bunların örnekleriyle dolu. 

Ortalık ruh hastalarıyla dolup taşarken polislerin cinsel özgürlükten ya da çevreyi korumaktan yana barışçıl insanlara, savunmasız kadınlara gençlere şiddet uygulaması, tutuklaması caniliktir, barbarlıktır, Çöküş alametleridir. Adaleti ve yaşam hakkını savunan insanların suçlanması, itilip kakılması hatta hapse tıkılması, kahpeliktir, medeniyetsizliktir. Üç kuruşluk heriflere yönetici muamelesi yapılırken yetişmiş insanlarını düşman görmek sapkınlığın daniskasıdır. Ahlaksız ahlakçılıktır. Adaletsiz hukukçuluktur. 

Devletim deyip de yüzlerce yıldır en temel adaleti bile sağlayamıyorsan defolup gideceksin, yıkılıp gideceksin. Gerekirse başka devlet başka halk başka cemiyet başka rejim denenecek. Ama sen yerle bir edileceksin. Sorumlu olduğun tarihi, doğayı, ağacı, hayvanı, gölü, ırmağı, insanı muhafaza edemiyorsan, yaşatamıyorsan, tam tersine bin bir bahaneyle katlediyorsan, devlet olmaya da hakkın yoktur, millet olmaya da, yıkılıp gideceksin boşuna ağlama. Gizli işgalcisindir bulunduğun coğrafyada. Düşmansındır yaşadığın topraklara cana canana tüm canlılara. Boşuna saklanma vatan millet laflarının arkasına! 

O toprak da o ağaçlar da o hayvanlar da senden daha yerli! Onlar hancı sen yolcusun. Toprağına, ağacına, hayvanına, suyuna iyi bakmayan bir millet, coğrafyasında halk değil ancak asalak olabilir. Bunları bıraktım, birbirine bile barbarca yaklaşan bir toplumu coğrafyasında barındırmazlar. Toprak bile tiksinir, dağlar arka arkaya silkinir, denizler suratına tükürür, köpüklenir. 

 Mesul olduğun canları değil, o canların mesut olmasını hiç değil, çaputlarını tartışıyorsan çarpıştırıyorsan yüzyıllardır, ot kadar faydan yokken bir de ölçüsüz zararlara sebep oluyorsan, kendi keyfin dışında hiçbir şeyi umursamıyorsan, küçük çıkarlarından ibaret bir mahluk haline geldiysen, önce paryalaşacak sonra paramparça olacaksın. Zırlama. Dünya senin keyif çatma mekanın değil. Dünya seni taşımak zorunda değil. Bu dünya sana kul köle değil. iki çaputa üç tekerlemeye cennet dağıtılan bir yer hiç değil. Kene gibi yapışma, yakışmadığın coğrafyana. 

 Hoş yapışsan da 

Paçavra gibi atılacağın günler yakında..!       


Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

10 Kasım 2025 Pazartesi

5G: Beşinci Nesil İletişim ve "Şerbetsiz" Türkçe


Bugünlerde pek sık gördüğümüz bir başlık. 5G’ye geçişimiz. Türkiye 5G'ye nihayet geçiyormuş! Ne demek bu? Kablosuz iletişim teknolojisinde 5. nesil teknolojiye geçtiğimiz anlamına geliyor. Yıl 2025.

5G daha hızlı ve pürüzsüz bir iletişim sağlıyormuş. Hakkı verilirse tabii ki. Altyapı gerekleri yerine getirilirse. Kablosuz iletişim protokolünün son kullanım versiyonu olan 5G kastediliyor. Fifth Generation yani beşinci neslin kısaltması.

5G'ye geçiyoruz naralarıyla dünyayı fethetmeye devam ediyor Türkiye. Siyasetçiler, memurlarımız yine bulmuşlar bir oyuncak, oynadıkları oyunu  pazarlıyorlar. Fantazilerden fantazi beğen anlat böbürlen, değil mi. 

TR’de dünyanın en pahalı ve en kalitesiz internet hizmetlerinden birinin verildiğini defalarca deneyimlemiş biri olarak en azından uzun süre hakkı verilerek yapılacağına inanmasam da konumuz bu değil zaten.

İşte tam da medyada 5G duyurularına programlarına boğulmuşken Youtube’da karşıma bir video çıktı. Bir reklam. Bir Baklava reklamı. Karaköy Güllüoğlu baklavalarının sahibi Nadir Güllü baklava konusunda artık kurumlaşmış bir firma olduklarının altını çiziyor. Ne ilgisi var şimdi diyeceksiniz. Karaköy Güllüoğlu Baklavalarının beşinci nesli olduğunu söylüyor reklamda. Ben bunu duyunca anında bir şimşek çaktı ve kablosuz iletişimdeki “Beşinci Nesil” cazgırlığıyla adamın beşinci nesil baklavacılığı ilişkilendi kafamda.

Mesele şu: TR gibi bir yerde beş nesil bir dükkanı, bir ustalığı  ayakta tutmak önemli bir başarı. Fakat esas dikkatimi çeken adamın Türkçesi oldu. Nasıl çirkin nasıl kırsal bir Türkçe. Kaba saba bir kelime yığını gibi. Sesin güzel olmaz, anlarım. Yurtdışında uzun yıllar yaşamışsındır, Türkçenin bozulmasını da anlarım. Farklı bir kentin ürünüdür, yerel ağzı kullanırsın tercih edersin, bu bile anlaşılabilir. Gazianteplilermiş zaten, Gaziantep Güllüoğlu baklavası dersin ona da tamam.

Ama hem Karaköy baklavası, baklavacısı diyeceksin, bunun altını özellikle çizeceksin, yani markanda İstanbul’u kullanacaksın, hem de böyle kaba saba bir Türkçe konuşacaksın. Olmaz. Adamı dinlerken Türkçenin canının acıtıldığını hissettim, Türkçeye üzüldüm resmen. Sen ne biçim İstanbullusun! Değilsen niye Karaköy'ün yani İstanbul'un adını kullanıyorsun, istismar ediyorsun markanda? 

Konuşurken mangalda kül bırakmıyor, beş nesildir devam ediyoruz, Osmanlıyız, İstanbul'dayız, Karaköy Güllüoğlu diye övünüyor, Türkçesinin İstanbul Türkçesi'yle alakası yok. Beş nesildir İstanbul Türkçesi öğrenemediniz mi? Hadi öğrenemediniz, çıkıp marifetmiş gibi bu kaba saba Türkçeyi sergilemekten niye utanmıyorsun? Ben yabancı bir kelimeyi bile yanlış telaffuz ettiğimi anladığımda utanç hissediyorum hala. Düzeltmeye çalışıyorum. Sen böyle Türkçe konuşurken niye utanmıyorsun?

Karaköy Güllüoğlu diyorsun, beşinci nesil  diyorsun, konuştuğun Türkçe bu! 150 yıldır sıradan, ortalama bir Türkçe öğrenemediniz mi?

Yemeye içmeye milletçe bayılıyoruz, ballandıra ballandıra övünüyoruz. Baklava bizimdir bizim kalacak diyoruz ama Türkçe kimsenin umurunda değil. Türkçeye yapılan eziyetleri kimse fark etmiyor bile. Umursamıyor. Niye kimse bunu konuşmuyor, eleştirmiyor? Baklavadan önce Türkçeye sahip çıkılması gerekmez mi? Zaten o bilinçte olduğunda iğneden ipliğe her şeyine sahip çıkarsın. Diline sahip çıkan yemeğine, teknolojisine, toprağına, kentine, hukukuna, doğasına da sahip çıkıyor zaten.

Bu arada ortalama bir Türkçeden, sıradan bir İstanbul Türkçesinden bahsediyorum, özel bir ustalıktan değil. Çok mu istediğimiz? O bile yok!

Beşinci nesilmiş.

İşte bizim beşinci neslimiz.

Ham Türkçesiyle gurur duyar gibi konuşup duranların, düzeltmeyenlerin alkışlandığı bir ülkeyiz. İstanbul Türkçesini konuşmamayı marifet sanan şark kafası.  

Beşinci neslinde bile anadilini iyi konuşamayanların, 5G teknolojisini küfrettikleri halklardan ithal etmek zorunda olmaları şaşırtıcı değil. Yerli milli diyorsanız önce doğru düzgün Türkçe konuşacaksınız. Hele de İstanbul'u kullanıyorsanız. Dilini bile kullanamayanlar mı teknoloji üretecek! 

Harika bir usta olabilirsin, bilemem, konu bu değil, ama Türkçe bu olmamalıydı beşinci nesilde, İstanbul'da. Kusura bakma. Ya İstanbul'u markanda kullanma ya da İstanbul Türkçesi konuş. Olmuyorsa marka yüzü olma hatasına düşme bari. Diline asgari özeni, saygıyı göstermeli insan. Hele de insanlara hitap ediyorsanız. Topluluklara konuşuyorsanız. Hata yapılır, hepimiz yapıyoruz ama böyle çiğ bir Türkçe konuşulmaz. İster baklavacı ol ister ayakkabıcı ister mühendis ister doktor. Bu "şerbetsiz" Türkçeyi" dinlemek zorunda değiliz. 

Osmanlı deyip duruyorsun, Vatan diyorsun bayrak diyorsun, hepsinin temeli olan Türkçenin canına okuyorsun. Türkçeden daha yerli ve milli değerimiz mi var? Ayıp değil mi? Kaç yaşında adamsın!

Güzel bir Türkçenin konuşulduğu yeni nesiller yetiştirdiğimizde teknolojinin çoğunu da dışarıdan almak zorunda kalmayacağımızı umarım hiç değilse 21. yüzyılda anlarız. Böyle yerli ve milli lafını ağzından düşürmeyip Türkçeyi bile doğru düzgün konuşamayanlara da tepki gösterelim. Hoş görmeyelim şunları artık, hor görelim! 

Son söz

Lezzet, yemek önemli tabii ki, çok ilgim olmasa da o da bir kültürdür, bir ustalıktır, zanaattır, değerdir.

Ama dilin tadını kaçırdınız mı, 

bende ağız tadı da kalmıyor. 


Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

22 Ekim 2025 Çarşamba

SİNEMA | "The Burrowers" Filmi | Western Korku


Bu sene seyrettiğim 2008 yapımı bir film, The Burrowers. 
Ötekileştirmeden ırkçılığa, ekolojiden etolojiye, haneye tecavüzden yol ayrımlarına pek çok tema içeren bir Western korku filmi diyebilirim. 

19yy sonu. Amerika'nın "vahşi batı" dediği topraklar. Wild west. Film çiftlik baskınıyla açılıyor, Bir aile katlediliyor diğeri kayıp. Kızılderilerin yaptığı düşünülüyor hemen ve çiftçiler bir grup askerle birlikte kaçırılanları kurtarmak için takibe başlıyor. Hikaye bu kurtarma yolculuğu ekseninde hareketli ve dehşetli bir yol filmi. 

Ön plandaki hikaye yanında, avladıklarını ne öldüren ne yaşatan, canlı canlı mezara sokan bir yaşam formu üzerinden siyasi, ekonomik ve toplumsal fikirler de uyandıran düşündürücü bir film. 

J. T. Petty'nin yazıp yönettiği filmin kahramanlıktan uzak sıradan ama gerçek karakterleri var. Metafora ya da alegoriye sığınmadan ön plandaki hikayeyle de ilginç olabilen bir film. Mekanın ağırlığının hissedildiği bir korku filmi The Burrowers. Jaws'da su ve köpekbalığının bütünleşmesine benzer şekilde çayırların, otların burrowers ile bütünleştiği bir film. Yani kapalı mekanlarıyla değil, uçsuz bucaksız arazileriyle korku atmosferini oluşturma becerisi gösteren bir film. Biyolojik dokuya sahip bir canavar sunması da çok önemli. Bu açıdan ekolojik farkındalık sunan bir film. Çevreci temaya da sahip. Western ve korkuyu ucuzlaşmadan bir arada kullanabilme hünerini gösteren bir film. Ekokorku denilen alt türün harika bir örneği aynı zamanda. 

Korku sinemasının zirvesi benim için "The Descent"tir (2005). Şaheser. Müthiş bir film, her fırsatta söylerim. Korkuyu falan bırak tam bir sinema klasiği. Neil Marshall’ın yazıp yönettiği 2005 tarihli the Descent. Özellikle günümüzde "elevated horror"daki pozculuğa ya da formülcülüğe bulaşmadan, ama filmi kan banyosuna da çevirmeden hikayesini anlatabilen kaliteli korku filmlerinin başında gelir. Burrowers da bir bakıma onun yolundan gidiyor. The Descent gibi başyapıt olamasa da özgün, başarılı bir örnek, özellikle de kendi türünde, western korku filmlerinde kaçırılmayacak bir pırlanta. 

Bu filmle ilgili 45 dakikalık bir "Özel Bakış" programı yaptım ve Youtube'a yükledim. Burada yazmaya üşendiğim pek çok ayrıntıyı orada konuştum, alttaki bağlantıdan ulaşılabilir.



Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

18 Ekim 2025 Cumartesi

Empatik Portakal


Son yıllarda yeni bir akım peydahlandı.
İnsanları anlamaya çalışmak. 
Kendini onların yerine koymak.
Empati'den bahsediyorum. 
Moda sözcüklerden biri.
Sihirli bir kelime sanki.
Bana sorarsanız bu kavramın da cılkını çıkardılar. 
Belli durumlarda "anlayışlı olmak" olgunluk göstergesi.
Ama yerli yersiz sürekli karşımızdakileri anlamaya çalışmak bir süre sonra tepkiselliğimizi aşırı törpülüyor. Üstelik yorucu olmaya başlıyor. İnsanlardan tümden uzaklaştırabiliyor. 
Tamam tepkilerin bir düşünce süzgecinden geçirilmesinde genelde fayda var ama diyorum ya işin cılkını çıkardılar. Bazı durumlarda empati asil bir davranış ama pek çok durumda ayağa düşürülmüş olduğunu gözlemliyorum.
En basiti, görevini yapmayan insanlara empati göstermemeliyiz.
Tepki göstermeliyiz.
İşini iyi yapmamalarının mazeretini bile bize bulduruyorlar. 
İstismarlarına meşruiyet kazandıran yine biz oluyoruz. 
"Ay market görevlilerini de çok çalıştırıyorlar, ne yapsınlar dedikçe görevliler iyice azıtıyor.
Polisin kabalığını "Ay hırlısı hırsızıyla uğraşmak kolay mı" diyerek normalleştirdiğinde polis iyice azıtıyor
Çocukların arsızlığını "Ay çocuktur yapar, öğrenecek" diyerek geçiştirdiğinde çocuk iyice azıtıyor.
"Empatik insan" aslında "sorun çıkartmayan tip" oluyor.
Hep karşısındakine haklılık payı ikram eden bir cins.
Zorbaların, terbiyesizlerin en sevdiği insan tipini seri üretime sokmaya çalışıyor insanlık.
Empati yapalım efendim, Biraz empati
Çağımız empati çağı falan filan 
Efendim empati gösterin, empati yapın diye bilmiş bilmiş tavsiyeler.
Yaşam koçları, akademisyenler
Tepkisiz toplum yaratmanın bilimsel ve havalı bir jargonu haline gelmiş empati.
Çarpıtıldıkça çarpıtılmış, tanınmaz hale gelmiş
Yalandan bir empati.
İstismar edilen bir empati. 
Tekrar edeyim, görevini hakkıyla yerine getirmeyene empati gösterilmez. 
Empati, farklılıkları anlamak için değerlidir.
İstismarları, haksızlıkları, terbiyesizlikleri örtbas etmek, pas geçmek için değil.

Bence günümüzde empatikleştirmek tepkisizleştiriyor. 
"Ama onları da anlamak lazım" özlü sözüyle sürekli geri bastırıyorlar insanları. 
Ve bir süre sonra ileri gidemez hale geliyorsun. 
"Empatik portakal"a dönüşüyorsun. 
 
Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

7 Ekim 2025 Salı

Öykülerim | "Sırılsıklam Yaşamak"

Aniden bastıran yağmur olanca hızıyla yağarken caddedeki çift kaçar adım en yakın kafeye sığındı. Hava kararmak üzereydi. Önce kadın içeri girdi ve dışarıyı görmeyen bir yerdeki ısıtıcının yanına oturmak istese de adam çok da uzak olmayan pencerenin önüne oturmaya ikna etti. 
Rahat ortamda paltolarını çıkarıp içecek sıcak bir şeyler söylediler. Kadının keyfi yerine gelmişti, o hafta iş yerinde yaşadıklarını anlatmaya başladı hemen. Adamın pek ilgisini çekmeyen konular olduğu belliydi. Fırsat buldukça bakışlarını pencereden dışarı kaçırıyordu. 
Bir ara bulvarın kafeye yakın kısmındaki yolda bir köpek gördü. Sağanak yağmurun altında caddede kimse kalmadığı için hemen fark ediliyordu. Köpek yağmurun ağırlığından hareket edemiyormuş gibi kıpırdamadan duruyordu nedense. Sanki her bir yağmur damlası onu olduğu yere sabitleyen bir raptiyeye dönüşmüştü.  Başını önüne eğmiş, kaderine razı bir idam mahkumunu andırıyordu.

Adamın dışarı kaçırdığı bakışlar sıklaşınca kadın durumu fark etti, neye baktığını görmeye çalıştı ama cadde bomboştu onun için, dayanamayıp sordu. Adam başıyla köpeği işaret etti. Kadının yüzü, karşısındaki endişeli yüzün tersine rahatladı ve birkaç sıradan cümleyle köpeği geçiştirip biraz önce anlattığı konuya devam etti.

Hayvan perişan vaziyetteydi. Gözlerini bile açamadan öylece duruyordu. Niye kuru bir yere kaçmadığı adamın zihninde tam bir muamma haline gelmiş, içinde yükselen rahatsızlıktan yerinde zor duruyordu. Üstelik sanki göz ucuyla ona bakıyor gibiydi hayvan. Kendinden önce hareketlenen kıpır kıpır ayakları ve el parmaklarına daha fazla karşı koyamayıp kadının şaşkın bakışlarına ve itirazlarına aldırmadan bir şeyler mırıldanıp dışarı çıktı. Yağmur tüm şiddetiyle devam ediyordu. Köpeğin yanına yürüdü. Hayvan ürkek bir baş hareketiyle adama baktı. Karşıdaki lüks giyim mağazasının tentesi altına gelmesini sağlamaya çalıştı köpeğin ama hala kıpırdamadan duruyordu. Daha fazla dayanamayıp köpeği kucakladı ve tentenin altına götürdü. Biraz ileriden dönerli bir sandviç alıp geldi ama mağazanın sahibi seslenip köpeği oradan götürmesini söyledi. Gözleriyle yeni bir yer bulmaya çalışırken yandaki pastanenin kapısı ışıklar eşliğinde açıldı ve kızıl saçlı bir kadın çıkıp eliyle onları çağırdı. Belli ki olanları izlemişti pencereden. Köpeği onun çıktığı dükkanın önündeki kuru alana götürdüler. Kadın içeriye çağıran sert bir erkek sesine karşın elindeki iki temiz bezden birini adama uzatıp diğeriyle köpeği kuruladı. Hayvan biraz kendine gelir gibi oldu ve etleri ekmekten ayırıp yemeye başladı. Titremesi hala geçmemişti.

Derken yağmur aniden durdu. Sanki ıslanmamışlar da, başka bir dünyaya ışınlanmışlar gibi oldu. Harika bir olayın altını çizmeye çalışan bir Tanrı varmış gibi, güneş tüm gücüyle onların bulunduğu yeri aydınlatıp ısıtmaya başladı. Köpek iyice kendine gelmişti, yemeğini bitirip, ikiliye teşekkür eden gözlerle bakarak yanlarına oturdu, kıpır kıpır kuyruğuna bakılırsa keyfi yerinde gibiydi. Yağmurun durduğunu gören adamın sevgilisi kafenin kapısında belirdi ve seslenmeye başladı. Pastaneden bir erkek sesi de kadını içeri çağırıyordu. Yağmurun ve köpeğin adeta yanlış hayatlara ve kararlara bir parantez açıp bir araya getirdiği bu iki insan birbirlerine bakıp düşünceli ve kaçamak bir gülümsemeyi paylaştılar, kadın çekingen ve aceleci bir ifadeyle içeri girmesi gerektiğini söyledi. Erkek mecbur bir yüz ifadesiyle onu başıyla selamlayarak bezi uzattı, teşekkür etti. Kadın tam kapıdan girecekken kısık bir sesle ve adamın yüzüne bakamadan, pastanenin harika bitki çayları olduğunu söyledi. Adam çoktan kafeye doğru mecbur adım yürümeye başladığı için bu fısıltıdan çığlığı kaçırdı. Adamın yine kafeye doğru yürümesi en çok köpeği üzmüş gibiydi, o biraz önceki mutlu hali değişiverdi ve arkasından çağırır gibi bir inilti çıkardı. Kafenin önüne geldiğinde adamın giysilerinden damlayan suları gören sevgilisi kupkuru üstünü başını korumak için mesafesini koruyarak yine önden içeri girdi. 

Eski yerlerine oturdular, eski konuşmalar tekrarlandılar. Sevgilisinin anlattıklarını duyuyor ama anlamlandırmaya üşeniyor ya da tiksiniyor gibiydi zihni. Artık her şey eskisinden daha çekilmez bir hal almıştı. Birkaç dakika geçmeden yağmur yine bastırdı. Sanki tabiatın bir şeylere itirazı vardı. Sanki yüzlerce yağmur damlası sesini duyuramayan bir şeyleri haykıran, bir şeylere çağıran ısrarcı bir koroya dönüşmüştü. Adam karşısındakinin sözlerini değil o koroyu büyülenmiş gibi dinlemeye başladı. O da ne? Köpek yine yağmurun altında oturmuş bekliyordu. Karşı sıradaki pastanenin ışığı fırtınada bir deniz feneri gibi köpeğin olduğu yere kadar aydınlatıyordu caddeyi. İçinde bir şeyler kabardıkça kabarıyordu adamın. Herkesi içeri girmeye zorlayan yağmur nedense onu dışarı çağırmaktan vazgeçmiyordu bir türlü. Köpek, pastane, yağmur, sokak ve kızıl saçlı kadın. Daha fazla dayanamayacaktı. Dişlerini sıkarak bir şeyler mırıldandı. Sevgilisinin önce şaşkınlık sonra öfke dolu bakışlarına aldırmadan masaya para koyup tek kelime etmeden ve arkasına bir kere bile bakmadan dışarı çıktı. Köpek adamı görünce çok sevinip ayaklandı, kuyruğunu sallamasıyla daha hızlı gelsene der gibiydi sanki. Baştan beri onu bekliyormuş, onun için gelmiş gibiydi hali. Biraz ıslanacaksın ama yaşam burada diyordu sanki gülen gözleri köpeğin.

Yağmur şiddetlenmiş, çeri çöpü önüne katmış sürüklüyordu. Atık sular biraz önce adamın çıktığı kafenin önündeki mazgallara doğru gürül gürül akmaktaydı. Tabiat, milyonlarca yıldır tohumları, larvaları, yumurtaları uyandıran sonsuz belleği ve bilgeliğiyle o eşsiz tabiat,  tüm canlıları da cansızları da önüne katmış özüne, yaşama, gerçeğine çağırıyordu.

Adam köpeğin yanına vardığında tam ona doğru eğilecekken korkunç bir patlama yeri göğü inletti. BAAAMMMMMM...!!! Sanki hayat o güne kadar söylenmeyen her şeyi haykırmanın bir yolunu bulmuş gibi kulakları sağır eden bir gümbürtü duyuldu. Artık yağmur damlaları ile birlikte gökten ateş parçacıkları da yağmaya başlamış, caddenin çoğu bir enkaz yağmuruna ev sahipliği yapar hale gelmişti. 

Adam köpeğe sarılmış halde, inanmaz bakışlarla olanlara bir anlam vermeye çabalayarak yerde yatıyordu. Biraz önce çıktığı üç katlı kafenin yerinde, hayaletler gibi oynaşıp duran devasa alevler ve duman vardı şimdi. 

Kızılca kıyamet kopmuştu. Kafe harabeye dönmüş, yağmurun bile söndürmeye gücünün yetmediği koca bir kamp ateşine dönüşmüştü. İnsanlar çığlık çığlığa sokağı dolduruyor, siren sesleri her yandan yaklaşıyordu. Adamın gözleri telaşla karşıya baktığında pastanenin kapısı açılıverdi. 

Kızıl saçlı kadın, sırtında bir spor çantayla dışarı çıktı, göz ucuyla bir an onlara baktı ve hızlı adımlarla karanlık arka sokaklara doğru uzaklaştı.  

Yazan: L. KIZILTOPRAK
Görseller: ChatGPT Yapay Zekası

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

2 Ekim 2025 Perşembe

Yeni "Memleketim"


Memleketim şarkısını bilirsiniz. 
Bir Yahudi şarkısı aslında.
Türkçe söz yazmışlar üstüne.
Aranjman dediklerinden
Önce yüz vermese de ahalimiz
Kıbrıs Barış Harekatıyla tutuyor halk arasında.
Sonrasını biliyorsunuz
Adeta ikinci milli marşımız oldu yıllarca
Coştukça coştuğumuz bir şarkı. 

Güfte meşhur söz yazarı Fikret Şeneş'e ait. 
Başka başarılı işleri de var zaten.
Ayten Alpman da güzel söyler
Herkesin hakkını verelim önce.
Fakat dünya değişirken TR de değişiyor.
Ve bu şarkı en azından benim için gerçeği yansıtmıyor artık.

Yeni Türkiye dedikleri ülkenin benim memleketim olmadığını görüyorum.
Ortada memleket falan görmüyorum hatta. 
Binlerce olay bunu haykırıyor adeta.
"Yeni Türkiye"niz hakkındaki düşüncelerimi de
eski Türkiye için yazılmış sözler üzerine yazmak istedim.
Tıpkı sizin eski Türkiye'den çaldıklarınızla "Yeni Türkiye" uydurmanız gibi
ben de yeni bir memleketim uydurdum eskisinin üzerine.
Nazire işte.

YENİ "MEMLEKETİM" 
Hayvanına ağacına, çocuğuna kadınına, 
Binbir acı bedava her yanında
Her köşesi cehennemim, ezilir yanar içim
Bir kabustur benim memleketim

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

30 Eylül 2025 Salı

İhtişamla İtibar Olmaz


İtibar nedir konuşuyorlar.
İtimattır en güvenilmez ortamda.
İstidattır en çorak kültürlü topraklarda.
Feragattır sevdiklerin uğruna, adalet adına.

İhtişamla itibar olmaz, 
ihtimam lazım.
İnsanına, tabiatına, yaşama, sanata, akla, vicdana.
hatta inancına.

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

26 Eylül 2025 Cuma

Kaliopi ve "Crno i Belo" | Bir Makedon Şarkısı


Црно и бело е сè
Добро и лошо ништо не ги дели

Kaliopi (Калиопи Букле). 1966 doğumlu bir Makedon kadın şarkıcı. Wiki'den baktım, 80lerde hem Makedonya'da hem Yugoslavya'da müzikal başarıları varmış.
Црно и бело diye bir şarkısı ilgimi çekti. "Sırno i belo" diye okunuyor. Siyah ve beyaz demek. Sözleri Kaliopi yazmış. Romeo Grill bestesi. Eski eşi ve grup arkadaşıymış. İkisi de ilk kez duyduğum isimler. Kaliopi bu parçayla Azerbaycan'daki 2012 yılı Eurovision şarkı yarışmasında 13. olmuş.

Ајде сега гушни ме, до небо дигни ме

Ara sıra yeni şarkılar, müzikler keşfetmeyi severim. Bu arayışlardan birinde denk geldim. Sırp şarkı yarışmasında bir kız söylerken duydum ilk kez, hoşuma gitti. Aslı nasılmış diye bakınca tanışmış olduk. Son birkaç ayda yüz kereden fazla dinlemişimdir. Buraya da not düşmek istedim. 
Muhtemelen duygu dünyamın notalara aktarılmış bir hali. 
İlk bir dakika lirik, duygusal bir tonda, sonra sertleşiyor.
Ses çatallanıyor, çığlıklaşıyor, öfkeleniyor, elektro gitar devreye giriyor. Yaylılar bile bu müzikal haykırışa ayak uyduruyor.
Ve şiddetli bir isyanın ardından son 30 saniyede yine duygusal bir tonda sona eriyor. 

Црно и бело е сè
Една вистина и една лага

Kaliopi'nin diğer şarkılarına da bir göz attım. Hiçbiri bu parça gibi etkili olmadı. 
Çoğu kısmını ezberledim dinleye dinleye. Özellikle bir şeyler düşünürken açıp dinlediğimde coşkulu fikirlerin önünü açan bir etkisi var üzerimde. Kısacası son müzikal aşkım diyebilirim bu şarkıya.

Neyin kimi ne kadar etkileyeceği hiç belli olmaz. Artık takip bile etmediğim Eurovision'a 2012'de Makedonya'dan katılıp 13. olan şarkı, insana defalarca dinlenecek bir ilham kaynağı, bir "duygu arkadaşı" olabiliyor.  

Не се предавам до крај
Нема раѓање без паѓање



Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

24 Eylül 2025 Çarşamba

Gazze 2025: İslam İçin Sonun Başlangıcı

Gazze'de 2025'te olanları izliyorsunuz. Ayakta bina bırakılmadı. On binlerce ölü. Açlık ve gözyaşı. Zalimce bir saldırı. Bir yıkıntılar yığını. Taş üstünde taş bırakılmamış bir katliam alanı. Tabii bu yıkımın sadece binalar üzerindeki etkisi. En görünür hali. Silkelenip, sindirilip, silinip gönderilen bir halk var işin özünde. Hatalarından bağımsız olarak zulme uğrayan bir halk. 

Siz bölgesel bir trajedi olarak bakabilirsiniz. Ama İslamiyet'in gözler önünde canlı yayınlar eşliğinde çöküşü bu aslında. Tam olarak öyle. Her zaman olduğu gibi yanlış okuyorsunuz olan biteni. Müslümanların asla saygı duymadıkları ama işlerine geldiği için dillerinden düşürmedikleri insan haklarına, demokrasiye ve hukuka Batı da uymadığında ne kadar aciz kaldıklarının net resmidir Gazze 2025. Bitik bir kültürün yitik insanlarının içler acısı manzarasıdır. Geleceğin fragmanıdır. 

Kalleş İsrail! Kahrolası Yahudiler! diye sloganlar atmak en kolayı TR'de. Müslümanların alıştırıldığı da bu. Ben farklı düşünüyorum, evet Yahudi hükümet suçlu, halk da bu suça dolaylı yoldan ortak ama Esas suçlu Müslümanlar. Neden? Yüzyıllardır yaşama sırtını dönmüş bir topluluk Müslümanlar. Yaşamı reddeden bir kültürün ayakta kalması mümkün mü?  Bugün İsrail olur yarın başkası. Yaşamın daha fazla hakkını veren halklara karşı aciz kalması mukadder mevcut İslam kültürünün. Ne bilim ne sanat ne üretim ekonomisi ne eğitim ne estetik ne mimari ne insan hakları ne adalet. Tam bir putperestlik halini yaşayıp yaşatıyorlar Müslümanlar. Kendi hayali dünyalarında yaşamı boşa harcıyorlar, aksi düşünenleri yaşatmamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu duruma rağmen bir de üstüne kendilerini dünyanın gerçek sahibi, diğer tüm insanları kafir yani düşman, temizlenmesi gereken zararlı ot  olarak gören bir kültür mevcut İslamiyet'in genelinde. Bugün İsrail’in yaptığını gücü olsa Allahu Ekber nidaları eşliğinde aynen yapmaktan çekinmez Müslüman kalabalıklar. Zamanında çok yaptılar hala da yapıyorlar fırsat olduğunda. Zaten İsrail’in şahin kanadında da benzer bir dincilik hakim ama onlar derslerini almış, bu dünyada da yapmaları gerekenleri öğrenmişler hiç değilse. Yoksa bir farkı yok dinciliğin Musevilik olsun, Hristiyanlık olsun, Müslümanlık olsun. Eski çağların barbarizminden günümüze ulaşmış deli saçması bir kültürün adam yerine konmadıkça öfke nöbetleri geçirmesinden başka bir şey değil pek çok dinci tepkisi. Evet, Müslüman ülkelerin refleksleri de bu aslında çoğunlukla. Neyinize saygı duysunlar sizin! Bütün kadınlar fahişe bütün Müslüman olmayan erkekler düşman. Saldırganlıktan ibaret bir kültür. Biraz güçlü olsalar yapmayacakları düşmanlık yok. Tarihleri ortada.

Bu delilikten kendini sıyırabilenler için bireysel bir kurtuluş olabilir ama kitleler için böyle bir ihtimal yok çünkü çoklaştıkça yobazlaşan bir kültür var karşımızda. 

Efendim gerçek İslam bu değil palavralarını bir kenara bırakalım artık. Yüzyıllardır gösterseydiniz gerçeğini. Toplumda nasıl görüyorsam benim için odur. Baştan aşağı cehalet. İslam'ın savunulacak tarafı yok. Kendi kendini bitirmiş, geçmişten ibaret geleceksiz bir kültür var karşımızda. Aksi doğruysa yüzyıllardır niye gerçekleşmedi? Etkisizleştikçe durmadan başkalarını suçlayıp mağdura yatmaya çalışan ama kendileri yaşama sırtını dönmüş bir yığının sonu da işte böyle yıkıntılar arasında oluyor. Sen sürekli yerinde sayar hatta geri gitmeye çalışırsan, ilerleyen birileri mutlaka seni oyun dışı bırakır eninde sonunda. Sana da mağduriyet nutukları atmak düşer bu acıklı tabloda.

Gazze'deki yıkıntılar İslam'ın yıkıntı halidir aslında.

Bu perişanlık İslam’ın perişanlığıdır, aldanma.

Tüm olan biten açık. Güçlü olan ayakta kalıyor yaşamda. Ezeli kural bu. Ve Batı yaşamı daha iyi değerlendirdiği için, daha doğru dürüst okuduğu için gücü, iktidarı elinde tutuyor. Canı istediğinde, çıkarı gerektirdiğinde haksızlık yapmaya çekinmiyor. Yüzyıllardır böyle. Güç kimdeyse kendi lehine kullanıyor. Ve güç ortaçağdaki barbar kalabalıklar değil artık. Bilim, teknoloji, sanat, güç bunlarla kazanılıyor kalabalıklarla değil. Doğunun saçma sapan inançlarla, geleneklerle geri kalmakta diretmesi de onların işine geliyor. Hatta aydınlanmadan yana olanlara karşı taraf oluyor Batı çıkarı gereği.

Müslüman halkların gidebileceği tek nokta Gazze 2025. Bugün olmazsa 20 yıl sonra, 200 yıl sonra. İslam'ın götüreceği tek yer Gazze 2025. Nihai durak Gazze 2025 Müslümanlar için. Batı'nın ya da başkalarının insafında ne kadar yaşarsanız ömrünüz o kadar işte. İster kabul edin ister etmeyin. Tablo ortada yüzyıllardır. Batı'nın izin verdiği yere kadar, işbirlikçiliğiniz kadar sağ kalsanız bile eninde sonunda Gazze 2025’i yaşayacaksınız, yaşatacaklar.

Olacaklar belli. Ortak geleceğiniz Gazze. Seçim sizin.

Ya bu "deli gömleğinden" kurtulacaksınız, ya dünya sizden kurtulacak. 

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

20 Eylül 2025 Cumartesi

Türkü sevmem...


Gençken etkilere daha açık oluyor insan. 
Hem iyisine hem kötüsüne, her şey gibi. 

Ben de sol ortamlardaki türkü övücülüğünü dinler, türkülere şans verir ama hiç sevemezdim. Bakın sevemezdim diyorum çünkü kendimi zorlardım.
  
Tarihi olaylara, duygulara, yaşanmışlıklara şahitlik etme kısmı yani sözleri ayrı tutuyorum, onların bir kısmı değerli tabii ki ama müzikal olarak bana hitap etmiyordu türkü dedikleri şarkılar. Tüm iyi niyetimle kendimi zorlamama karşın bir duygu akışı gerçekleşmiyordu. Sevdiğim şarkılara müziklere yaklaşamıyordu bile, öyle ki müzik dünyası türküden ibaret olsa herhalde müziğe ilgim olmazdı.  

Sadece yabancı müziklerden bahsetmiyorum. 
Ne Erol Evgin ne Cem Karaca ne Zülfü Livaneli şarkılarının da yanına yaklaşamazdı türküler. Evet, onlar Anadolu'yu, türkülerini övüyorlardı ama yaptıkları müziği dinleyen çoğunluk Batılı insanlardı. 
Tuhaf bir çelişkidir bu.
Olay iyidir kötüdür meselesi değil, bana göre olmamasından bahsediyorum

Tek tük sevdiğim türküler oluyordu ama onların da çoğunun Rumeli türküleri olduğunu öğrendim sonradan, fark kendini hemen belli ediyordu. 
Evet, Rumeli türkülerini seviyordum aslında ama onlar çok öne çıkarılmazdı, burada türkü derken bahsettiğim kara Anadolu'sunun türküleri. 
Hiç bana göre olmadı bunlar.    
Mesela dikkat ettiniz mi bilmem türkü barlarda Rumeli türküsü çalınması çok nadirdir zaten.
Nerden biliyorsun derseniz öncelikle soruyorum insanlara.
Ayrıca kapıdan bangır bangır yayılan müziklerde hiç Rumeli türküsüne denk gelmedim.  

Yıllar geçtikçe bunu kabullendim, çok doğal olduğunu anladım. Gençken kendimi Anadolu türkülerini sevmeye zorlamam, saf ve komik bir davranış gibi gözüktü.

Bunu halkından uzaklaşmak ya da halktan kopmak olarak yorumlayanlara sadece gülüyorum. Ben Anadolulu değilim ki onlardan kopayım ya da uzaklaşayım. Zaten bambaşka bir halkın, kültürün evladıyım ben. Benzer bir dili konuşmak benzer bir kültüre sahip olmayı gerektirmiyor. Kültürleriyle asla yaşayamayacağım, yaşamak istemeyeceğim halkların türkülerini de sevmememin ne kadar doğal olduğunu anladım yıllar sonra.

Aslında böyle düşünen insanların sayısının az olmadığını da gördüm yaşadıkça.
Ama dile getirilmiyordu. 
İşte bu dile getirilmeyenler, gün geldi, başa geldi...

Yaşamımın son yıllarında düşündüklerimi paylaşmaya kararlıyım.
Her konuda
Bu da onlardan biriydi. 

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

18 Eylül 2025 Perşembe

Son Sözü Söyleme İnadı


İnsanlarda oldum olası gözlemlediğim bir adet var. Tartışmalarda son sözü söyleme telaşı içindeler. Çırpınıyorlar bunun için. Hatta yırtınıyorlar. Hele kavgaya yürüyen bir tartışmaysa son sözü söylemek vazgeçilmez bir gereksinim, bir kırmızı çizgi haline geliyor. Şöyle okkalı bir son sözü sesini iyice yükselterek kim söylerse tüm tartışmanın da galibi o olacak zannediliyor sanki. Anlamsız bir velvele bana göre. Sen zaten kısa ve öz olarak düşünceni söylediysen, anlayan anlamıştır, anlamayan da anlamayacaktır. Kendini parçalamaya ne gerek var. Karşındakine ya da etrafındakilere hakkını savunduğunu mu göstereceksin? Elalemin de çok umurundaydı hangi tartışmada kimin son sözü söylediği. Mühim olan nedir biliyor musunuz? Fikrini, görüşünü, savunduğunu sade ve net olarak ifade etmek. Aslında her alanda böyle. Bir fikir yazısında da, değerlendirme yazısında da, makalede de, öyküde de, şiirde de. Bir bütünlük içinde sadelikten şaşmamak. Fikri yeteri kadar cümleyle aktarıp susmak. Uzatmamak gereksizce. 
ve unutmamak şu basit çıkarımı:

Son sözü söylemeye çalışanlar, ilk sözlerine güvenmeyenlerdir.

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

8 Eylül 2025 Pazartesi

Ne Olanlar Ne Ölenler Umurlarında Değil..!


Ortalık felaketten geçilmiyor. İrili ufaklı facialarla ölüyoruz durmadan. Tüm kanallarda içimiz kan ağlıyor söyleminin türevleri.  Sebep fark etmiyor. Pisi pisine ölen askerler, polisler, itfaiyeciler, kurtarmacılar, işçiler, çocuklar... Ardından TV'lerde üzgün pozlarda sunucular, konuklar. Devletin zaten umurunda değil. Orası ayrı bir dünya. Devlet paralel ülke olmuş artık TR'de. Milletin sorunlarıyla ilgilenmeye tenezzül bile etmiyorlar. Büyük projeler peşinde onlar, meşgul edilmek bile istemiyorlar ülkedeki felaketlerle. Gerekirse milletsiz bile bu devlet ayakta kalır kafasında bir delilik yaşıyorlar.   

Sokakları geziyorum. Hiç TV'lerde yansıtıldığı gibi bir durum yok. İnsanlar ya artık milli bir değersizliğimiz haline gelmiş öfkelerini etrafa saçıyor ya gezmelerine, eğlenmelerine devam ediyor. Koşturmacalar aynı. Umursamazlıklar aynı. Terbiyesizlikler aynı. Yani kimsenin umurunda falan değil sürekli tekrarlayan facialar. Kimse yasta falan değil. Uydurmayın. Artık birlik beraberlik söyleminin ikiyüzlülüğü fena halde ifşa olmuş durumda. Herkes kendi canını kurtarma derdinde. Mümkünse herkes kendi keyfinin derdinde. Güvenilecek bir kurum kalmayınca sağkalım siyaseti iktidarda. Herkes kendine. Bu millet böyle. Gerçek bu. Kültürümüzün bir parçası yok yere ölüp gitmek. Başkasının ölümü ancak sevindiriyor bizi. Neden mi? Başkasına isabet ettiği için barbarlığın şarapneli. 

İnsana bu kadar umursamaz olan millet başka ülkelere üzülür mü? Umurunda olmaz. Vitrin yapar sadece bir kaç sembol seçip Gazze gibi. Böyle bir güruh hayvanına acır mı! Nehrine yaylasına denizine kumsalına ormanına üzülür mü! Tabii ki hayır. Akşam ne yiyeceğinin derdinde kalabalıklar.

Ne olanlar ne de ölenler kimsenin umurunda değil. 

Tekrar ediyorum.
Halkın arasından sesleniyorum.
Olanları bırak
Ölenler bile kimsenin umurunda değil. 
Ne insan ne hayvan ne orman
Şehitler de buna dahil..! 

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

1 Eylül 2025 Pazartesi

Öykülerim | Kızıl Kiremitlerin Kıyısında

Uyandığında tir tir titriyordu. Pencereden sızan ışığa bakılırsa güneş doğmuştu ama sımsıkı kapalı perdeler, içeride sadece loş bir aydınlığa müsaade ediyordu. Önce yorganı üstüne çekip başını da içine sokarak ısınmaya çalıştı. Eylülün ilk haftaları yazdan kalma sıcacık bir havayla geçiyordu ama içindeki soğuk umursamıyordu bile. Kafasını tekrar dışarı çıkarıp, yüzünde şaşırmış bir ifadeyle etrafına baktı. Odada dayanılmaz bir soğuk dışında her şey normal gözüküyordu. Yaklaşık 6 aydır bu haldeydi, üşümekten başka bir his yoktu sanki hayatında. Yazın geçer belki demişti doktorlar ama ağustosun en sıcak günlerinde bile daha da kötüleşmişti içini kaplayan soğuk hissi. Kalktı, battaniyeyi sırtına alıp salona doğru yürüdü. Her şey akşam bıraktığı gibiydi. Perdeleri açıp yüzü güneye dönük, penceresinden sokağa baktı. Aşağıda insanlar toplanmıştı ve bir ambulansın ışıkları yanıp sönüyordu. Belki de insanlar yoktu, ambulanstan da emin olamadı, sonra ışıklar ve insanlar birbirine girdi. Sonra. Baş dönmesi. Soğuktan aklı ona oyunlar oynuyordu belki. Yutkundu, midesinin bulandığını hissetti. Perdeyi kapatıp açınca hepsi kayboldu, sakin bir sokak görüntüsü karşısındaydı şimdi. Kimsenin üşür gibi bir hali yoktu, şortla gezenler bile vardı. Sorunun kendisinde olduğunu hatırlattığı için hemen perdeyi bir kez daha kapatıp pencereden uzaklaştı. İnsan bir derdi başkalarının da paylaştığını gördüğünde yalnızlık hissinden kurtulur ve bencil bir sevinç duyar. Aksi halde iyice yıkılır, sorunun kişiselliği, harekete geçmesini gerektirir çünkü. Mutfağa gidip bir kahve yaptı. Hızlı hızlı içti. Sanki yapacak bir işi varmış gibi.

Aylar önce başlayan üşüme hissi bir daha ne yaparsa yapsın geçmemişti. Gitmediği hastane denemediği tedavi kalmamıştı. Sıcacık havalarda dahi montsuz paltosuz dışarı çıkamaz halde olmak ona korkunç bir sıkıntı veriyordu. Doktorlar çaresizdi. Evi ne kadar ısıtırsa ısıtsın değişen bir şey olmuyordu. Artık pes etmiş, yeni hayatına alışmaya çalışıyordu. Hiçbir şey eskisi gibi değildi. İnsanların bakışlarından bunaldığı için sokağa çıkmak gelmiyordu içinden. Kat kat giyimli halde aralarında dolaştığında onu işaret edip fısıldaşıyor, hatta bazen laf atıyorlardı kahkahalar eşliğinde. Çaresiz evine kapandı. Aklında tek bir soru vardı. Bir türlü cevaplandıramadığı tek bir soru. Soğuk, buz gibi bir soru. Neden üşüyordu?

Normalde hafıza sorunu yok gibiydi ama soğuktan öncesine dair boşluklar vardı. Ne kadar uğraşsa, sorunun kaynağına dair bir şey hatırlayamıyordu. Ailesi bu konuda bir şeyler anlatmaya çalışmış ama onlar daha söze başlar başlamaz kulakları çınlamaya başlamış ve bayılmıştı. Bir daha da konu açılmamıştı aralarında. İşitme duyusu da istemsiz olarak bu konuda konuşulmasına izin vermiyordu anlaşılan. Anne ve babası ayda bir uğrar, erzak falan getirirler, hem ona acıyan hem de sanki suçluluk duyan bakışlarla biraz oturup giderlerdi. Sanki usta bir kurgucu hayatından belli bir kısmı pürüzsüz bir şekilde kesip atmıştı. Ev hapsine dönmüş bir yaşam. Dışarıdan ihtiyacı olan her şeyi sipariş verip kapıya getirtiyordu. Arkadaşı kalmamıştı, zaten çok yoktu. Kitaplara, filmlere vermişti kendini.


Artık bu kabusu kabullenmişken, günler böyle geçip giderken, eylülün ikinci haftası gibi balkon kapısına vurulduğunu duydu. Salona gitti. Bir leylek duruyordu camın ardında. Gagasıyla kapıya vurur gibi tıklatıyordu camı. Bir misafirdi adeta. Adam ilk kez böyle bir durumla karşılaşıyordu. Tuhaf bir kıpırtı duydu içinde. Sanki kanatlanmış gibi hareketleri hızlandı. Hafta sonu bir kilo balık alıp buzdolabına koyduğunu hatırladı. Aslında deniz ürünlerini sevmezdi ve bunu neden yaptığına bir anlam verememişti. Büyülenmiş gibi dolaptan torbayı alıp ona doğru yürüdü ve balkon kapısını açtı. Balıkları bir kaba boşaltırken kuşun bacağında tuhaf bir kabartı fark etti. Dikkatle bakınca bir kağıt iliştirildiğini gördü. Kuş önce vazifesini tamamlamak istiyor ve onu bekliyor gibiydi. Bir postacı  gibi. Balıklara bile hamle yapmamıştı.  Genç adam çekinerek ama merakla kuşun bacağına sarılmış kağıdı çözmeye başladı, leylek bunu bekler gibi kıpırdamadan duruyordu, kağıdı alıp kapıyı kapatırken kuş balıkları yemeye başlamıştı bile. Sanki görevini tamamladığına kanaat getirmiş gibi. Soğukların başladığı sabahtan beri hiç bu kadar heyecanlandığını hissetmemişti genç adam.  Birisi yaşadığını hatırlatmış gibiydi. Soğuk hissizlik duvarı yıkılmıştı nihayet. Rulo halindeki kağıdı açtı ve gözleri yazının üzerinde gezdikçe büyüdü.

Kısacık bir mesajdı. Okuduktan sonra masanın üzerine bıraktı. Önce kışlık şapkasını çıkardı ve atkısını çözdü. Sonra evde üzerinden eksik etmediği kürklü montunun fermuarını açtı, çıkarıp koltuğun üzerine koydu. Hava alabildiğine serindi o gece ama sıcak havalarda bile kat kat giyinen adam soyunmaya devam etti. Çırılçıplak kalana kadar büyük bir huzur içinde soyundu. Artık titremiyordu. Üşümüyordu. Soğuktan eser yoktu. Kapıyı açtı. 7 katlı apartmanın en üst katındaydı dairesi, çatıya giden yıkılacak gibi merdivenleri tırmandı. Rahat adımlarla kiremitlerin üzerinde yürüyerek en uçtaki bacanın yanına gitti. Her tarafta çok eskiden kalma söndürülmüş sigara izmaritleri vardı. Artık her şeyi hatırlıyordu. O buz gibi Mart gecesi birkaç dakika öncesi kadar, sevdiğinin kokusunu duyabileceği kadar yakındı ona. 

Genç kız akşamları çatıya çıkıp baharda gelen leyleği beslemeyi çok severdi. Sonra da sigarasını yakar, genç adama sarılıp önlerinde uzanan şehri işaret ederek hayallerinden bahsederdi. Bir gün çatıda kanadı incinmiş bir leylek buldular. Kız onu kendine benzetmiş, tedavi ettirmiş, birkaç hafta baktıktan sonra serbest bırakmış, fakat uçurmadan önce leyleğin ayağına bir kağıt bağlamıştı. Defalarca sorsa da ne yazdığını ona söylememişti kız. Hemen ardından kar atıştıran o buz gibi gece. Son akşamları. Aileleri bir türlü birlikteliklerine izin vermeyince, ayrılmaktansa beraber intihar etmeye karar verdikleri, kendilerini uçurum gibi bir ümitsizliğe bırakıverecekleri o uğursuz gece. Toplumun yaşam şansı vermediği medeni azınlıktan iki gencin kara ve karlı son gecesi. Tam el ele atlayacakken genç adam son anda ne olduysa vazgeçmiş, ama sevgilisi kendini aşağıya bırakırken yaptığı hamle onu kurtarmaya yetmemişti. Sonrası malum. Ayrılık ve ansızın beliren amansız bir soğuk ile kısmi hafıza ve işitme kaybı.

Genç adam gözünden akan yaşlara karşın buruk bir mutluluk hissediyordu sanki. Sözünü geç de olsa tutmanın verdiği bir gönül rahatlığı belki. Ne çok sağlam ne de çok kaypak durmayan eğreti kızıl kiremitlerin yerini boşluğa bıraktığı son noktaya kadar yürüdü. Notta yazan kısacık cümleyi kısık sesle tekrarladı: “Madem aşağıya gelmedin, yukarıda bekleyeceğim”.

Kızcağız onları ayıranın, anlaşmayı bozanın, er ya da geç en çok sevdiği insanın ta kendisi olacağını anlamıştı demek ki. Kim bilir, belki de bu kararı almasına da, uğruna ailesini okulunu terk ettiği sevgilisine karşı için için duyduğu bu büyük hayal kırıklığı sebep olmuştu. Çatının kıyısına doğru yaklaştıkça genç adamın içini sıcacık hisler kaplıyordu. Kalbi deli gibi atıyor, içi ısındıkça ısınıyordu. Gözlerinden yaşlar süzülmüyor çağlıyordu adeta. Kanı ihaneti ortaya çıkmış bir hain gibi, kaçacak bir yer arar gibi, vücudunda dört dönüyordu. Evinde yaptığı gibi yüzünü güneye döndü ve kızıl kiremitlerin kıyısında, uçmaya hazırlanan göçmen kuşlar gibi kollarını iki yana açtı. Aşağıya doğru kararlı ama gergin bir adım attı. Boşluk için bu kadarı yeterliydi, ikinci adımı söke söke kendisi aldı.

Gecenin içinde bir kanat sesi duyuldu. Sürüsünün gerisinde kalmış bir kuş, geç de olsa, görevini yerine getirmiş olmanın rahatlığıyla, karanlık şehrin üstünde, ait olduğunu hissettiği adresi bilinmez bir yerlere doğru kanat çırpıyordu, yaşam sevinciyle. 

Yazan: L. Kızıltoprak



Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...