“Türkiye sınırları
içerisinde her şeyin hapishane olduğunu söyleyen bir filmdir Yol. Yasaklar, birçok engeller,
özgürlük yok, demokrasi yok. Hiçbir şeyin olmadığını anlatan bir filmdir.”
Tarık
Akan
Hikaye ve senaryo, Yılmaz
Güney. Yönetmen, Şerif Gören.
Hapishanede Rutkay Aziz’in sesiyle bir anons eşliğinde film
başlıyor. Sürekli “ceza”dan bahsediyor o ses ve yapılmaması gerekenleri, yasakları anlatıyor. “Şöyle yapmayın, böyle yapmayın
yoksa…” diye biten cümleler çekiç gibi vuruluyor hem mahkumların hem seyircinin
kafasına.
Filmde dört tane mahkumun izin alarak ailelerini görmek
üzere 80 darbesinin sıkıyönetim şartlarında yolculukları anlatılmış. Beş altı
tane ana hikaye var diyorlar ama ben 4 erkek mahkum görebildim, belki kadınları
da saymışlardır.Yol ve yolculuk kavramlarının altını çizer gibi film boyunca
arabalar, tekneler, otobüsler, trenler seyrediyoruz. Fakat vasıtalar değişse de yol aynı yol ve hangi vasıtayla olursa olsun hep aynı çıkmaza sürüklüyor insanları.
Uzun uzun makale yazılabilecek bir film ama burada kısa
tutacağım. Sadece beni etkileyen birkaç sahneden bahsetmek istiyorum.
Halil Ergün’ün
oynadığı Mehmet Salih adlı mahkum, arkadaşına kendisi için Diyarbakır’ın
anlamını anlatırken şöyle diyor:
“Beni görünce sevinecek olanlar…İşte Diyarbakır”
Aslında bu bir Diyarbakır tanımı değil de “yuva” tanımı olarak alınmalı. Ev
başkadır yuva başka biliyorsunuz. Bizi görünce sevinecek olanların olduğu ve
bizim görünce sevinecek olduklarımızın olduğu yer“yuvamız” değil midir? Yoksa çoğumuzun iyi kötü başını sokacak bir barınağı var. Ne güzel bir yuva tarifi.
Loreena McKennitt’ın çok sevdiğim
bir şarkısının o harika nakaratını getiriyor aklıma bu söz:
“Maybe I can find a place, I
could call my home”
Maybe I could find a home, I
could call my own”
Mehmet Salih sonlara doğru karısını çocuklarını alıp kaçıyor
trenle. Adam epeydir hapishanede, birkaç günlüğüne çıkmış, birilerinin
kötülüğünden kaçmaktan bir türlü fırsat olmamış karısıyla (Meral Orhonsay) baş başa kalmaya. Yolcu
kısmı da kalabalık, zaten çocuklar var. Nihayetinde dayanamayıp karısıyla tuvalette
sevişmeye başlıyorlar ama her türlü alçaklığa sessiz kalan “aziz halkımız” bu durumu
hemen fark edip linç girişimi başlatıyor. Kondüktörler çağırılıyor, bağrışmalar, küfürler falan bunları karga tulumba
ayrı bir yere götürüp sorgulamaya başlıyorlar. Zannedersin cinayet ya da
hırsızlık zanlısı bu insanlar. İşte o sorguda başları önlerine eğdirilmiş
dururlarken niye böyle bir rezillik yaptıklarını soran kondüktöre Mehmet
Salih’in söylediği zihnime kazınan bir başka söz:
“Sana
göre rezillik, bize göre de mecburiyet”
Yahu adamın kendi karısı. Olmasa ne olur! Adam mahkum, adam
hapse dönecek. Belki bir daha hiç görüşemeyecekler. Suç dediğiniz şey
“sevişmek” be reziller!. Dünyanın en zevkli ve doğal eylemi. Size ne! Ben böyle bir
olaya denk gelsem, tecavüz olmadığına kanaat getirirsem sessizce yalnız bırakırım o insanları. Kavuşsunlar işte.
Nedir bu gareziniz, kininiz..! Bu ne
kötülüktür ne habis bir kültürdür! Sonra bu namusluların topraklarında çocuklar üç pantolonla dolaşıyor kimse pislik yapmasın diye!
Dönelim filme. Necmettin
Çobanoğlu’nun gayet iyi oynadığı bir Ömer
karakteri var. Adamın kardeşi eşkiya. Çatışmada öldürülüyor, asker kamyonun
arkasında “hayvan ölüsü” gibi köyün meydanına cesedini getirip tüm ahaliyi
topluyor ve sırayla çağırıp tanıyıp tanımadıklarını soruyor. Sıra Ömer’e
gelince bakıyor kardeşine ama söyleyemiyor başına iş almamak için. Korkunç bir
durum. Çok korkunç. Kardeşin önünde kanlar içinde ve sen ölüsüne
sarılamıyorsun, ağlayamıyorsun, bir damla göz yaşı bile dökemiyorsun. Neden?
Tüm aile zan altında kalacak. Yazıktır ya!
Doğru dürüst bir hukuk sistemi kurup adaleti sağlamak
devletin birincil borcudur, devletin olmazsa olmazıdır. Adalet mülkün temelidir
ilkesi boşuna değil ama Türkiye’de sözde kalan bir laftır. Devlet
ancak adil bir hukuk sistemi kurduktan sonra kendisine başkaldıranlara şiddet
uygulama hakkına sahip olabilir. Tamam ekonomin kötü olabilir ama adaleti
sağlayacaksın, hakça bir hukuku çatır çatır uygulayacaksın, kaçarı yok bunun. Adam
ağasından ayrı devletinden ayrı tokat yerse ve sığınacak adaletli bir hukuk sistemi
de olmazsa ne yapacak? Sonunda iş çete savaşlarına, kan davasına dönüşür. Kapanın elinde kalır, onun bunun oyuncağı olur. İçinden çıkılmaz bir hal alır durum, suçlu suçsuz birbirine karışır.
Filmde Tuncay Akça’nın
canlandırdığı bir Yusuf karakteri
var. Tam bir bürokrasi mağduru. Taa 1982 yılında çizilmiş bir Türk “I, Daniel Blake” hikayesi gibi. Hele filmin başındaki mektup
sahnesinde kendi mektubunu umutla bekleyişi…Alabildiğine edilgen, saf bir kişilik. Etkileyici bir
karakterdi, keşke hikayesi biraz daha derinleştirilseymiş dedirtti.
Son karakterimiz, Tarık
Akan’ın oynadığı Seyit Ali. O mahpustayken biriyle aldatmış diye karısını (Şerif Sezer) mağara gibi bir yerde 8
ay ayağından zincirleyip hapsetmiş kendi ailesi. Sadece ekmek ve su verilmiş.
Hiç yıkanmamış. Ah “Aziz Anadolu”, niye böyle zalimlikler hep senin bağrından
çıkıyor? Hadi devletin yaptığı zorbalıkları anladık, peki senin insanlarının
birbirine yaptıklarına ne demeli? Onun için de başkalarını suçlayamazsın ya! Nedir bu insanlarının hem birbirine hem başkalarına yok yere çektirdikleri? Bir kadını aylarca taş
bodrumda zincirlemek! Nasıl ilkel bir kültür bu! Böyle geleneklerin
sürdürülmesi muhafazakarlık değil caniliktir, hala göremiyor musunuz bunu!
Kadının ailesi ya sen öldür ya biz diyor. Seyit Ali üstüne
alıyor. Aslında hep kararsız. Hep isteksiz Hep son anda bir şey olacak ve bir hal yolu bulunacak ümidini taşıyor. Bir mucize olsun, onu bu seçimi yapmaktan
kurtarsın istiyor adamcağız.
Böyle durumlarda insan aklı riyakarlaşır. Üzerinde
düşünülmesi gereken bir psikolojidir. Akıl ve vicdan geri itilir. Düşüncelere
kurnazlık hakim olur. Kurnazlık aklın sapkın bir halidir. Çözümsüzlük ortamının
doğal bir sonucudur. Hepimiz çeşitli
olaylarda yaşayabiliyoruz bunu. Seyid'in daha önce donarak ölen kadını
hatırlayıp belli belirsiz karısının da orada ölmesini isteyişi buna bir örnek.
Tetiği çekmeyecek ve işi tabiata havale edecek. Hem öldürmüş olacak hem de
öldürmemiş. “Yapmadan yapma” hali. Bir dış faktörü denkleme dahil ederek vicdan azabını
hafifletmeye çalışmak ve suçu kendinden uzaklaştırmak. Kendi kendini kandırmak
için “eylemi dolandırmak”. Suçun faili değil ortağı olmayı yeğlemek, bunu daha katlanılır bulmak. Çaresizliğin yarattığı bir biçimsiz çözüm. Çok
ilginç bir ruh halidir bu.
Hele kadının atın öldüğü yerde yıkılması apayrı bir
trajediydi (Atlı sahnelerden birinin "The Revenant"ı hatırlattığını da not düşeyim). Bu sahneyle ilgili Tarık Akan’ın anılarında da bir paragraf vardı.
Okumanızı tavsiye ederim.
Özetle, bu ülkede adalet hiç olmadı. Cumhuriyet tüm saflığı
ve iyi niyetiyle uygarlığın tüm
ayaklarını olduğu gibi çağdaş hukukun da temelini atmaya çalıştı ama neticede
bu bir süreçti ve halkın kalitesi sürdürmeye yetmeyince her geçen yıl iş
sulandırıldı, yozlaştırıldı. İktidarı her eline geçiren hoyratça “ötekilere” kötülük etti. Üstelik bunu
hukuku oyuncak ederek yaptı. Hani alay eder gibi “ileri demokrasi” diyorlar ya,
bugün AKP örgütünün yaptığı da bunun “ileri
kötülük” halinden ibaret. Eteklerinde yaşadığımız bir kötülük yanardağının son patlaması.
Filmle ilgili kurgu, müzik kullanımı, sinematografi, senaryo
ve pek çok alanda kusur bulunabilir ama ben yapmam. Hem ekonomik hem siyasal hem de toplumsal
açıdan o kadar zor şartlarda çekilmiş bir film ki 2019 yılında rahat
koltuklarımızdan bu şekilde eleştirmek benim vicdanımın elvereceği bir iş
değil. Dolayısıyla bu filme tek eleştirim filmdeki atın gerçekten öldürülmesi
olabilir, bence buna gerek yoktu. Hiçbir sanat eseri, canlı hayatından daha
değerli değildir.
Filmin yapım hikayesiyle ilgili bir belgesel de var Youtube’da.
Tavsiye ederim.
Değerli, cesur ve gerçekçi bir film.
Zaten “Altın Palmiye”
alarak kendini kanıtlamış durumda.
Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.