8 Mayıs 2017 Pazartesi

KÜÇÜK KIRGINLIKLARIN BÜYÜK HÜZNÜ - Chabouté (2010)

Fable Ameres de Tout Petit Rien

Senarist:       Christophe Chabouté
Resimleyen:  Christophe Chabouté 
98s / siyah-beyaz / 2010

Füsun Önal bir kitap yazmıştı vaktiyle. Aziz Nesin’le ahbaplığı olduğu için önce onun fikrini istemiş. O da okuduktan sonra beğendiğini söyleyerek kendi bulduğu ismi önermiş: “Aslında Hüzündü Hepsinin Yaşadığı”. Chaboute’nin bu albümünde hayatın içinde ufak tefek gözüken ya da önemsizmiş gibi geçiştirme eğiliminde olduğumuz ama kalbimizi kıran, gönlümüzü yoran, biriktikçe ruhumuzu yaralayan, yani üzerimizde sandığımızdan çok daha derin etkisi olan küçük kırgınlıklarla bezenmiş fragmanlarla karşılaşıyoruz. ÇRa uyarlanmış bir kısa film derlemesine de benzetiyorum bu albümü. Özellikle BBC’nin 10 Minute Tales diye bir kısa film serisi vardı, bana onu hatırlattı biraz.


Senarist ve resimleyen Chabouté. Benim için apayrı bir yeri olan, işlerini takip ettiğim birkaç çizgiroman sanatçısından biri. Türk okuyucusuyla ilk kez Çizgi Düşlerin yayınladığı “Ateş Yakmak” çizgiromanıyla buluşmuş olsa da (o da muhtemelen Jack London ismi sayesinde yayınlandı), hakkında yeterince konuşulmamış bir sanatçı. Hassas bir adam olduğu yazdıklarından belli. Albümlerinde duygusal iklimler yoğun olarak hissedilir. Çizgiromanın karelerini kamera hareketini planlar gibi usta bir yönetmen yaklaşımıyla kullanır. Uzun konuşma balonlarını tercih etmez. Anlatımı sözden çok resme yaslar. Böylece hep akıcı hikayeler ortaya çıkar. Genelde siyah-beyaz çalışmayı sever. Hatta zamanında Ateş Yakmak çizgiromanı için tam sizin siyah-beyaz tarzınıza uygun bir albüm olmasına karşın niye renkli çalışmayı seçtiniz dediklerinde ateşi mutlaka kırmızıyla vermek istediği için siyah-beyaz çalışmadığını söylemişti. Chabouté tüm eserlerinin Türkçe yayınlanmasını hak eden komple bir sanatçı. Aklımda uzun zamandır sadece onun hakkında kapsamlı bir yazı paylaşmak var. İnşallah ileride.

Eskiden Anadolu’da depresyona “gönül yorgunluğuı” derlermiş. Ne güzel bir tanım. Albümde 11 tane kısa hikaye var. Çok farklı konularda ve ortamlarda yaşadığımız burukluklara şahitlik ediyoruz. Gönül yorgunluğuna götüren önyargılar, düşüncesizlikler, kabalıklar, sorgulamalar ve gücenikliklerimiz bir bir karelere taşınmış. Modern yaşamın insanı makineleşmeye zorlayan hızına ayak uydurmaya çalışırken yavaş yavaş ikinci plana atılan insani inceliklerin altı çizilmiş.

Metni az ama anlamı okkalı, kolay okunan fakat uçup gitmeyen bir çalışma. Okudukça kendi yaşamınızdan eşanlamlı sahneler beliriyor zihninizde. Katilimiz olmuş kanıksanmışlıklar sanık oluveriyor sayfalarda. Ardında iz bırakan ama hiç yormayan şiir gibi bir akış.

HİKAYELER
Küçük bir kız çocuğu. Heves eder, anne ve babasına kahvaltı hazırlar. Odalarına girince babası suratına bakmadan “Bugün Pazar odana git de uyuyalım!” Diye tersleyince başını elindeki tepsiye eğerek çıkar. Hiç farkında olmadan büyük hayal kırıklıklarına sebep olmak. Var mı bunun bir çaresi? Mümkün mü böyle bir sürekli uyanıklık hali?


Markette durmadan konuşan anlayışsız bir kadın, bir önceki gün babasını kaybetmiş kasiyere işini nasıl yapması gerektiği ve bir gülümsemeyi bile beceremediği konusunda söylenir durur. Günümüzün vazgeçilmezi marketlerde çok tanık oluyorum düşüncesiz hırt hareketlere. Bazen belli ki gelen vurmuş giden vurmuş koca koca herifler kasadaki kızların önünde hakkını yedirmez “süper vatandaşlara” dönüşüveriyorlar. Aman Allahım o nasıl bir dik duruştur! Hele bir de yanlarında eşleri falan varsa hepten kahramanlaşıyor bu tipler. Ya da yıllardır akşam yemeğini yetiştirememekten daha büyük bir risk almamış cahil cadalozlar yarı yaşındaki kızlara çemkirmek için bahane arayabiliyor. Daha da kötüsü yaşıtı kızlara sırf müşteri statüsünde olduğu için prenses edasıyla yukarıdan bakan zavallıların sayısı da az değil. Fakat romantizme kapılmamak lazım hemen. Bunun tersi de mevcut. Kibar kibar alışverişini yapan sessiz sakin insanlara “niye geldin ki” muamelesi çeken, aldıklarını neredeyse kafalarına atan eli saçında gözü telinde terliksi çalışanlar da yok değil. Bu cennet bu cehennem bizim diyor ya şair. Öyle bir “cennehem” burası işte.  


Bilgisayarda sohbet eden genç bir erkekle yaşlı bir kadının ekran üzerinden mesajları inanılmaz anlayışlı, fedakar ve kibar olurken, sokakta kim olduklarından habersiz karşılaştıklarında birbirlerine kaba saba davranırlar. Dördüncü boyut zamansa, beşinci boyut “durmadan farklı kombinasyonlar sunan şartlar” olabilir mi? Farklı şartlar altında insanlar birbirine bu kadar mı farklı davranır? Bu kadar mı bambaşka kişiliklere bürünür insan dediğimiz mahlukat? Andersen’in “Silver Shilling” hikayesi şartlara göre kıymet değişimini ne güzel anlatır.

Günümüzün güncel konularından biri de göç.  Göçmenin vatanı neresi olur bilmem ama bayrağı “özlem” olur gittiği her diyarda. Putlaşır insanın zihninde yaşadığı en berbat günler bile. Geçmişe koşar göçmenin saati. Sokakları temizlediği süpürgesinin sapı bile, evi bellediği çöldeki çadırlarının direklerini fısıldar kentin ortasında. Bu da öyle bir hikaye işte.

Evlerinin aydınlatmasını hangi renk yapacaklarını ve bunun duvarların rengiyle uyumunu bağıra çağıra tartışan ve bu uyduruk sebepten neredeyse ayrılmanın eşiğine gelen bir çift. Bu sırada açık pencereden gelen sesleri mecburen dinleyen evsiz bir adam. Toplumsal kontrastlar. Şımarıklık körlükten mi doğar? Öyleyse körelten nedir? Sadece bencillik mi?


Pianist d’ambiance. Restoranda kendini dekor gibi hisseden bir piyanist. “On entend ma music, mais on ne l’ecoute pas…”. “Belki müziğimi duyuyorlar ama dinlemiyorlar…” diyerek içi içini yiyen bir sanatçı. Varoluş hissinin çevrenin tepkisine ihtiyacı var. Sık sık kılık değiştirerek zihnimizde turlayan bir başka beklenti türü.  

Kargo görevlisinin gelen paketi başkasının adına olduğu için vermemekte diretmesi ama sonunda kargonun adamın 3 yaşındaki çocuğunun adına gönderilmiş bir doğum günü hediyesi olduğunun ortaya çıkması. Anlayışsızlık setlerinin örüldüğü mekanikleşen ama bunun da hakkını veremeyen bir sistemin piyonları arasındaki sistemik iletişimsizlik. Gel de Ken Loach’un son şaheseri “I, Daniel Blake” filmini hatırlama…

Yine bir başka kasiyer hikayesi. Alışveriş yapan anne kasiyer kızı göstererek çocuğuna “Bak derslerin iyi olmazsa sen de onun gibi kasiyer olursun” diyor. Böyle odunluk olur mu! . Hani tüm anneler kutsaldı? Tüm kadınlar çiçekti? Keşke kötülükten ari gösterdiğimiz “kutsal yalanlar”a sığınmaktan vazgeçsek. Yeryüzünde Istırabın koynundan daha güvenli bir yer olamayacağı doğru mudur?


Metroda hırsızlığa karşı dikkatli olun anonsu yapıldıktan sonra arap gencin etrafının birden boşalması. Senden kaynaklanmayan nedenlerle etrafının yalnızlaşması. Kinlenmez misin böyle bir durumda çevrendekilere? Normal değil mi sana bunu yapan topluma karşı tavır alman? Suçlayıcı bir uzaklaşma da iftiradan ya da  psikolojik şiddetten sayılır mı? Peki tedbir alarak bir nevi suçluluk potansiyeli atfedenler tamamen haksız sayılabilir mi? Terörün sağ kolu şüphe değil midir?


Göçmenleri sınırdışı eden görevlinin uçakta durumdan haberi olmayan çocuğun hayallerini dinlerken “Ne yapıyorum lan ben!?” moduna girmesi. İşimizi yaparken farkında olmadan nelere hizmet ederiz? Birdy filminde üç kuruş para kazanmak için sokaktaki köpekleri toplayan adama yardım eden gençlerin, köpeklerin mezbahaya satılıp kesileceğini öğrenince yaşadığı dehşet geliyor aklıma. Neye hizmet ediyoruz sorusu üzerinde iyi düşünülmeli hayatta.

Son hikayede gençliğini özleyen yaşlı kadın, biraz da farklı seçimler yapmış olmayı özlüyordu belki de. Albümün başından beri okuyucuya fısıldanan farklı seçimlerin yaratacağı bambaşka bir dünyayı...


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...