EL ETERNAUTA (1)
Sonsuzluk Yolcusu, Oesterheld'in bir şaheseri. Breccia gibi bir ustayla yakaladığı uyumun zirvelerinden birisi. Bu konudaki yazıyı uzun olacağı için iki parçaya bölmeyi düşünüyorum. Eserle ilgili bilgileri ve yorumları bir sonraki yazıya saklarken, burada çizgiromanın hikayesini detaylı bir şekilde baştan sona özetleyeceğim.
SONSUZLUK YOLCUSU
“Les etoiles sont loin. Au chaud. Mes livres. Ma solitude.”
"Yıldızlar ne kadar uzakta. İçerisi sıcak. Kitaplarım ve yalnızlığımla başbaşayım."
Giriş sahnesi harika. Dışarıda kar yağıyor. Evinin güvenlikli ortamında macera hikayeleri kaleme alan bir yazar masasında çalışmakta. Duvardaki Mort Cinder posteri ile Oesterheld okuyucusuna adeta göz kırpıyor.
Birden adamın karşısındaki sandalye sanki birisi oturuyor gibi gıcırdar. Bulanık bir görüntü belirir. Yavaş yavaş netleşir ve cisimleşir. Bakışları delip geçen bir adam durmaktadır yazarın karşısında. Ona baktığında hayretle karışık bir huzur kaplar içini. Yabancı ona ne iş yaptığını sorar. Çizgiroman senaristi olduğunu öğrenir. Kendisini sonsuzluk yolcusu (eternot) olarak tanıtır. Zamanın içinde gidip gelebildiği için 22.yy.da böyle isimlendirildiğini söyler. Rahat bir koltuğa geçer ve başından geçenleri anlatmaya başlar.
Birden adamın karşısındaki sandalye sanki birisi oturuyor gibi gıcırdar. Bulanık bir görüntü belirir. Yavaş yavaş netleşir ve cisimleşir. Bakışları delip geçen bir adam durmaktadır yazarın karşısında. Ona baktığında hayretle karışık bir huzur kaplar içini. Yabancı ona ne iş yaptığını sorar. Çizgiroman senaristi olduğunu öğrenir. Kendisini sonsuzluk yolcusu (eternot) olarak tanıtır. Zamanın içinde gidip gelebildiği için 22.yy.da böyle isimlendirildiğini söyler. Rahat bir koltuğa geçer ve başından geçenleri anlatmaya başlar.
"Dört arkadaş laboratuvarda iskambil oynuyorduk: Favalli, Lucas, Polski ve ben, Juan Salvo. Eşim Helene ve kızım Martha da yukarıdaydı. Birden radyoda son dakika haberi girdi. Antarktika’daki üsle bağlantının kesildiğinden ve uçan daire görüldüğünden bahsediyordu. Dört arkadaş haberi alaya alırken dışarıda bir ışık çaktı. Radyonun sesi kesildi. Hepimiz pencereye gittik. Şimdiye kadar şahit olmadığımız türden mutlak bir sessizlik hüküm sürüyordu. Dışarıda cesetler vardı. Tuhaf bir kar yağıyordu. Favalli bunun normal bir kar olmadığını pencereyi açmamamızı söyledi. Ailem aklıma geldi, hemen üst kata fırladım. Neyse ki hayattaydılar. Penceresi ya da kapısı açık olan evdeki insanların hepsi ölmüştü. Kara benzer maddenin girdiği yerde canlı kalmıyordu. Buenos Aires’e ölüm yağmaya başlamıştı sanki. Polski kendi kaybetti. Eşi ve çocuklarına gitmek için dışarı çıktı. Kar taneleri bedenine dokunduğu anda yere düştü ve birkaç dakika içinde hareketsiz yerde yatıyordu. Ölüm yağdığı doğrulanmıştı. Evin içi adeta bir adaya, bizler de Robinson Ailesine dönüşmüştük. Pencere ve kapı aralıklarındaki yarıkları kapadık. Bu sırada radyo kanallarında gezinince kısık ve çıtırtı halinde bir anonsa denk geldik. Uzaylıların işgali altında olduğumuzu ve iktidar odaklarının ihanetini duyabildik. Lucas metanetini kaybetmeye başlamıştı. Evin içinde hayatta kalmayı başarsak bile karı yağdıran uzaylıların gelip bizi bulacaklarını söylüyordu. Haklıydı. Odama çıkıp faydalı olabilecek eşyalara bir göz attım. Dalgıç giysisini yanıma alarak aşağı indiğimde Lucas sakinleşmişti.
Korkunç gerçek yavaş yavaş ağırlığını hissettiriyordu. Dünyamız yok olmuş gibiydi. Martha tek bir gözyaşı dökmeden yanımda cesur bir duruş sergiliyordu. Havalandırmaya filtre takarak hava problemini hallettik. Bu sırada pencereden bakan Helen karşı evde bir ışık gördü. Ramirez’in eviydi. Muhtemelen mum yakmıştı. Birden pencereye doğru yürüdüğünü fark ettik.Aynı anda yapmamasını haykırdık duymayacağını bilsek de. Ramirez pencereyi açtı ve yığıldı kaldı. Herşey bir sessiz filmden farksızdı. Çığlık bile yoktu. Kim bilir kaç evde bu trajedi yaşanıyordu. Dalgıç elbisesini giyip dışarı kimin çıkacağını konuşmaya başladık. Zar atmaya karar verdik. En düşük sayıyı ben attım. Giysiyi giydim, eldivenleri taktım ve bir tüfek alarak dışarı çıktım. Maipo caddesi hiç bu kadar huzursuz edici bir sessizliğe bürünmemişti. Ölüm dolu caddede etrafımda cesetler olduğu halde ilerledim. Hırdavatçı dükkanına girdim. Herkes ölmüştü. Bu sırada birisinin bir yerlerde kapıyı yumrukladığını işittim. Bodrum kapısıydı. Dansa gitmesini istemediği için kuzenini kilitlemişti dükkan sahibi. Genç kız bu sayede hayatta kalmıştı. Kızı kurtarıp etrafını muşambalarla sardım ve onu da alıp eve döndüm.
Eve getirdiğim kızın adı Suzanna’ydı. Lucas ve Favalli’nin kıza bakışlarındaki değişikliği hemen fark ettim. Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm kitabında söyledikleri aklıma geldi. Salgın hastalık ya da savaş gibi ölümü yakın hissettiren ortamlarda insanlar genetik bir içgüdüyle genlerini aktarma hedefine yürümeye başlıyor ve normal sayılan ahlak gibi davranış paternlerini terk ediyordu. Ölüm korkusu insanı bir sağkalım makinesine dönüştürüyordu. İşte arkadaşlarımın bakışlarında bunu gördüm. Dışarıdan erzak ve malzeme toplamamız gerekiyordu. Bu sefer Favalli giyinip dışarı çıktı. Bakkalın minibüsüne erzak yükleyip getirdi. Bir dahaki sefere Lucas ile çıktık. Canı sıkkın gibiydi. Favalli’ye güvenmediğini, bize ihtiyacı olmadığını söyledi. Çıkarken gizlice elbisemizde bir delik açarak bizi öldürmesinden korktuğunu itiraf etti. Onu susturdum ama benim de içimi kemiren şüpheler vardı. Arkadaşlık gibi kavramlar eski dünyada kalmıştı. Eczaneye girdim ve ilaçları çantama doldurmaya başladım. Dışarı çıktığımda Lucas yerde yatıyordu. Sırtından bıçaklanmıştı. Katil yakınlarda olmalıydı ama korkumdan arayamadım ve eve geri döndüm. Ben yokken radyoda dünyanın saldırıya uğradığı ve ABD, Rusya ve diğer süper güçlerle uzaylıların dünyayı paylaşmak için anlaştıkları açıklanmıştı. Güney Amerika uzaylılara hediye edilen bölge olmuştu. Bu üstün gücün karşısında Avrupalılara direnmeye çalışan İnka ya da Aztekler gibiydik. Favalli bu habere şaşırmamıştı.
“Şaşıracak bir şey yok. Uzaylılardan önce bizi sömürgeci ülkeler ve uluslararası şirketler istila etmiyor muydu? Onların ölümcül karları yağmadı mı üzerimize? Sefaletimiz, geri kalmışlığımız nedendi? Yaralı bir av gibiydik…bu sefer kan kokusunu uzaylılar aldı.”
Bazı ülkelerde direniş hareketleri başlamıştı. Uzaylı
istilacıların amacının ne olduğunu bilmiyorduk. Bu sırada kapı yumruklanmaya
başladı. Dışarıdaki paniklemiş biri, giysisinin yırtıldığını, içeri
almamızı haykırıyordu. Pencerenin önüne
gelmesini istedik. Ateş açarak karşılık verdi. Biz de karşılık verdik. Lucas
öldü. Bir karar vermemiz gerektiğini anladık. Daha fazla sayıda insan
saldırabilirdi. Evden ayrılmalıydık. Aynı gece kamyonlar eve geldi.
Dışarıdakiler istilacılara karşı savaşmak insana ihtiyaçları olduğunu, 3 dakika
içerisinde dışarı çıkmazlarsa ateş açıp pencere camlarını kıracaklarını söyledi.
Eşim Helene ve kızım Martha’yı evde bırakıp Favalli ile birlikte dışarı çıktık.
Mahalleden toplanan diğer erkeklerle birlikte bir kamyona binip yola çıktık. Herkes
korkmuş gözüküyor ve yeni şartlara adapte olmaya çalışıyordu, bense nihayet
istilacılara karşı bir şeyler yapabilecek olmaktan memnundum.“
"Je decouvre que la haine dans l’action est horriblement gaie”.
"Eyleme dönüşmüş nefretin korkunç bir keyif verdiğini farkettim"
"Je decouvre que la haine dans l’action est horriblement gaie”.
"Eyleme dönüşmüş nefretin korkunç bir keyif verdiğini farkettim"
Merkezlerinde bize daha iyi izole edilmiş giysiler
dağıtıldı. Ben askerden henüz döndüğüm için birliğin komutanı oldum. Diğerlerine ateş etmeyi öğretmem söylendi. Suzanne da evde kalmak yerine gelmeyi seçmişti.
“Suzanne…Je ne sais si elle est belle ou l aide, mais c’est une femme. Des yeux humides, une peau plain de promesses sous le tissu grossier. Et Helene? Comment puis-je regarder Suzanne comme ça?”
Askerlerden birisi sürekli notlar alıyordu. Adı Heriberto Mosca’ymış. Tarihçiydi. Gelecek nesillere olanları aktarmak gerektiğinden söz etti. Gelecek bir nesil olacağından emin değildim. Diğerlerine tüfeklerini nasıl dolduracaklarını gösterirken kumandan Yüzbaşı Piedras beni çağırttı. Favalli de bilim danışmanı olarak onun yanındaydı. General Paz caddesinde bilinmeyen bir kuvvet olduğunu anlattı. İki tane keşif ekibi gönderilmesine karşın hiçbiri dönmemiş. Daha fazla burada bekleyemeyeceğimizi, ilerlemek zorunda olduğumuzu söyledi. Teğmen Alonzo geri çekilip daha güçlü bir şekilde saldırabileceğimizi söyleyince bu intihar görevinden kurtulabilme umudu doğdu içime. Ama beklenmedik bir şey oldu. Kumandan silahını çekip Alonzo’yu vurdu. Tartışma değil, eylem zamanı dedi. Bir anda artık yeni teğmen ben olmuştum. Üçüncü keşif ekibi olarak General Paz caddesine doğru ilerlemeye başladık. Bir anlığına da olsa düşmanı gördük. İşte tüm bu dehşetin müsebbipleri nihayet karşımızdaydı. Heyecandan titriyordum. Onlar da bizi görmüştü. Hemen tankımızın arkasına kaçtık ama bir atışta tankı patlatıverdiler. Bizimkiler geriden hücuma başladı. Topçu ateşiyle lazerlerini etkisiz hale getirmek istiyorlardı ve başardılar. Işın silahları olmayınca uzaylıların dövüşemediği ortaya çıktı. Hepsini öldürdük. Tam zaferimizi kutlarken yeni bir uzaylı grup geldi. Franco ve Favalli sayesinde ele geçirdiğimiz ışın silahıyla yeni gelenleri de yok etmeyi başardık. Birden gözümüze güçsüz gözükmüşlerdi. Bu sırada Mosca uzaylıların reseptör organlarını gösterdi. Anlattığına göre bu organa gelen emirleri uygulayan robotlardan farksızdılar. Mosca sadece uşakları yendiğimizi söylüyor ve efendilerinin bu kadar kolay alt edilemeyeceğini düşünüyordu. Mosca notlarına devam etti. Bu mücadeleyi General La Paz Savaşı diye kaydetti defterine. İlerlemeye devam ettik. Her yer ölülerle kaplıydı. Yüz kadar adam tek başımıza direnmeye çalışıyorduk. Yolu yıkıntıların kapattığı bir noktaya geldiğimizde bir yan yol aradık. Belli ki şehir merkezine tanklarla ve ele geçirdiğimiz ışın silahlarıyla gelmemizi istemiyorlardı. Tankı stadın içinden geçirmeye karar verdik. Kumandan bana manevra sırasında tankı korumamı emretti. Aslında bunun tercümesi “Git bir bak bakalım seni öldürebilecek bir şey bulabilecek misin” idi. Tank stadın içine girdikten sonra uzaylıların saldırısına uğradık. Onları yenip hemen tankın yanına kaçacaktık ki, uzaylıların tankı ele geçirdiğini gördük.
“Suzanne…Je ne sais si elle est belle ou l aide, mais c’est une femme. Des yeux humides, une peau plain de promesses sous le tissu grossier. Et Helene? Comment puis-je regarder Suzanne comme ça?”
Askerlerden birisi sürekli notlar alıyordu. Adı Heriberto Mosca’ymış. Tarihçiydi. Gelecek nesillere olanları aktarmak gerektiğinden söz etti. Gelecek bir nesil olacağından emin değildim. Diğerlerine tüfeklerini nasıl dolduracaklarını gösterirken kumandan Yüzbaşı Piedras beni çağırttı. Favalli de bilim danışmanı olarak onun yanındaydı. General Paz caddesinde bilinmeyen bir kuvvet olduğunu anlattı. İki tane keşif ekibi gönderilmesine karşın hiçbiri dönmemiş. Daha fazla burada bekleyemeyeceğimizi, ilerlemek zorunda olduğumuzu söyledi. Teğmen Alonzo geri çekilip daha güçlü bir şekilde saldırabileceğimizi söyleyince bu intihar görevinden kurtulabilme umudu doğdu içime. Ama beklenmedik bir şey oldu. Kumandan silahını çekip Alonzo’yu vurdu. Tartışma değil, eylem zamanı dedi. Bir anda artık yeni teğmen ben olmuştum. Üçüncü keşif ekibi olarak General Paz caddesine doğru ilerlemeye başladık. Bir anlığına da olsa düşmanı gördük. İşte tüm bu dehşetin müsebbipleri nihayet karşımızdaydı. Heyecandan titriyordum. Onlar da bizi görmüştü. Hemen tankımızın arkasına kaçtık ama bir atışta tankı patlatıverdiler. Bizimkiler geriden hücuma başladı. Topçu ateşiyle lazerlerini etkisiz hale getirmek istiyorlardı ve başardılar. Işın silahları olmayınca uzaylıların dövüşemediği ortaya çıktı. Hepsini öldürdük. Tam zaferimizi kutlarken yeni bir uzaylı grup geldi. Franco ve Favalli sayesinde ele geçirdiğimiz ışın silahıyla yeni gelenleri de yok etmeyi başardık. Birden gözümüze güçsüz gözükmüşlerdi. Bu sırada Mosca uzaylıların reseptör organlarını gösterdi. Anlattığına göre bu organa gelen emirleri uygulayan robotlardan farksızdılar. Mosca sadece uşakları yendiğimizi söylüyor ve efendilerinin bu kadar kolay alt edilemeyeceğini düşünüyordu. Mosca notlarına devam etti. Bu mücadeleyi General La Paz Savaşı diye kaydetti defterine. İlerlemeye devam ettik. Her yer ölülerle kaplıydı. Yüz kadar adam tek başımıza direnmeye çalışıyorduk. Yolu yıkıntıların kapattığı bir noktaya geldiğimizde bir yan yol aradık. Belli ki şehir merkezine tanklarla ve ele geçirdiğimiz ışın silahlarıyla gelmemizi istemiyorlardı. Tankı stadın içinden geçirmeye karar verdik. Kumandan bana manevra sırasında tankı korumamı emretti. Aslında bunun tercümesi “Git bir bak bakalım seni öldürebilecek bir şey bulabilecek misin” idi. Tank stadın içine girdikten sonra uzaylıların saldırısına uğradık. Onları yenip hemen tankın yanına kaçacaktık ki, uzaylıların tankı ele geçirdiğini gördük.
Hikaye buradan sonra hızla ileri sarıyor sanki. Juan
karakteri de hızlandığını söylüyor. Pek çok olay bir kaç karede özetlenerek
geçiliyor. Sanki çizgiromanı bitirmeleri
gerektiğini, daha fazla devam edemeyeceklerini görmüşler gibi.
“River-plate’i ele geçirdikten sonra bir sıcaklık hissettim. Amaya
ve Mosca ışınla vurulmuştu. Bulunduğumuz yer bir kraterin içi gibi ısınmıştı.
Gökten muazzam büyüklükte korkunç bir uzay gemisi indi. İçinden çıkıp kabus
gibi üzerimize saldıran askerler insandı ama uzaylı canavarlardan farksızdı.
Durumumuz pek parlak gözükmüyordu. Sonra merkezlerini havaya uçurabilirsek onları yok edebileceğimizi düşündük.
Ama uzaktan kumandalı bir uzaylıya esir düştük. Bizi de robot askerler haline
getireceklerdi. Franko ustaca ellerinden kurtulmayı başardı ve uzaktan kumanda
edilen uzaylıyı da alıp oradan kaçtık. Her yerde bizi arıyorlardı. Esir uzaylı konuşmaya başladı ve birazdan öleceğini söyledi. “Onlar” onun içine de bir
korku kilidi yerleştirmişlerdi. Asla isyan edemiyorduk çünkü korkumuz bizi
öldürüyordu.
Aynı mekanizma uzaylı uşağın içine de yerleştirilmişti. Kendi gezegeninden bahsetti. İki güneşleri varmış; barış ve güzellik içinde bir yermiş. Taa ki "onlar" gelene dek. Onlarla birlikte korku kilidi içlerine girivermiş. O da bizler gibi kozmik nefretin ve lanetli ırkın kurbanlardan biriydi. Uzun uğraşlar sonunda uzaylıların merkezini yok etmeyi başardık. Ailemin yanına döndüm. Şehirden uzaklaştık ve güvenli bölge yazan bir yere geldik. Ama tuzakmış, üzerimize ateş açtılar. Martha ve Helene’i saklayıp Franco ve Favalli’nin yanına dönecektim ama beklenmedik bir şey oldu. İkisini de insan robotlara çevirmişlerdi. Ailemin yanına döndüm ve uzay gemisine bindim. Çalıştırmaya uğraştım. Derken önce bir sessizlik oldu. Sonra sanki koca bir dağ patladı. Kendimi kaybettim.
“Tu as toute l’eternité pour les chercher. Tu seras une eternaute de plus, cherhant, cherchant toujours. Chacun a sa façon, nous sommes tous des eternautes…”
Aynı mekanizma uzaylı uşağın içine de yerleştirilmişti. Kendi gezegeninden bahsetti. İki güneşleri varmış; barış ve güzellik içinde bir yermiş. Taa ki "onlar" gelene dek. Onlarla birlikte korku kilidi içlerine girivermiş. O da bizler gibi kozmik nefretin ve lanetli ırkın kurbanlardan biriydi. Uzun uğraşlar sonunda uzaylıların merkezini yok etmeyi başardık. Ailemin yanına döndüm. Şehirden uzaklaştık ve güvenli bölge yazan bir yere geldik. Ama tuzakmış, üzerimize ateş açtılar. Martha ve Helene’i saklayıp Franco ve Favalli’nin yanına dönecektim ama beklenmedik bir şey oldu. İkisini de insan robotlara çevirmişlerdi. Ailemin yanına döndüm ve uzay gemisine bindim. Çalıştırmaya uğraştım. Derken önce bir sessizlik oldu. Sonra sanki koca bir dağ patladı. Kendimi kaybettim.
“Tu as toute l’eternité pour les chercher. Tu seras une eternaute de plus, cherhant, cherchant toujours. Chacun a sa façon, nous sommes tous des eternautes…”
Gözlerimi açtığımda garip bir canlının önünde diz çökmüş
halde tek başımaydım. Ailemi sordum. “Onlara seslenmen faydasız. Burada
değiller. Ama onları tamamen kaybetmiş değilsin. Sonsuzluk içinde onları
arayabilirsin. Sen de bir sonsuzluk yolcusu (eternot) olacaksın. Sürekli bir
şeyleri arayan bir sonsuzluk yolcusu. Hepimiz öyleyiz.” Gerçekten de öyle oldu.
Her yeri ve zamanı gezdim. Gittiğim her boyutta her dünyada ailemi
haykırdım: "Helene, Martha..!" Ve işte sonunda buraya geldim. O sırada elimdeki
gazetenin tarihi ilişti gözüme. 1969 yılındaydık. Anlattığım olaylar 1971
yılında olduğuna göre Martha ve Helene hala evde beni bekliyor olmalıydı.
Dışarı çıktım.
Bu noktadan sonra anlatıcı senarist oluyor.
"Juan’ın peşinden gittim. .Evine gitti kapıyı açan eşiyle
sohbet etmeye başladı. Helene onu bekliyor gibiydi. Sanki hiçbir şey olmamıştı.
Ona seslendim ama eski hayatına dönmüştü artık ve olanları hatırlamıyordu. Beni
tanımadı bile. Yoksa ben mi bir rüya görmüştüm. Senaristlerin hayal gücü uçar bazen,
halüsinasyon görmüş olabileceğimi düşünüyordum ki hikayenin başında bahsettiği 3
arkadaşı misafirliğe geldiler. Evet, yaşadıklarım gerçekti. Sonsuzluk yolcusu
bana iki sene sonra olacakları haber vermişti. Bunca dehşet ve ölüm hemen yanı
başımızda gibiydi ama farkında değildik. Peki acaba olacakları engellemek mümkün
müydü?
Mümkün mü?"
Mümkün mü?"