Film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Temmuz 2020 Pazar

Podcast #2: "Stage Coach" ve Western Sineması


Podcast serisi fırsat ve imkan oldukça Youtube mecrasında devam ediyor. Altı ay kadar  önce ilk programa Fransız sinemasından “Le Herisson” (2009) ile başlamıştım.

İkinci bölüm, John Ford’un “Stagecoach” (Posta Arabası) filmi üzerinden Western Sineması ve John Wayne üzerine bir program oldu. Canlı yayın savrukluğuyla konunun dağıtmadığım yeri kalmadı :)


Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

16 Temmuz 2020 Perşembe

Rams (İnatçılar / Hrútar) İzlanda Filmi (2015)


TRT2'de seyrettim geçen gün. Daldım gittim sonrasında. Alakasız şeyler de düşündürdü. Anahtar kelime gibi düşündürdüğü "anahtar cümlelerle" not düşeyim aklımda kaldığı kadarıyla. İleride bir gün okuduğumda bunlar da başka düşüncelere götürür belki.  Her şey basamak basamak. Sona da Tomasz Alen Kopera resimlerini ekledim birkaç tane. Tematik bir "kardeşlik" hissettirdiler. 

Akıllı cep telefonu çağında köpekleri Sommi’nin taşıdığı mesajla haberleşen iki insan. Çağdışılık da değil, çağdaşlık da. Bir seçim. Bir yaşam üslubu. Bir ayıklama.

Kirlendiği düşünülen bir şeylerin toptan kökünün kazınması. Makro hakikat toptancı mıdır?  Toptan yıkım bazen tek seçenek mi?

Yüzyılları aşıp gelen ortaklıklara sığınmak. Nedir ki bu hayalet varlıklar?

Topluma tapınan halklar. “Anne Frank”e dönmüş benlikler. “Hive” zihniyeti.

Dostlaşan düşmanlar, düşmanlaşan dostlar. Şartlar. Koşulsuz desteğin kökenleri.

Değişmek başka devşirilmek başka.

Tabiat mı toplum mu? Bitkinin ve hayvanın ötesindeki derin doğa. İzlanda.

Başı sonu belirsiz bir garip gidiş. Yalnız ve iğdiş.

Teslimiyet değil hürriyet. Millet değil şahsiyet.

İnat, bir nevi tutunmak. Can havli.

Keçi gibi inatçı, koç gibi kararlı. Bir fark var aralarında.

Muhafaza ederken yenilenebilme sanatı. Kimine gerici kimine devrimci.

Kaçınılmaz çelişkiler. Çıkışsızlığın doğallığı.

İnsanın koyun, keçi ve koç halleri.

Groteskleşen gerçeklik.

Söylem sarhoşlukları. Ayıklamak, toplumsal sarhoşluktan ayrık ve ayık kalmak.

Ayrı kalabilmenin sınırları. "Hvannalindir" kaçınılmaz son mu?






Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

5 Aralık 2019 Perşembe

Le Herisson (Yaşamaya Değer / Hedgehog) (2009)

Muriel Barbery’nin “L’elegance d’Herisson” kitabından uyarlama. Yönetmen Mona Achache.

İntihar tarihini belirlemiş bir kız çocuğu, kitapları ve kedisine sığınmış bir kapıcı kadın, apartmana yeni taşınan bir bilge Japon ve etraflarını sarmış kara kalabalık.

Açılış sahnesinde Paloma isimli bir kızın elinde kamerayla çevresini filme çekişini seyrediyor ve yaşından çok daha büyük şu tespitlerine hayret ediyorsunuz:

 “Mais malgré ça, malgré toute cette chance et toute cette richesse, depuis très longtemps, je sais que la destination finale, c'est le bocal à poisson. Un monde où les adultes passent leur temps à se cogner comme des mouches à la même vitre. Mais ce qui est certain, c'est que dans le bocal, j'irai pas. C'est une décision bien réfléchie.”

Paloma 11 yaşında ve 12 yaşına bastığı gün intihar etmeye karar vermiş. Planına göre o zamana kadar çevresini görünmeye çalıştıkları gibi değil oldukları gibi filme çekecek ve ardında gerçeği haykıran bir eser bırakmış olacak.

Film boyunca bu üç karakterin birbirleriyle etkileşimlerini izlerken toplumun ötesine geçseler de içinde yaşamaya mecbur olan insanların kaçınılmaz ızdıraplarına şahitlik ediyoruz.  

Kediler, Tolstoy, ilişkiler, kitaplara sığınmak, Japon kültürü, incelikler, ölmeye kararlı bir çocuk ve yaşamaya kararlı bir kavanozdaki balık.

Kamerasını Paloma gibi toplumun riyakarlıklarına ve sahte saygınlıklarına doğrultup deşifre eden acıklı bir masal. Defalarca seyredip geceler boyu hakkında konuşulabilecek, alıştırıldığımız ama çözüm bulamadığımız bir insanlık trajedisi.

Fransız sinemasının en sevdiğim güncel filmlerinden biri. Modern bir klasik.  









Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

21 Kasım 2019 Perşembe

Öğretmen Kemal (1981) (Türk Filmi)


Eski bir Kuvâyi Milliyeci olan Kemal (Cüneyt Arkın) Karalar köyüne öğretmen olarak atanır. Bir okul yapıp köylüyü aydınlatabilmek için çalışmaya başladığında, köyün ağası ve  cemaat önderiyle karşı karşıya gelir. Sadece Çanakkale gazisi bir yaşlı adam, köyün delisi ve birkaç kadın yanında durur.

Cüneyt Arkın’ı çok severim. Yanında Fikret Hakan, Eşref Kolçak, Selçuk Uluergüven, Meral Orhonsay gibi oyuncular da var. Kadro iyi. Filmin hikayesine bakıldığında epik olmasa da en azından orta karar bir drama beklentisi doğuruyor insanda. Fakat hayal kırıklığına uğradım. Senaryo ve yönetmenlik çok yetersiz kalmış.    

Öncelikle Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yılının tarihini taşıyan bu filmin söylediklerinin hepsine katılıyorum, namussuz dinci yobazlarla alçak kodamanların cehennemi ortaklığına karşı duruşu, her aklı başında insanın saygı duyacağı bir tavır.

Fakat bunu çok beceriksizce yaptığını da eklemek gerekiyor. Atatürkçü öğretmen sadece slogandan ibaret bir "tipleme" olarak kalırken, olaylar doğru tonda anlatılamıyor. Mesela "Çalıkuşu" dizisi ya da "Vurun Kahpeye" filmindeki  incelik, estetik ve ustalıktan eser yok. Doğruları söylese de basit bir propaganda filminin ötesine geçemeyerek oyuncu ve konu potansiyelini harcıyor.

Sürekli teatral bir hava hakim filme. Abartılı kötü karakterler yer yer parodiye dönüşerek filme zarar veriyor. Mesela cemaat önderi Şerif Emmi’nin (Selçuk Uluergüven) absürd davranışları, bu kadarına gerek yok, karikatürize olarak karakterin içini boşaltıyor. 

Filmdeki özensizliğe bir örnek de şu. Başta öğretmen kadın hikayeyi anlatıyordu, sonda eşkıya Durali noktayı koydu. Başı ve sonu arasında bile bir kopukluk hemen göze batıyor. Tüm bu zaaflar projenin üzerinde yeterince çalışılmadığını düşündürüyor.

İyi niyetli ama çocuksu bir film. 


Her şeye rağmen hoşuma giden bazı sahneleri de belirtmeden geçmeyeceğim.

Köylülerin devletin tahsildarına gösterdikleri onursuz saygının, muallim olduğunu öğrenince dudak bükmeye dönüşmesi, dini imanı para olmuş bir toplumun ne mal olduğunu iyi göstermiş. Az bile söylenmiş.

Çaput bağladıkları ağacı yıkışları Sovyet filmi “Kommunist”teki tek başına elinde baltayla ağacı yıkmaya giriştiği epik sahneyi hatırlattı. Filmin en sembolik sahnesi.

Eşkıya Durali’nin (Fikret Hakan) milletin sevip saydıklarından daha namuslu  çıkması da, günümüzün işgal altındaki makamlarını ve itibarlı sayılan simalarını düşününce gayet gerçekçiydi.

Kemal köye ilk geldiğinde gazi adamın karısı buyur ediyor, yemek yapıyor. Aslında çok fakirler. Öğretmen sonradan öğreniyor ki kadın iğne iplik almak için biriktirdiği yumurtalarıyla yapmış o yemeği. Bu sahneyi ve bu kadını seyredince ülkesi bu haldeyken yediği yemeklerin fotoğrafını paylaşıp duran karılar geliyor aklıma. Haysiyet olmayınca öğretmen de olsan doktor da kar etmiyor, para ancak rezil ediyor demek ki. 

TR’de yüzyıllardır oynanan tiyatroyu en basit haliyle seyretmek isteyenlerin göz atması gereken, tüm eksikliklerine rağmen, bugün Türkiye televizyonlarını istila etmiş acınacak durumdaki programların çoğundan çok daha değerli bir çalışma. 

Filmin içinden bazı sözleri not düşelim:

“Bak kardeşim, bir ayağı tekkede bir ayağı mekkede olanların yönetimi bitti”

“Benim amacımdan başka dostum yoktur” 

“İstiklal mahkemelerini unutma Dayı bey!”


Bu sonuncu çok önemli. Şimdiye kadar söyleyen oldu mu bilmiyorum ama bana sorarsanız TR bu dönemin sonunda ikinci İstiklal Mahkemelerini kurmak zorunda. Öyle barışla, kucaklaşmayla bu zehri de kiri de temizleyemezsiniz. Siyasetçisi, gazetecisi, medyacısı, yazarı, iş adamı, akademisyeni bütün köprü başlarını tutmuş "dayı beyler" burada yargılanmadıkça bu ülkede haktan hukuktan bahsedilemez.




Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

26 Ekim 2019 Cumartesi

Deli Deli Olma (Malakan) (2009)

93 harbinden sonra Kars’a göç etmiş bir Malakan Rus’unun hikayesi. Mişka (Mihail’in kısaltmasıdır biliyorsunuz) tek başına köyde yaşıyor. Yoksul bir yaşam. Ölümü bekliyor sanki. Filmde iç içe geçmiş iki hikaye var. Mişka'nın Alma (Cemile Nihan Turhan) isimli bir küçük kızla  tanışıp ona piyano çalmayı öğretmesi ve aynı kızın babaannesi Popuç'un (Şerif Sezer) adama karşı geçmişten kalma garezi.

Aslında potansiyeli olabilecek bir konu maalesef berbat bir senaryo ve yetersiz bir yönetmenlikle hiç edilmiş. Başta Tarık abi olmak üzere oyunculara yazık olmuş.

Ne çocukla yaşlı adamın dostluğu derinlikli verilebilmiş ne de kadının düşmanlığı.

En büyük kusuru da gereksizce sulandırılmış olması. Film sık sık “köy komedisi”ne dönüşüyor. Bir Şaban filminden fırlamışa benzeyen klişe kafasız köylüler bütün atmosferi dağıtıyor. Film ne komedi olabiliyor ne de dram. Ortaya çıkan, duygu tonu tutturulamamış darmadağın bir filmin dramı.

Oyuncular haricinde filmden aklımda kalan, köyde kimsenin istemediği yabancı muamelesi gören piyanonun oradan oraya kovulduğu sahneler ve Mişka’nın ruh halini yansıtarak "Bir Sarmaşık Olsaydım” şarkısını söylemesi oldu.

Benzer konuda çok yabancı film seyrettim, bu kadar başarısızını görmedim.

Tarık Akan’ı çok severim. Hem filmlerini hem kişiliğini. Kısacık biyografisini dahi iki kere okudum. Niye doğru dürüst bir belgeselinin çekilmediğine, birkaç ciltlik bir biyografisinin yazılmadığına üzülürüm. Son filmi olması açısından izlediğime kesinlikle pişman değilim. Onu son kez bir filmde görmüş olmanın mutluluğu bana yetti. 

Allah gani gani rahmet eylesin. 










Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

23 Eylül 2019 Pazartesi

The Journey of Natty Gann (1985) (film)

Amerika’da ekonomik buhran yılları. Ekmek aslanın ağzında. İşçi arkadaşlarının hakkını savunan Sol Gann (Ray Wise) memleketin diğer ucuna sürülür ve hemen gitmezse kovulacağı söylenir. Zaten eşini kaybetmiş olan adam küçük kızı Natty Gann’i (Meredith Salenger) kaldıkları otelin sahibesine emanet eder ve çaresiz trene biner. Fakat işler beklendiği gibi gitmez, kadın kızı terk edilmiş olarak devlete ihbar edince, kızı da babasını bulmak için binlerce kilometre sürecek bir yolculuğa tek başına çıkmak zorunda kalır.    

Yine çocukken video kasetini seyredince aklımda yer eden, yıllar sonra tekrarladığımda hala beğendiğimi gördüğüm güzel yaşlanmış bir film. Evet, filmler/diziler de insanlar gibi aslında, bazısı tekrar seyredilmiyor, bazısı benzer tatlar verebiliyor.

Natty Gann yol boyunca çeşit çeşit insanla karşılaşıyor. Ama en iyi arkadaşı bir kurt oluyor. Yol boyu kıza göz kulak oluyor desek yeridir. Disney yapımı diğer filmlerle kıyasladığımda, bir Disney filminden beklenebilecek en yüksek drama dozuna sahip diyebilirim. Hatta belki de beklenmeyecek kadar.

Çocuk-hayvan dostluğunu konu alan basit komedi-macera filmlerinden değil kesinlikle. Dramatik bir bakışa sahip olmasının yanında oyuncuların yeteneği, sinematografi ve James Horner’ın müzikleriyle duygulu bir gerçekçilik sunuyor. Harry (John Cusack) gibi yolda karşılaştığı karakterlerin filme ciddi katkısı var. Kızın yolculuğu boyunca o yılların sefalet içindeki Amerika’sından verdiği kesitlerle döneminin perişanlığını yansıtmayı ihmal etmiyor.     

Arşivlik.







Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

12 Eylül 2019 Perşembe

"Dobra žena" filmi: Mirjana Karanovic

Kocasının Yugoslavya savaşında işlediği suçları öğrenince vicdanıyla mücadeleye girişen Milena'nın hikayesi.

Ayna karşısında üstü çıplak bir orta yaşlı kadın sahnesiyle film açılıyor. Mirjana Karanoviç çok beğendiğim bir Sırp aktris. Bu filmde ilk kez yönetmenliği de deniyor, hatta senaryonun yazarlarından biri de kendisi. Daha önce “Grbavica” diye bir filmde seyretmiştim, harikaydı, herkese tavsiye ederim, TRT2’de bile yayınlandı, geceleyin tekrarını izleme şansı bulmuştum. Bir ara fırsat olursa ondan konuşmayı da çok isterim. 

Sırp aktris diyorum ama 92-95 savaşının Boşnakların gözünden anlatıldığı pek çok filmde oynadı.   

Bu film Karanoviç’in ilk yönetmenliği olduğu için kurgu ve sinematografi açısından Jasmila Zbanic'in Grbavica filmi kadar iyi ve ustalıklı değil. Ağır aksak bir ilerleyişi, klasik bir anlatımı var.

Boşnakça pek çok açıdan Bulgarca’ya benziyor.  Mesela bir yerde “imam neşto za tebe” (sana bir şey getirdim) diyor kadın. Bulgarca’da da tıpatıp aynı şekilde söylerler. Yine bunlar “zdravo” diyor, Bulgarlar “zdravey”. Merhaba yani. Biraz değişerek Rusça çok kelime girmiş anlayacağınız. Türkçe mirası da yok değil. Sırf şu filmde budala, çizme gibi çok kelime yakaladım. Ama budala saçmalık anlamında kullanılıyor gibi geldi. Bir kez daha anladım ki bir Balkan dilini bilen, diğerlerini çok kolay öğrenebilir ve iyi kötü her gittiği yerde anlaşır. Konuşulanların %20-30'unu kelime bazında anlıyordum seyrederken.   



İyi bir insan mı yoksa iyi bir eş mi olmak?
Filmin esas meselesi burada düğümleniyor. Efendim ikisi birden olmuyor mu? Her zaman olmuyor işte. “Dobra žena” Boşnakça hem iyi eş hem de iyi kadın anlamlarına gelebiliyor ve "dobra jena" olarak telaffuz ediliyor. Hatta Bulgarca ve Rusça’da da "jena" için benzer bir “double entendre” çift anlamlılık durumu var. Hangisi olduğuna siz karar vereceksiniz filmden sonra. Aslında aynı kelime oyunu “Grbavitsa” isminde de vardı biliyorsunuz, Esma'nın sırrına açık bir atıftı.

Bazen küçük resimde doğru olanı yaparsan büyük resimde yanlış yapmış olabiliyorsun. Yerel vs Evrensel değerler. Amansız bir çakışma ve uyumsuzluk. Buradaki duruma gelmeden önce farklı alanlardan örnek verelim. Mesela ülkendeki rezilliği değiştirebilmek için yazdığında vatan haini muamelesi görebiliyorsun. Arkadaş grubunla ters düşüp sorunlu ve güvenilmez ilan edilebiliyorsun. Ailene karşı çıkıp hayırsız damgası yiyebiliyorsun. Neticede hepsinin temelindeki prensip aynı. Doğru bildiğini yapmak mı yoksa sürünün bir parçası olarak kalmak mı? İş gelip idealist bir amaç uğruna kendi konfor alanını riske etmeye dayanıyor. Yapabilen o kadar az ki! Yapılmalı mı, o da ayrı bir konu. Haydi her konuda idealist olalım diyecek kadar salak değilim. Önce yaşamımızı sürdürmemiz lazım. Hayatın içinde durmadan idealist kararlar vermek pek mümkün gözükmüyor realist bakıldığında. Neticede toplum sana bir bardak su vermiyor ama başına bir şey gelse yakının yardım edecek, her konuda aptal aptal toplumun menfaatini değil, önce şahsi menfaatlerimizi düşünmekten yanayım. Yerine göre düşünmek gerekiyor belki. Kabul edelim ki ufak tefek olaylarda yakınlarına körlemesine destek olunabilir ve çoğumuz oluyoruzdur ama ciddi bir sorun varsa sonunda yüzleşmek zorunda kalıyorsun, erteledikçe durum kötüye gidiyor. Ayrımı iyi yapmak lazım. 


Filmde kadın tesadüfen silinmiş bir video kasetin sonunda, savaşta kocasının ve arkadaşlarının insanları infaz ettiğini görüyor. O saatten sonra içi içini yiyor. Hikaye kadının zihninde büyüyen rahatsızlığı, aynı zamanlarda ortaya çıkan bir meme tümörünün büyümesiyle sembolize edip paralel anlatı kurarak seyirciye aktarıyor.

Kadın düşünceli, kadın tedirgin, kadın ne yapacağını bilmiyor. Filmde söylenmiyor ama kim bilir kaç kez içinden keşke o görüntüleri hiç bulmasaydım demiştir kadıncağız. İnsan bilmek istemez bazen çünkü bilmediğin şey sana sorumluluk yüklemez. Bilerek bilmemeyi seçersin. En çok atlanan korkaklık türüdür aslında bu. Bilerek bilmemeyi seçmek. İnsanın en büyük kaypaklıklarından birisidir. Neticede kadının kocası. Çocuklar var. Bir düzen var. Şimdi bunları nasıl yok sayacaksın. Ya da kimin ne bok yediği belli olmayan bir savaşta yaptıkları için sorumlu tutabilir misin adamı yıllar sonra? O da kesin değil. Tutsan bile tüm düzenini yıkmayı göze alabilir misin? Değer mi? Bunlar uzaktan kolay gelebilir ama şu yazıyı 1000 kişi okuyorsa, ben de dahil 999’unun götü yemez, açık konuşalım, birbirimizi yemeyelim sevgili okuyucu. 


Aslında Milena da cesaret edemezdi bence, zaten etmemeliydi belki de, ama “perfect storm” dedikleri bir bileşke oluştu kadının hayatında ve bu karara savurdu. Bir kere tümörün aynı zamanlarda tespit edilmesi kadının hayata bakışında ciddi bir değişikliğe yol açtı. Kızının liberal çalışmaları yine etkili oldu. Sokakta savaş suçlarını araştıran kadına rast gelmesi ve çalıştığı yeri öğrenmesi ayrı bir katkı sağladı ve işini kolaylaştırdı. Ama tüm bunlara rağmen bana kalırsa yine de söylemeyecekti. Ne zaman ki kocası ve arkadaşı, tehdit eden diğer arkadaşlarını kaza süsü vererek öldürdü, işte film orada koptu. Çünkü olaylar bugüne sarkmış oldu. Kendi hayatına dokundu. Tazelendi. Neredeyse her gün konuştuğu arkadaşının kocası öldürüldü. Zamanın ötesinde tolere edilebilecek, savaş zamanıydı canım diyerek geçiştirilebilecek, ötelenebilecek bir suç ansızın şimdiye taşınarak hoyratça tekrarlandı. İşte bardağı taşıran bence buydu. O noktada kadın artık sessiz kalamadı çünkü kendini kandırabileceği, sığınabileceği, gölgesinde soluklanabileceği, korumak isteyeceği “mutlu ve güvenli bir şimdiki zaman” paramparça edilmiş oldu. Korumak istediği bugünü, unutmak istediği düne çevirmiş oldu kocası bu son cinayetiyle. Böylece kendi ipini çekti aslında.

Diğer yandan savaşta her türlü alçaklığı yapmış insanların bugün iyi aile babası, güleryüzlü komşu gibi rollerle aramızda dolaşması insanın olağandışı durumlarda esen sert rüzgarlarla nasıl sürüklenebildiğini, başkalaşabildiğini de fısıldıyor insana. Şartlar öylesine etkili ki yaşamlarımızda. Bu da bir güvensizlik hissettiriyor, zeminin ne kadar kaygan olduğunu hatırlatıyor Tarih, iyi komşuların aniden değişen siyasi söylemlerle bir hiç uğruna birbirini kestiği örneklerle dolu hem TR'de hem dünyada.   

Film, sinematografi ve kurgu açısından öne çıkmamasına karşın hikayesiyle ve Karanoviç’in varlığıyla akılda kalan bir iş olmayı başarıyor.

Filmle ilgili konuşulabilecek irili ufaklı başka konular da var ama yazı için bu kadarı yeter de artar bile. Balkan filmleri seyir listemde sırada Grbavica'nın yönetmeni Jasmila Zbanic'in "Na Putu" diye bir filmi var. Sonrasında Bulgar sinemasına dönüş yapacağım. 


Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

Fright Night Part 2 (Korku Gecesi 2) (1990)

Charlie Brewster (William Ragsdale) ve Peter Vincent’ın (Roddy McDowall) yeni bir vampir grubuna karşı mücadelesi.

İlk film 80lerin korku/komedi tarzındaydı ve alanında “Lost Boys” ile beraber efsanelerimdendi. Bu filmin senaryosu da Tom Holland’a ait ama yönetmenliği Tommy Lee Wallace’a bırakmış (1990 yapımı efsane IT filminin de yönetmeni).    

Genel olarak eski dostları yeni bir macerada görmek keyifli olsa da ilk filmin çıtasının altında kalıyor. Score yine Brad Fiedel imzalı olmasına karşın OST bu kez daha zayıf. Vampir grubunda Brian Thompson (Cobra, Lionheart) gibi tanıdık isimler var ama yine ilk filmdeki tad yok. Bunları söylerken Julie Carmen (In the Mouth of Madness) baş vampir rolünde başarılı. Traci Lind, Charlie’nin yeni sevgilisini oynuyor ve yakışmış.

IMDB’den Trivia’lara baktım. Özellikle iki bilgi gözüme çarptı. İlk filmdeki kız arkadaşı  Amanda Bearse (Married with Children) ve arkadaşını canlandıran Stephen Geoffreys’e (Evil Ed) teklif götürülmüş ama kabul etmemişler. İkincisi de filmin dağıtımcısı Menendez’le üçüncü bir film daha düşünüyorlarmış ama daha bu film gösterime girmeden adam oğulları tarafından öldürülünce hem o film yatmış hem de bu film sinemalarda çok sınırlı gösterilip tanıtılamamış.

İlk filmi sevenlere ya da 80ler vampirli korku komedilerinden hoşlananlara tavsiye ederim. İlki kadar iyi değil ama “Lost Boys”un devam filmleri gibi dandik olmadığı da ortada. Hele ilk filmi sevdiyseniz eğlendiriyor.    








Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...