5 Aralık 2019 Perşembe

Le Herisson (Yaşamaya Değer / Hedgehog) (2009)

Muriel Barbery’nin “L’elegance d’Herisson” kitabından uyarlama. Yönetmen Mona Achache.

İntihar tarihini belirlemiş bir kız çocuğu, kitapları ve kedisine sığınmış bir kapıcı kadın, apartmana yeni taşınan bir bilge Japon ve etraflarını sarmış kara kalabalık.

Açılış sahnesinde Paloma isimli bir kızın elinde kamerayla çevresini filme çekişini seyrediyor ve yaşından çok daha büyük şu tespitlerine hayret ediyorsunuz:

 “Mais malgré ça, malgré toute cette chance et toute cette richesse, depuis très longtemps, je sais que la destination finale, c'est le bocal à poisson. Un monde où les adultes passent leur temps à se cogner comme des mouches à la même vitre. Mais ce qui est certain, c'est que dans le bocal, j'irai pas. C'est une décision bien réfléchie.”

Paloma 11 yaşında ve 12 yaşına bastığı gün intihar etmeye karar vermiş. Planına göre o zamana kadar çevresini görünmeye çalıştıkları gibi değil oldukları gibi filme çekecek ve ardında gerçeği haykıran bir eser bırakmış olacak.

Film boyunca bu üç karakterin birbirleriyle etkileşimlerini izlerken toplumun ötesine geçseler de içinde yaşamaya mecbur olan insanların kaçınılmaz ızdıraplarına şahitlik ediyoruz.  

Kediler, Tolstoy, ilişkiler, kitaplara sığınmak, Japon kültürü, incelikler, ölmeye kararlı bir çocuk ve yaşamaya kararlı bir kavanozdaki balık.

Kamerasını Paloma gibi toplumun riyakarlıklarına ve sahte saygınlıklarına doğrultup deşifre eden acıklı bir masal. Defalarca seyredip geceler boyu hakkında konuşulabilecek, alıştırıldığımız ama çözüm bulamadığımız bir insanlık trajedisi.

Fransız sinemasının en sevdiğim güncel filmlerinden biri. Modern bir klasik.  









Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

25 Kasım 2019 Pazartesi

Bozkır (Türk Dizisi) (2018-2019): İlk Bölüm


İlk bölümü Youtube’a yüklenmiş. Geçen gece seyrettim. Dizinin ücretsiz ana ulusal kanallardaki dizilerden daha kaliteli olduğunu baştan söylemek lazım ki yeri belli olsun. Kategorileri farklı.

Türkiye dizi / film sektörü açısından arayış içinde olması gereken bir ülke. Bu projede de farklı bir şeyler yapılmak istendiği belli.

Nedense daha ilk dakikalarda her şey True Detective’i hatırlattı. Louisiana bataklıklarının yerini Anadolu bozkırları almış. Bu kötü bir şey değil, iyi örneklerden faydalanılmalı bence.

Nasıl söyleyeyim, biraz olmuş biraz olmamış bir iş gibi geldi bana. Somut konuşalım, büyük laf söyleme işi çok abartılıydı. Bir bölümde en fazla 1-2 yerde kullanırsın. Yerinde ve ustaca yerleştirirsin. Böyle ikide bir birileri büyük büyük laflar etmeye kalktı mı poz vermek gibi oluyor, yapay, hatta yer yer didaktik kaçıyor. Cool bir hava yaratmanın beceriksiz bir yolu gibi duruyor.     

Seyfi Amirin “Adalet zamanın kölesidir Nuri Pamir. S.kilir durur." lafı sanki portresi çizilen adamın söyleyeceği laf değilmiş gibi geldi. Küfre başka bir yerde, baskı altında bile başvurduğunu hatırlamıyorum, çok yerleştirme duruyor. Genelde çoğu sahnede var bu. Bazen senaryo bazen çekim doğal bir akışın parçası olmaktan ziyade "yerleştirme" kalıyor. 

Polis müdürü çok parodi gibi olmuş, Behzat Ç mizahı bununla kıyaslanamayacak kadar fazla kullanmasına karşın oradaki gıcık müdürlerin tersine komedi unsuru olarak kalıyor ve sırıtıyor.  
Affan’ın katledilişi duyguyu aktaramadı. 
Nuri’nin “Bir daha hiç tavuk döner yemedim” lafı narration’a değil de hikayenin içine yedirilseydi daha zarif olabilirdi. Yine sürekli bir arabayı çekip “cool” pozlar, biraz poster çekimi yapılıyor gibi anlamsız geldi.

Ne bileyim böyle ufak tefek çok şey battı gözüme. Bir de filmde hiçbir karakter, sahnesi gelse de izlesem dedirtmedi. Benim için önemli bu. True Detective 1’de Rust vardı, ikide Frank’e bayıldım. Behzat’ta Hayaletin sahnelerini ayrı merak ediyorum. Burada kimse olmadı. Sanki tiplemeyle karakter arası bir yerlerde sıkışmış gibiydiler. Altan Erkekli bile rolüne tam oturmamış gözüktü. Hele o son sahnede aynı anda kızı tepede bulmaları absürd geldi. Kopukluklar vardı.   

Dizilerin ilk bölümüne bakıp seyredip seyretmeme kararı verirken kriterim doğal olarak ikinci bölümü izleme isteğim var mı, varsa ne kadar güçlü sorularının cevabında yatıyor. Mesela yine hafta sonu seyrettiğim "Mandalorian" dizisine 18 yaş altı olsaydım herhalde devam ederdim ama orta yaşlarda biri olarak aynı şeylerin tekrarı olarak gördüğüm için pas geçeceğim. Bozkır’ın ikinci bölümünü seyredebilirim ama seyretmezsem de pek merak etmem ya da para verip seyretmek istemem.

Ulusal kanallardaki deli saçması dizilerden iyi ama TR’deki dizi evriminin kilometre taşlarından olamayacak bir “ara ürün” olarak gördüm.

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

21 Kasım 2019 Perşembe

Öğretmen Kemal (1981) (Türk Filmi)


Eski bir Kuvâyi Milliyeci olan Kemal (Cüneyt Arkın) Karalar köyüne öğretmen olarak atanır. Bir okul yapıp köylüyü aydınlatabilmek için çalışmaya başladığında, köyün ağası ve  cemaat önderiyle karşı karşıya gelir. Sadece Çanakkale gazisi bir yaşlı adam, köyün delisi ve birkaç kadın yanında durur.

Cüneyt Arkın’ı çok severim. Yanında Fikret Hakan, Eşref Kolçak, Selçuk Uluergüven, Meral Orhonsay gibi oyuncular da var. Kadro iyi. Filmin hikayesine bakıldığında epik olmasa da en azından orta karar bir drama beklentisi doğuruyor insanda. Fakat hayal kırıklığına uğradım. Senaryo ve yönetmenlik çok yetersiz kalmış.    

Öncelikle Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yılının tarihini taşıyan bu filmin söylediklerinin hepsine katılıyorum, namussuz dinci yobazlarla alçak kodamanların cehennemi ortaklığına karşı duruşu, her aklı başında insanın saygı duyacağı bir tavır.

Fakat bunu çok beceriksizce yaptığını da eklemek gerekiyor. Atatürkçü öğretmen sadece slogandan ibaret bir "tipleme" olarak kalırken, olaylar doğru tonda anlatılamıyor. Mesela "Çalıkuşu" dizisi ya da "Vurun Kahpeye" filmindeki  incelik, estetik ve ustalıktan eser yok. Doğruları söylese de basit bir propaganda filminin ötesine geçemeyerek oyuncu ve konu potansiyelini harcıyor.

Sürekli teatral bir hava hakim filme. Abartılı kötü karakterler yer yer parodiye dönüşerek filme zarar veriyor. Mesela cemaat önderi Şerif Emmi’nin (Selçuk Uluergüven) absürd davranışları, bu kadarına gerek yok, karikatürize olarak karakterin içini boşaltıyor. 

Filmdeki özensizliğe bir örnek de şu. Başta öğretmen kadın hikayeyi anlatıyordu, sonda eşkıya Durali noktayı koydu. Başı ve sonu arasında bile bir kopukluk hemen göze batıyor. Tüm bu zaaflar projenin üzerinde yeterince çalışılmadığını düşündürüyor.

İyi niyetli ama çocuksu bir film. 


Her şeye rağmen hoşuma giden bazı sahneleri de belirtmeden geçmeyeceğim.

Köylülerin devletin tahsildarına gösterdikleri onursuz saygının, muallim olduğunu öğrenince dudak bükmeye dönüşmesi, dini imanı para olmuş bir toplumun ne mal olduğunu iyi göstermiş. Az bile söylenmiş.

Çaput bağladıkları ağacı yıkışları Sovyet filmi “Kommunist”teki tek başına elinde baltayla ağacı yıkmaya giriştiği epik sahneyi hatırlattı. Filmin en sembolik sahnesi.

Eşkıya Durali’nin (Fikret Hakan) milletin sevip saydıklarından daha namuslu  çıkması da, günümüzün işgal altındaki makamlarını ve itibarlı sayılan simalarını düşününce gayet gerçekçiydi.

Kemal köye ilk geldiğinde gazi adamın karısı buyur ediyor, yemek yapıyor. Aslında çok fakirler. Öğretmen sonradan öğreniyor ki kadın iğne iplik almak için biriktirdiği yumurtalarıyla yapmış o yemeği. Bu sahneyi ve bu kadını seyredince ülkesi bu haldeyken yediği yemeklerin fotoğrafını paylaşıp duran karılar geliyor aklıma. Haysiyet olmayınca öğretmen de olsan doktor da kar etmiyor, para ancak rezil ediyor demek ki. 

TR’de yüzyıllardır oynanan tiyatroyu en basit haliyle seyretmek isteyenlerin göz atması gereken, tüm eksikliklerine rağmen, bugün Türkiye televizyonlarını istila etmiş acınacak durumdaki programların çoğundan çok daha değerli bir çalışma. 

Filmin içinden bazı sözleri not düşelim:

“Bak kardeşim, bir ayağı tekkede bir ayağı mekkede olanların yönetimi bitti”

“Benim amacımdan başka dostum yoktur” 

“İstiklal mahkemelerini unutma Dayı bey!”


Bu sonuncu çok önemli. Şimdiye kadar söyleyen oldu mu bilmiyorum ama bana sorarsanız TR bu dönemin sonunda ikinci İstiklal Mahkemelerini kurmak zorunda. Öyle barışla, kucaklaşmayla bu zehri de kiri de temizleyemezsiniz. Siyasetçisi, gazetecisi, medyacısı, yazarı, iş adamı, akademisyeni bütün köprü başlarını tutmuş "dayı beyler" burada yargılanmadıkça bu ülkede haktan hukuktan bahsedilemez.




Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

9 Kasım 2019 Cumartesi

10 Kasım 2019


Bir kişilik mutluluğu bir millete pay etmek
Atatürk’ün dehasının çok yönlülüğü saymakla bitmez ama en fazla saygı duyduğum özelliği, diğerkâmlığı. Kelimenin tam anlamıyla padişahlar gibi lüks ve keyif içinde yaşama imkanını elinin tersiyle itip, o tek kişilik mutluluğu ve zenginliği tüm milletine pay etmek için her türlü eziyeti ve mücadeleyi göze almayı seçen, talep bile edilmeyen, kimsenin hayalinden dahi geçmeyen özgürlükleri halkına ve sonraki nesillere, yurdunun en ücra köşelerine teslim eden erişilmez bir şahsiyet ve haysiyet timsali.

Benim bu millete karşı asla sahip olamayacağım olağanüstü bir yüce gönüllülük.
Fakat kıymetini bilmeme ve büyük saygı duymama engel değil.

Ruhunuz şad olsun Gazi Paşam.

Allah gani gani rahmet eylesin. 



Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

26 Ekim 2019 Cumartesi

Deli Deli Olma (Malakan) (2009)

93 harbinden sonra Kars’a göç etmiş bir Malakan Rus’unun hikayesi. Mişka (Mihail’in kısaltmasıdır biliyorsunuz) tek başına köyde yaşıyor. Yoksul bir yaşam. Ölümü bekliyor sanki. Filmde iç içe geçmiş iki hikaye var. Mişka'nın Alma (Cemile Nihan Turhan) isimli bir küçük kızla  tanışıp ona piyano çalmayı öğretmesi ve aynı kızın babaannesi Popuç'un (Şerif Sezer) adama karşı geçmişten kalma garezi.

Aslında potansiyeli olabilecek bir konu maalesef berbat bir senaryo ve yetersiz bir yönetmenlikle hiç edilmiş. Başta Tarık abi olmak üzere oyunculara yazık olmuş.

Ne çocukla yaşlı adamın dostluğu derinlikli verilebilmiş ne de kadının düşmanlığı.

En büyük kusuru da gereksizce sulandırılmış olması. Film sık sık “köy komedisi”ne dönüşüyor. Bir Şaban filminden fırlamışa benzeyen klişe kafasız köylüler bütün atmosferi dağıtıyor. Film ne komedi olabiliyor ne de dram. Ortaya çıkan, duygu tonu tutturulamamış darmadağın bir filmin dramı.

Oyuncular haricinde filmden aklımda kalan, köyde kimsenin istemediği yabancı muamelesi gören piyanonun oradan oraya kovulduğu sahneler ve Mişka’nın ruh halini yansıtarak "Bir Sarmaşık Olsaydım” şarkısını söylemesi oldu.

Benzer konuda çok yabancı film seyrettim, bu kadar başarısızını görmedim.

Tarık Akan’ı çok severim. Hem filmlerini hem kişiliğini. Kısacık biyografisini dahi iki kere okudum. Niye doğru dürüst bir belgeselinin çekilmediğine, birkaç ciltlik bir biyografisinin yazılmadığına üzülürüm. Son filmi olması açısından izlediğime kesinlikle pişman değilim. Onu son kez bir filmde görmüş olmanın mutluluğu bana yetti. 

Allah gani gani rahmet eylesin. 










Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

22 Ekim 2019 Salı

Hobo Mom (Forsman / Radigues) (Çizgiroman)

Yazar: Charles Forsman 
Çizer: Max de Radigues

Kısa hikaye gibi bir albüm. Hem senaryo hem resimleme minimalist. Bir portre çizilmiş ama bu kişilik portresi değil. Öykü de sayılmaz. Sadece anne karakterinin bir yönünün, ama baskın bir yönünün kuşbakışı portresi. Salınımlı, gelgitli bir yaşam sürme ihtiyacının resmi. Ailesini sevmediği için değil, içinden geldiği için, tehlikeli de olsa kötü koşullarda da yaşasa yollarda olmayı özleyen bir anne. İçgüdüden zayıf ama istekten güçlü bir yönelim duygusuna sahip bir anne.

Kapakta, adamla kadının arasına, tam ortaya, lastik salıncağın konulması, iki hayat tarzı arasındaki gidiş gelişin sembolü olarak daha başlangıçta göze çarpıyor. Meşhur “hobo işaret dilinin” bir parçasıymış gibi okuyucuya göz kırpıyor. Akla getirdiği ikinci bir anlam ise yollarda olması gereken bir nesnenin ağaca bağlanarak keyif için hareketsizleştirilmesi.

Kadının seçimi ya da kocasının yaklaşımı, iyi-kötü basitliğine sıkıştırılmadan olduğu gibi verilmiş. Kadın sadece yollarda olmak istemiyor, ara sıra aile hayatını da özlüyor. Yani bu ikisi arasında bir gelgiti var. Bir tür bipolarism sergiliyor. Kaçak tren yolculukları da, evindeki sıcak aile ortamı da ziyaret etmek istediği duraklar. Kadın bir hobo mom, yani sosyal açıdan çift kimlikli bir yaşam tarzının takipçisi. Bir çeşit hermafrodizm.

Benim bu hikayede kadının gelişi ve gidişi sırasında en çok merak edip kurcalanmasını istediğim, kadının yolda ne bulduğu, neden hobo yaşamına ihtiyaç duyduğu oldu ama bu konuda tek kelime edilmemiş. Sadece kısa hikaye mantığıyla olanları verip, o meseleye hiç girmiyor. Bir çeşit “call of the wild” gibi sunuluyor ve gerisi okuyucuya bırakılıyor. 

“Hobo” kavramı zorlama kaçmış. Daha ziyade yolculuğu, yollarda olmayı seven bir insan Natasha. Hobo’luk başka bir  olay.   

Kapalı mekanlarda uzun süre yaşayamayan Natasha’nın kocası Tom’a meslek olarak çilingirliğin seçilmiş olması ve firmasının logosunda üç fiyonklu anahtar olması da rastlantı olmasa gerek. 

Sissy isimli kızlarının baktığı kafesteki  tavşanın isminin Hazel oluşu yine başka çağrışımlar yaptı kaçınılmaz olarak. Britanya edebiyatının unutulmaz klasiklerinden “Watership Down”da ana karakter olan tavşanın da ismi Hazel’dı biliyorsunuz. Peki Hazel’ın hikayesi nasıl başlamıştı? Tüm aksi yöndeki telkinlere karşın dış dünyaya açılması ve o tehlikeli yolculuğa çıkmasıyla. Yine yolculuk ana tema. Bilinçli seçildiğini düşünüyorum.   

Kolay ve hızlı okunuyor. Hem senaryo hem resimleme akıcı. Sıkmıyor. Fakat tekrar okunacak ya da tavsiye edilecek bir derinliği olduğunu, bir fark yarattığını düşünmüyorum.

 
Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

24 Eylül 2019 Salı

"Yapayalnız" - Chabouté: Çizgiroman İncelemesi


"Tout Seul" ya da "Alone": Yazan ve çizen Christophe Chabouté

“A la base, j'étais graphiste en freelance dans la pub. J'ai commencé par faire un album de BD dans mon coin, tout seul, juste pour voir si j'étais capable de le faire jusqu'au bout, si je pouvais tenir pendant un an sur un récit. Je l'ai fait, je l'ai mis dans un tiroir et j'ai continué à bosser dans la pub. Au bout d'un moment, je me suis décidé à l'envoyer à un éditeur, pour voir si ça pouvait marcher, si ça allait plaire. J'ai envoyé le manuscrit et ai été publié 15 jours après.”

Chabouté’nin çizgiromana nasıl başladınız sorusuna verdiği yanıt bile bu çizgiromanın yaratılış öyküsü hakkında ipuçları içeriyor.

“Başlangıçta bir barda freelance grafikerdim. Yapayalnız kendi köşemde bir albüm yapmaya giriştim, sonuna kadar sürdürebilir miyim, bir hikaye üzerinde bir sene boyunca çalışabilir miyim, denemek istedim. Sonunda yapabildim ve bitirdiğim ÇRı bir çekmeceye kaldırdıktan sonra barda çalışmaya devam ettim. Bir ara bir yayıncıya gönderip şansımı deneyeyim dedim, bakalım beğenecekler miydi. Gönderdikten 15 gün sonra yaptığım çizgiroman yayınlanmıştı”


Chabouté ilgiyle takip ettiğim 3-5 çizgiroman sanatçısından biri. Tanışıklığım epey eskiye dayanıyor, biri dışında Fransa'da yayınlanmış tüm albümlerini okudum. Geçen gün Hayalkahvem (link) “Yapayalnız çıkmış!” diye mesaj atınca birkaç yıl önce yazıp sonra rafa kaldırdığım ve unuttuğum bir yazıyı elden geçirip nihayet yayınlamaya karar verdim. Bu aralar fazla ÇR okumasam da bu konuda bir yazı Türkçe nette bulunsun.

Kısaca konusunu verelim. Yüzü deforme olduğu için ebeveynlerinin incinmesin diye kayalıklar üzerindeki bir deniz fenerinde insanlardan uzak tuttuğu orta yaşlarda bir adamın onların vefatından sonra sürdürdüğü rutin, sıradışı ve yapayalnız yaşam konu ediliyor. Öyle böyle bir yalnızlık değil ama. Kıskıvrak bir yalnızlık. Katıksız bir yalnızlık. Tercih edilmiş değil içine doğulmuş, kaskatı kesilip çakılakaldığın türden bir yalnızlık bu.

Geçen seferki yazıda (link) Chabouté’ye fazla yer ayırmamış, ÇRa odaklanmıştım. Bu sefer Christophe Chabouté’den de (Kristof Şabute) bahsedelim. Genç gösteriyor ama 1969 doğumlu. Evli. Île d'Oléron’da, yani Fransa’nın gözden uzak bir köşesinde, adada yaşıyor. Bir pub’da grafiker olarak çalışırken ÇR piyasasına girmiş ve hoşuna gidince devam etmiş. Her ne kadar kendisi söyleşilerden nefret etse de, röportajlarından anahtar kısımların derlemesiyle bu farklı ve “yapayalnız” çalışan çizgiromancıyı daha yakından tanıyalım:


Çizgiroman konusunda bir eğitiminiz var mı?
Birkaç yere devam ettim ama hiçbirini sonuna kadar götürmedim.

Niye hep hüzünlü, acıklı hikayeler anlatıyorsunuz?
Mutluluğu anlatmak zor. Çok isterdim ama henüz kendimi bu konuda yeterli görmüyorum

Albümlerinizde yazıya fazla başvurmuyorsunuz?
Çizgiroman hem yazıyı hem de resmi kullanmaya imkan tanıyor. Söylemeyi beceremediğimi resimle, resmetmeyi beceremediğimi de yazıyla vermeye çalışıyorum. Resim yetiyorsa, yazıyla kalabalık etmeye gerek görmüyorum.
Diğer yandan yazıları okurun kendi kafasında eklemesi belki de daha iyi bir şey olabilir. 350 sayfa hiç konuşma olmayan bir albüm yayınladığımda okurlar bana kendi kafalarında uydurdukları diyalogları söylemişlerdi. Bu şekilde okura yapacak bir şeyler bırakmayı seviyorum. Son tahlilde, resimle anlatmayı, yazıyla anlatmaktan daha çok sevdiğimi düşünüyorum.  
   
Çalışma metodunuz nasıl?
Aşamaları var. Önce senaryoyu büyük ölçüde bitiririm. Sonra albümün tamamının storyboard’unu hazırlarım. Sonra çizimler, sonra da çinileme gelir. Çinileme sürecinde genelde bir sonraki albümün çalışmaları da bir yandan başlamış olur. Tek çalıştığım için düzenli gitmem lazım. Ayrıca resimlemeye geçmeden hikayenin ne olacağı, nereye gideceği büyük oranda bellidir.

Hep tek başınıza çalışıyorsunuz. Başkalarıyla ortak projelerde yer almayı istemiyor musunuz?

Hayır. Başkalarıyla tutuk hissediyorum, özgür değilmişim gibi geliyor. Anlatacak kendi hikayelerim var ve bunlar olduğu sürece tek başıma devam edeceğim. Benim kendi kendime olmam lazım, o serbestliğe ihtiyacım var. Tabii yalnız olunca her işinizi kendiniz halletmek zorundasınız ve bu da bazı şeyleri öğrenmek zorunda kalmanıza neden oluyor.

Kimlerden etkilendiniz?
Siyah-beyaz çalışan çoğu ÇRcıdan. Pratt, Baru, Breccia, Comes, liste o kadar uzun ki. Ama ciddi bir etkisi oldu diyebileceğim birisi yok. Her şeyden beslenmeye çalışıyorum: sinema, fotoğraf, müzik. Her alandan alınacak bir şeyler var. Kendimi sadece ÇRla sınırlamak istemiyorum.

solda. Chassiron deniz feneri

Peki Chabouté, “Tout Seul” hakkında neler söylüyor:

Bu albümün çıkış noktası ne oldu?
Yaklaşık 10 yıl önce biri bir soru sormuştu: Issız bir adaya yanında hangi kitabı götürürsün? Cevap vermek için 10 yıl bekledim ve 376 sayfalık bir albümle yanıtlamış oldum. Uzun zamandır süreci devam eden bir çalışmaydı, bir sürü not birikti, hayal gücü ve yalnızlık konuları üzerinde kafa yordum. Zaten ben de ‘yapayalnız’ çalışan biriyim. Masamda, atölyemde, boş beyaz sayfalara karşı yapayalnızım. Yavaş yavaş biriktire biriktire deniz kıyısına taşınana kadar süreç devam etti ve o noktada belki de iyot kokusunun etkisiyle son halini aldı.

Aslında 400-500 sayfaya kadar kendime izin vermiştim ve gidişata göre karar verecektim. Neticede bir sözlüğün bu hikayedeki gibi bir rolü olduğunda ve böyle bir öykü anlattığınızda istediğiniz kadar uzatabilirsiniz ama 376 sayfada karar kıldım. Yoksa bıraksam 2000 sayfa bile çıkardı.

Peki bu projeye yayıncınız nasıl yaklaştı?
Hemen okeylediler. Vents d’Ouest ile çalışmak büyük şans, bana gerçekten güveniyorlar. Teknik sınırlamalar da vardı aslında, 400 sayfaya yakın bir albüm yaptığınızda fiyatı da ona göre oluyor. Benim isteğim küçük formatta olması ve insanların yatarken rahatça okuyabilecekleri ebatta çıkmasıydı.

Yapım aşamasında deniz fenerlerini ziyaret ettiniz mi?
Deniz fenerleriyle ilgili kitaplar okuyup o yaşamı öğrenmeye çalıştım. Hikaye açısından bu okumalar bir şey katmadı ama atmosfer konusunda yardımcı oldular. Model aldığım deniz feneri ise Chassiron feneri oldu. Zaten yaşadığım yerde olduğundan ziyarette zorlanmadım. Yalnız bu fener biraz içerde olduğu için maketini yaparak çizimlerde kullanacağım üç boyutlu modeli elde etmiş oldum. Ben de adada yaşadığım için deniz ve dalgaların insan üzerindeki etkisini çok iyi hissedebiliyorum.


"Tout Seul" Tiyatro Uyarlaması
“Yapayalnız” çizgiromanı 2014 yılında tiyatroya da uyarlandı. Düşük bütçeli bir prodüksiyondu ama ÇR uyarlamaları açısından bu denemeleri önemsiyorum. Projeyi sahneye koyan Nathalie Lhosta-Clos. Bir saate yakın süresi var.

Youtube’dan bakma fırsatım oldu. Bir eleştiri olarak müziklerde sadece tuba’nın kullanılmasını beğenmedim. Tuba bildiğin boru gibi bir sesi olan tamamlayıcı bir enstrüman. Bu kadar dokunaklı ve duygulara hitap eden bir eserde tuba’nın katkısının değil zararının olduğunu düşüyorum. Sesi duyulduğu anda atmosferi dağıtıyor ve kulak tırmalıyor.  Bir piyano ya da kemanın inceliği lazım bu temsile (link)


"İnsan bilmek isteyen bir canlıdır”
“Qu’est-ce qui vous ferait plaisir?
“Des images du monde.”

Geçtiğimiz aylarda Ahmet Arslan isimli felsefecinin konuşmalarını dinledim. Televizyonda lafı eğip bükmeden dürüstçe konuşabilen nadir insanlardan biri. Aslında sırf bu bile başlı başına bir övgüyü hak ediyor artık bu memlekette, düştüğümüz rezil hali siz anlayın. Neyse, seminer gibi uzun konuşmalar bunlar. Youtube’da var. İlkçağ felsefesi’ni ele alan 5 ciltlik bir kitap çalışması piyasada bulunabiliyor. Adam Aristo’dan alıntılıyor ve diyor ki “İnsan doğal olarak bilmek ister. En büyük özelliklerimizden biri bu, insan bilmek isteyen bir canlıdır.” Aristo’nun yüzyıllar önce tüm bilgeliğiyle ortaya koyduğu bu tespit çok doğru. Herkes için olmasa da en azından bir kısmımız için :)

Ahmet Arslan

Bizler televizyon ya da bilgisayarın başındayken, fenerinde tek başına oturan adamcağızın da akşamları uğraştığı bir meşgalesi var. “Bilmek” güdüsünü tatmin ettiği bir kaynağa sahip. Kalın sözlüğünü  iki eliyle tutup masaya bırakarak bir nevi yaşamın tesadüfi tarafını simüle edip, gözlerini kapadıktan sonra açılan sayfaların üzerinde bir noktaya işaret parmağını götürüyor. Artık hangi maddeye denk geldiyse onu okuyor. Ama günümüzün pozcuları gibi “şunları okuyorum bunları seyrediyorum, buraları geziyorum” demek için değil. Okumakla kalmıyor üzerinde düşünüyor, kendi yaşamına uyarlıyor. Adeta ortaçağda elinde tek bir yazma eser olan ve onu defalarca okuyan insanlar gibi didik didik ediyor. Tahayyül, tasavvur ve taakkul aşamalarından geçip o sınırlı olanaklarıyla, çoğumuzdan çok daha has bir tefekkür gerçekleştirebiliyor. Adamın hayal gücünün dış dünyayla en büyük bağlantısı elindeki o tek kitap ve bunu o kadar iyi kullanıyor ki berbat şartlarına rağmen. Bilmek istemenin en yalın haline nefis bir örnek adamın çabası. Malumatfuruşluk yapmak için senede 50 kitap okuyacağına 20 tane oku, 100 tane film seyredeceğine 30 tane seyret. Ama okuduğunu, seyrettiğini doğru dürüst anla, düşün, değerlendir. Kendine kat. Hak ettiği zamanı ver. Yoksa içerik sana ulaşmadıktan sonra, niceliği ne kadar arttırsan ve ortalıkta sallasan boş sevgili okuyucu.


“The Mountain” (1956) diye burada da bahsettiğim bir film vardır (link). Alp dağlarında tek başına yaşayan yaşlı Zacharia kulübesinde yapayalnız otururken uzak ülkelere dair resimli kitapları büyük bir iştahla okurdu. Çizgiromanda adamın tek başına sözlüğünü okuduğu karelere bakarken aklıma onun çocuksu bir merakla ve bilme isteğiyle dolu gözleri geldi. Aynı ışığa unutulmaz Goonies filmindeki Sloth karakterinde de rastlamak mümkündü. 

Evet, şartlar ne olursa olsun insan bilmek isteyen ve bu yolda ilerleyen bir canlı olmalı. Biliyormuş gibi yapmaya çalışan değil.

Oltalar elimizde, hayat denizinde nasibimizi arıyoruz
Yapayalnız, dış dünyayla zihinsel olarak kitabı, fiziksel olarak da oltası aracılığıyla iletişim kuruyor. Balık yerine ara sıra denize atılmış dış dünyaya ait eşyaları yakaladığında o kadar seviniyor ki. Hepsini toplayıp oyuncak gibi odasında biriktirmek en büyük hobisi. En sade haliyle verilmiş bu eylem aslında daha sofistike olarak hepimizin yaşamlarında her gün tekrarlanıp duran iletişim ve alışveriş döngüsünün ta kendisi. Sonsuz bir fiziksel ve zihinsel alışveriş sürecimiz var dışımızdaki dünyayla. Her yeni gün oltayı atıyoruz yaşama. Bazen yüz para kazanıyoruz, bazen 1 para bulamıyoruz. Bazen krallar gibi karşılanıyoruz bazen küfür kıyamet kovuluyoruz. Güne dualarla değil de “rastgele” diyerek başlamak en iyisi belki de. Aslında aynı kapıya çıkıyor ikisi de.   

“Pathos” ve “Kavanozdaki Balık”
Yirmi sene önce falandı. Yurt dışında serserilik ediyorum. Sevgilimle balık aldık, akşam yiyeceğiz. Bir ara mutfaktan beni çağırdı, setin üstündeki balıkları gösterdi. Hiç aklımdan çıkmayan bir manzaradır hala. Balıkların 3-5 tanesi resmen zıp zıp zıplıyor. Nasıl kendilerini yerden yere atıyorlar anlatamam. Hele gözleri. O faltaşı gibi açık gözlerle sanki bize bakıp yalvarıyorlar. O an korkunç hissetmiştim kendimi. Sanki bir ağaçtım ve tepeme bir yıldırım düşünce göğsümde açılan yarıktan fırtına içime doluşup organlarımı alt üst ediyormuş gibi bir haldeydim. Uyanış. Black Mirror dizisinin “Black Museum” bölümünde TCKR şirketinin yaptığı symphatic diagnoser cihazını takmışım da o balıkların tüm hissetiklerini doğrudan ben de hissediyormuşum gibi gözlerim kararmış, nefesim kesilmişti. Koştum bir torbaya su doldurdum, hepsini oraya attım. Eve yarım saat mesafede bir nehir vardı, gittik oraya bıraktık balıkları.

Bu olayı nereden hatırladım ve niye anlattım? ÇRdaki Yapayalnız karakteri Türkçe edisyonun kapağında verildiği gibi ara sıra balık tutup yiyor. Bir de masasında arkadaşı yaptığı bir balık var. Onunla da sohbetleri oluyor. Neyse, bir gün yine tuttuğu balıkları yerken, akvaryumdaki arkadaşının ona baktığını hissediyor. Sanki arkadaşımsın ama benim kardeşlerimi yiyorsun der gibi baktığını düşünüyor. Canavar dediklerinin hassasiyetine bak! Alıyor dünyayı tanıma oyunu oynadığı sözlüğü, kavanozunun önüne koyup yerken görmesini engelliyor. Sonra da büyük bir düşüncesizlik yaptığını hissederek, “Özür diliyor” arkadaşından. Bazısına aptallık gibi gelen bu inceliklerin, insanın o bilinmezlikle dolu ve her daim şaşırtmaya devam eden “pathos” mucizesinin en sıradışı ve belki en de olağanüstü dışavurumu olduğuna bir kez daha bu ÇR aracılığıyla şahit oluyoruz.

Çizgiromanda “Kavanozdaki balık” ile adamın kesif yalnızlığı arasında kurulan paralellik, ister istemez 11 yaşındaki Paloma’nın kendisini kavanozdaki balığıyla bir tuttuğu ve bunun üzerine bir felsefe geliştirdiği, defalarca seyrettiğim Fransız sinemasının unutulmaz şaheseri “Le Herisson” filmini hatırlattı. “Kavanozdaki balık” öğesinin anahtar rolü açısından bile bu iki eserin mukayesesini yapmak çok ilginç olabilir. Evet, neden olmasın, bundan sonra o filmden bahsedip bu karşılaştırma üzerine konuşmak geldi içimden. Program sil baştan :)

solda. Florea Paul Daniel'in resmi. sağda Yapayalnız'dan bir kare.

“Eli Eli Lamma Sabachtani”  
Bu Chabouté yazısında geçen seferki gibi albümün ayrıntısına girmeden, bizdeki dandik ÇR camiasının fark etmesi zor bir ayrıntıyı buraya almakla yetineceğim. Çizgiroman içindeki karelerden birinde deniz fenerinin dikine şekliyle üzerinden geçen bulutun yatay kesiti İsa’nın Golgotha’da gerildiği çarmıhı andıran bir görüntü oluşturuyor. Biliyorsunuz o çarmıhta çakılı kaldığı anlar, İsa’nın en “yapayalnız” olduğu anlardı. Hatta bana göre inanç konusunda Muhammed’den daha ileri olan İsa’nın bile kafasını yukarı kaldırıp “Eli Eli Lama Sabachtani” dediği İncil’de geçer. Yani “Tanrım, Tanrım, Beni neden bıraktın?”. Bu açıdan baktığımızda “Tout Seul” içerisinde böyle bir karenin geçmesinin zekice ve tam yerini bulan bir gönderme olduğunu düşünüyorum.  


“Elephant Man” ve Mutlu Son?
Albümün sonuna gelindiğinde “Yapayalnız” cesaret eder ve kabuğunu kırmaya karar verir. Başka bir deyişle farklı dünyaları bizzat görmek ister. Bavullarını toplar, tekneyi beklerken öykü sona erer. Peki sonrası? Sizce doğru bir karar mıydı? Sizce bu mutlu son sayılabilir mi? Zombiler gibi deforme yüze sahip bir insanın, üstelik 50 yaşında ilk kez tek başına toplum içine çıkmasının nasıl travmatik etkileri olacağını düşünebiliyor musunuz? Sizce değer mi? Ben bu konuda kararsızım. Romantizmin kanatlarıyla havalanarak işte kendini buldu, zincirlerini kırdı, özgürlüğü seçti falan diye düşünmek çocuksu geliyor. Kendimizi kandırmayalım, toplumun hali ortada. Bu barbar kalabalığın adamcağıza yaşatacaklarını hayal bile edemiyorum. Tamam, yaşam keyif çatma yeri değil, mücadeleden ibaret bir köşe kapmaca ama bile bile ıstıraba koşmak da akıllıca gelmiyor. Sanki mecbur olmadığı sürece ayda bir iki kere dışarıdaki dünyayı ziyaret etse ve biraz tanısa daha mantıklı olurdu. Bavulları toplayıp topyekün gitmesi büyük bir hata ve korkunç bir trajedinin ilk adımı gibi geliyor. Diğer yandan, ÇRın tamamını alegorik bir hikaye olarak alırsanız, bu spekülasyon ihmal edilebilir elbette.  

Aslında isterdim ki Chabouté tıpkı “Fables Ameres”de olduğu gibi ikinci bir albüm yapsın ve bu adamın dış dünyada yaşadıklarını anlatsın. Eminim ki ilk albümle karşılaştırılamayacak dramlarla dolu bir hikayeye şahitlik ederdik.

Chabouté bunu yapar mı yapmaz mı bilemem ama sinemada çok benzer bir hikayede bu konu ve sonrasında olanlar işlendi. Hem de müthiş çarpıcı bir üslupla. “Elephant Man” (1980) filminden bahsediyorum. Bu çizgiromanı ilk okuduğumda hemen aklıma gelen o efsane film. Aynı zamanda David Lynch’in ilk işlerinden birisi. Film gerçek bir olayı anlatır ve John Hurt’ün ağır bir makyaj ve maskeyle canlandırdığı “John Merrick” isimli deforme vücutlu adamla, Anthony Hopkins’in oynadığı doktorun ilişkisi üzerinden halkın barbarlığı anlatılır. Hikayenin başında doktorun John Merrick’i sirk canavarı olarak sergileyen adamın elinden kurtarıp üniversiteye getirmesi aslında Chabouté’nin ÇR’ındaki karakterin bavuluyla dış dünyaya açılışı gibi düşünebilirsiniz. David Lynch canavar gibi bakılan karakterin toplum içine çıkışı ve gördüğü tepkileri derinlikli ve gerçekçi bir dille anlatır ve ÇRdaki adamın feneri terk edişi sonrası neler yaşayacağına dair güçlü bir öngörü sunuyor sayılabilir. Üstelik John Merrick doktorun koruması altında dünyaya çıkmıştı, Yapayalnız ÇR’ında böyle bir himaye de yok. En ufak bir üstünlük kurma fırsatını kaçırmayan, her türlü farklılığı aşağılama sebebi sayan Sodomik bir toplumun böyle bir malzeme bulduğunda nasıl bir toplu kötülük ayini başlatacağını o kadar iyi biliyorum ki.


Yazıyı yine kara kalabalığın her türlü aşağılamasına maruz kalmış bir başka “farklı” insanla, Tyrion Lannister’la bitirelim. Bran’ın pencereden itildikten sonra komaya girmesi üzerine Cersei çocuğun ölmesinin daha acısız olacağını söylediğinde, küçücük bedenine sığmayan o büyük ruhuyla Tyrion şu cevabı veriyordu:

“I have to disagree. Death is so final, yet life is full of possibilities.”

Evet, belki de o milyonda bir iyi ihtimalin peşinde koşması gerekiyordur insanın. Ve ben sonunu karanlık görsem de “Yapayalnız” granit bir tabut gibi içine sıkıştığı adadan, hücre hapsinde yaşadığı o daracık fenerden, yani ufacık kavanozundan ne pahasına olursa olsun çıkıp, içinde minnacık da olsa iyi ihtimalleri de barındıran devasa bir olasılıklar denizine açılmaya karar vermekle, doğru olanı yapmıştır belki de.

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

23 Eylül 2019 Pazartesi

The Journey of Natty Gann (1985) (film)

Amerika’da ekonomik buhran yılları. Ekmek aslanın ağzında. İşçi arkadaşlarının hakkını savunan Sol Gann (Ray Wise) memleketin diğer ucuna sürülür ve hemen gitmezse kovulacağı söylenir. Zaten eşini kaybetmiş olan adam küçük kızı Natty Gann’i (Meredith Salenger) kaldıkları otelin sahibesine emanet eder ve çaresiz trene biner. Fakat işler beklendiği gibi gitmez, kadın kızı terk edilmiş olarak devlete ihbar edince, kızı da babasını bulmak için binlerce kilometre sürecek bir yolculuğa tek başına çıkmak zorunda kalır.    

Yine çocukken video kasetini seyredince aklımda yer eden, yıllar sonra tekrarladığımda hala beğendiğimi gördüğüm güzel yaşlanmış bir film. Evet, filmler/diziler de insanlar gibi aslında, bazısı tekrar seyredilmiyor, bazısı benzer tatlar verebiliyor.

Natty Gann yol boyunca çeşit çeşit insanla karşılaşıyor. Ama en iyi arkadaşı bir kurt oluyor. Yol boyu kıza göz kulak oluyor desek yeridir. Disney yapımı diğer filmlerle kıyasladığımda, bir Disney filminden beklenebilecek en yüksek drama dozuna sahip diyebilirim. Hatta belki de beklenmeyecek kadar.

Çocuk-hayvan dostluğunu konu alan basit komedi-macera filmlerinden değil kesinlikle. Dramatik bir bakışa sahip olmasının yanında oyuncuların yeteneği, sinematografi ve James Horner’ın müzikleriyle duygulu bir gerçekçilik sunuyor. Harry (John Cusack) gibi yolda karşılaştığı karakterlerin filme ciddi katkısı var. Kızın yolculuğu boyunca o yılların sefalet içindeki Amerika’sından verdiği kesitlerle döneminin perişanlığını yansıtmayı ihmal etmiyor.     

Arşivlik.







Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

12 Eylül 2019 Perşembe

"Dobra žena" filmi: Mirjana Karanovic

Kocasının Yugoslavya savaşında işlediği suçları öğrenince vicdanıyla mücadeleye girişen Milena'nın hikayesi.

Ayna karşısında üstü çıplak bir orta yaşlı kadın sahnesiyle film açılıyor. Mirjana Karanoviç çok beğendiğim bir Sırp aktris. Bu filmde ilk kez yönetmenliği de deniyor, hatta senaryonun yazarlarından biri de kendisi. Daha önce “Grbavica” diye bir filmde seyretmiştim, harikaydı, herkese tavsiye ederim, TRT2’de bile yayınlandı, geceleyin tekrarını izleme şansı bulmuştum. Bir ara fırsat olursa ondan konuşmayı da çok isterim. 

Sırp aktris diyorum ama 92-95 savaşının Boşnakların gözünden anlatıldığı pek çok filmde oynadı.   

Bu film Karanoviç’in ilk yönetmenliği olduğu için kurgu ve sinematografi açısından Jasmila Zbanic'in Grbavica filmi kadar iyi ve ustalıklı değil. Ağır aksak bir ilerleyişi, klasik bir anlatımı var.

Boşnakça pek çok açıdan Bulgarca’ya benziyor.  Mesela bir yerde “imam neşto za tebe” (sana bir şey getirdim) diyor kadın. Bulgarca’da da tıpatıp aynı şekilde söylerler. Yine bunlar “zdravo” diyor, Bulgarlar “zdravey”. Merhaba yani. Biraz değişerek Rusça çok kelime girmiş anlayacağınız. Türkçe mirası da yok değil. Sırf şu filmde budala, çizme gibi çok kelime yakaladım. Ama budala saçmalık anlamında kullanılıyor gibi geldi. Bir kez daha anladım ki bir Balkan dilini bilen, diğerlerini çok kolay öğrenebilir ve iyi kötü her gittiği yerde anlaşır. Konuşulanların %20-30'unu kelime bazında anlıyordum seyrederken.   



İyi bir insan mı yoksa iyi bir eş mi olmak?
Filmin esas meselesi burada düğümleniyor. Efendim ikisi birden olmuyor mu? Her zaman olmuyor işte. “Dobra žena” Boşnakça hem iyi eş hem de iyi kadın anlamlarına gelebiliyor ve "dobra jena" olarak telaffuz ediliyor. Hatta Bulgarca ve Rusça’da da "jena" için benzer bir “double entendre” çift anlamlılık durumu var. Hangisi olduğuna siz karar vereceksiniz filmden sonra. Aslında aynı kelime oyunu “Grbavitsa” isminde de vardı biliyorsunuz, Esma'nın sırrına açık bir atıftı.

Bazen küçük resimde doğru olanı yaparsan büyük resimde yanlış yapmış olabiliyorsun. Yerel vs Evrensel değerler. Amansız bir çakışma ve uyumsuzluk. Buradaki duruma gelmeden önce farklı alanlardan örnek verelim. Mesela ülkendeki rezilliği değiştirebilmek için yazdığında vatan haini muamelesi görebiliyorsun. Arkadaş grubunla ters düşüp sorunlu ve güvenilmez ilan edilebiliyorsun. Ailene karşı çıkıp hayırsız damgası yiyebiliyorsun. Neticede hepsinin temelindeki prensip aynı. Doğru bildiğini yapmak mı yoksa sürünün bir parçası olarak kalmak mı? İş gelip idealist bir amaç uğruna kendi konfor alanını riske etmeye dayanıyor. Yapabilen o kadar az ki! Yapılmalı mı, o da ayrı bir konu. Haydi her konuda idealist olalım diyecek kadar salak değilim. Önce yaşamımızı sürdürmemiz lazım. Hayatın içinde durmadan idealist kararlar vermek pek mümkün gözükmüyor realist bakıldığında. Neticede toplum sana bir bardak su vermiyor ama başına bir şey gelse yakının yardım edecek, her konuda aptal aptal toplumun menfaatini değil, önce şahsi menfaatlerimizi düşünmekten yanayım. Yerine göre düşünmek gerekiyor belki. Kabul edelim ki ufak tefek olaylarda yakınlarına körlemesine destek olunabilir ve çoğumuz oluyoruzdur ama ciddi bir sorun varsa sonunda yüzleşmek zorunda kalıyorsun, erteledikçe durum kötüye gidiyor. Ayrımı iyi yapmak lazım. 


Filmde kadın tesadüfen silinmiş bir video kasetin sonunda, savaşta kocasının ve arkadaşlarının insanları infaz ettiğini görüyor. O saatten sonra içi içini yiyor. Hikaye kadının zihninde büyüyen rahatsızlığı, aynı zamanlarda ortaya çıkan bir meme tümörünün büyümesiyle sembolize edip paralel anlatı kurarak seyirciye aktarıyor.

Kadın düşünceli, kadın tedirgin, kadın ne yapacağını bilmiyor. Filmde söylenmiyor ama kim bilir kaç kez içinden keşke o görüntüleri hiç bulmasaydım demiştir kadıncağız. İnsan bilmek istemez bazen çünkü bilmediğin şey sana sorumluluk yüklemez. Bilerek bilmemeyi seçersin. En çok atlanan korkaklık türüdür aslında bu. Bilerek bilmemeyi seçmek. İnsanın en büyük kaypaklıklarından birisidir. Neticede kadının kocası. Çocuklar var. Bir düzen var. Şimdi bunları nasıl yok sayacaksın. Ya da kimin ne bok yediği belli olmayan bir savaşta yaptıkları için sorumlu tutabilir misin adamı yıllar sonra? O da kesin değil. Tutsan bile tüm düzenini yıkmayı göze alabilir misin? Değer mi? Bunlar uzaktan kolay gelebilir ama şu yazıyı 1000 kişi okuyorsa, ben de dahil 999’unun götü yemez, açık konuşalım, birbirimizi yemeyelim sevgili okuyucu. 


Aslında Milena da cesaret edemezdi bence, zaten etmemeliydi belki de, ama “perfect storm” dedikleri bir bileşke oluştu kadının hayatında ve bu karara savurdu. Bir kere tümörün aynı zamanlarda tespit edilmesi kadının hayata bakışında ciddi bir değişikliğe yol açtı. Kızının liberal çalışmaları yine etkili oldu. Sokakta savaş suçlarını araştıran kadına rast gelmesi ve çalıştığı yeri öğrenmesi ayrı bir katkı sağladı ve işini kolaylaştırdı. Ama tüm bunlara rağmen bana kalırsa yine de söylemeyecekti. Ne zaman ki kocası ve arkadaşı, tehdit eden diğer arkadaşlarını kaza süsü vererek öldürdü, işte film orada koptu. Çünkü olaylar bugüne sarkmış oldu. Kendi hayatına dokundu. Tazelendi. Neredeyse her gün konuştuğu arkadaşının kocası öldürüldü. Zamanın ötesinde tolere edilebilecek, savaş zamanıydı canım diyerek geçiştirilebilecek, ötelenebilecek bir suç ansızın şimdiye taşınarak hoyratça tekrarlandı. İşte bardağı taşıran bence buydu. O noktada kadın artık sessiz kalamadı çünkü kendini kandırabileceği, sığınabileceği, gölgesinde soluklanabileceği, korumak isteyeceği “mutlu ve güvenli bir şimdiki zaman” paramparça edilmiş oldu. Korumak istediği bugünü, unutmak istediği düne çevirmiş oldu kocası bu son cinayetiyle. Böylece kendi ipini çekti aslında.

Diğer yandan savaşta her türlü alçaklığı yapmış insanların bugün iyi aile babası, güleryüzlü komşu gibi rollerle aramızda dolaşması insanın olağandışı durumlarda esen sert rüzgarlarla nasıl sürüklenebildiğini, başkalaşabildiğini de fısıldıyor insana. Şartlar öylesine etkili ki yaşamlarımızda. Bu da bir güvensizlik hissettiriyor, zeminin ne kadar kaygan olduğunu hatırlatıyor Tarih, iyi komşuların aniden değişen siyasi söylemlerle bir hiç uğruna birbirini kestiği örneklerle dolu hem TR'de hem dünyada.   

Film, sinematografi ve kurgu açısından öne çıkmamasına karşın hikayesiyle ve Karanoviç’in varlığıyla akılda kalan bir iş olmayı başarıyor.

Filmle ilgili konuşulabilecek irili ufaklı başka konular da var ama yazı için bu kadarı yeter de artar bile. Balkan filmleri seyir listemde sırada Grbavica'nın yönetmeni Jasmila Zbanic'in "Na Putu" diye bir filmi var. Sonrasında Bulgar sinemasına dönüş yapacağım. 


Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...