Mutfak ve yemekler yoluyla paralel bir dil yaratma çabası “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” filmini
hatırlattı ama o sıkmadan seyrettirmiş, hatta kendini sevdirmişti. Zaten beğendiğim
bir oyuncu olan Fatih Al da bir
başka ortak noktaları.
Yasemin Yalçın’ın
karikatürize edilmiş “Kakılmış”
tiplemesi ister istemez akla geliyor, filmdeki onun dramatize hali. İki farklı
filtreyle aynı karakteri seyretmek gibi.
Evinde yemeği ve temizliği arasına sıkışmış bir kadın
merkezde. TR’de bol miktarda var bunlardan. Hiç durmadan evini ve kabını
kacağını silmekten kendisi de alabildiğine “silikleşmiş
bir karakter”. Meşhur ve herkesin ilgi gösterdiği bir yemek programı
sunucusu olmak onun hem çıkış hem kaçış yolu. Bir nevi terapi aynı zamanda.
Evine kapanmış bile diyemeyeceğimiz bir mutfağa sıkışmışlık var. Diline de
yansıyor bu hali. Karşısındaki ne kadar önemli bir mevzudan bahsederse
bahsetsin “aklıyla değil mutfağıyla
cevap veriyor”. İşte kocasının serzenişi:
“Ben gidiyorum diyorum, sen pilav
diyorsun yoğurt diyorsun!!!” :)
Trajikomik bir tip. Komiser buna yaşadığı haksızlıkları
anlatıyor, “Adalet adamı olarak
söylüyorum, adalet falan yok” diyor, karı kalkıyor yemek ikram ediyor, dolmadan
bahsediyor. Benliğini yitirmiş, köleleşmenin ötesinde kişiliği silinerek mutfak robotuna dönüştürülmüş bir kadın.
Kocasının ölümündeki rolü bile içine kaçmaktan ibaret aslında.
Alegorik olarak da alabilirsiniz bu durumu; patolojik bir
içine kapanma hali, çevreden kopma, paylaşılan gerçekliğe karşı kişisel yanılsamalarla
tepki verme çaresizliği. Hepsi düşünülebilir. İster insan olsun ister devlet,
ister toplum; nerden baksan hastalıklı bir durum. Bir devlet düşünün siz
sınıfların kalabalıklığından, eğitimin kötülüğünden şikayet ediyorsunuz, o size o
yıl kaç tane cami yaptığından, daha çok imam hatip açacağından, metrodan, köprülerden bahsediyor. Bir
toplum düşünün, siz hukuk dedikçe, “biz dünyanın en misafirperver halkıyız,
dolma almaz mısınız?” diye gülümsüyor. Teknolojide çok geri kaldık diyorsunuz, ballandıra ballandıra şanlı bir tarihten bahsedip duruyor. Paramız Bulgaristan'da bile değersiz oldu diyorsunuz, dimdik ayaktayız evelallah diyor. En çok gazeteci hapsetmiş ülkeyiz diyorsun, ileri demokrasinin nimetlerini sayıp döküyor. Ve Avrupa bizi kıskanıyor. Gülmeyin, aslında benzer şeyler bunlar. Patolojik bir hal. Bildiğin ruh hastalığı bu. Ama
hep dediğim gibi, ortalama bir zeka için en aptalca hikayeden bile manidar
benzetmeler, göndermeler, alt metinler çıkartmak çok kolay. Filmi bunlar
kurtarmaz. Kurtarmıyor da.
Yönetmen Ümit Ünal demiştik.
Birkaç başarılı filmin altında senarist olarak imzası var. Ama net söyleyeyim, filmi beğenmedim. Yıllar önce yine yönetmenliğini yaptığı “Gölgesizler”
filmini de seyretmiş, onu da sevmemiştim. Peki beğenmemek ne demek? Bir de o
var, niye beğenmediğini açıklamak zorundasın cemaate :) Şöyle diyelim, filme
başladıktan sonra, filmden kaynaklanan sebeplerle, seyretmeye devam etme isteğini
kaybetmek benim için bir “beğenmeme” tanımı olabilir mesela. Oysa sevdiğim
filmi bırakın bir kere seyretmeyi, tekrar tekrar seyretmek için fırsat
yaratırım. Benim kriterim bu kadar basit. Sevmediğim işi niye sevmediğimi
anlatmak için uzun uzun yazılar döşenmek çok saçma geliyor.
Neticede sanırım Ümit Ünal bana göre bir yönetmen değil. Demet Evgar’ın oyunculuğundan başka tutunacak
dalı yok filmin. Zaten kadını bıraksanız, sahnede rastgele bir şeyler anlatsa,
bundan daha ilgi çekici bir şeyler ortaya çıkardı. Psikolojik çözümlemeleri ya da alegoriyle
eleştiriyi Türk sineması beceremiyor. Bana bitse de gitsek dedirtti. Kara mizahı ve absürdizmi beceriksizce
kullanan, temposuz ve sıkıcı bir film. Düz bir hikaye anlatımını
küçümseyip alengirli işlere kalkışınca ortaya çıkan bunaltıcı bir sinema.
Ha eleştirmenler genelde pek bir beğenmişler, süslü cümlelerle allamışlar
pullamışlar, orası beni ilgilendirmez.
“Kıro komedisi”yle
“daraltıcı
dramların” kıskacından birkaç istisna dışında çıkamadık gitti..!
Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.