31 Ağustos 2019 Cumartesi

Corto Maltese (14): Equatoria (Ekvator)

Corto Maltese’in 14. albümü Equatoria 2017’de, yani serinin 50. yılında, satışa sunuldu. Ben ancak bu yaz denk gelip okuyabildim. Pratt’ın Corto albümlerini severim ama hayranı olacak kadar değil. Hala okumadığım birkaç tane macera kalmasından da belli zaten. Pratt sonrası Corto Maltese’in şimdiye kadar çıkan iki macerasını da (“Le Soleil de Minuit” ve “Equatoria”) okudum ama bunun sebebi yeni bir Corto macerasına olan açlıktan ziyade nasıl bir iş çıkarmışlar sorusunun cevabını merak etmemdi. Buradan hareketle bu tarz eski serilerin “canlandırılmasında” takip edilecek yöntemler konusunda insan fikir edinebiliyor. Dolayısıyla bugün son Corto albümü “Equatoria”dan bahsedeceğim biraz.

Konu
Kısaca, 1911 yılında Corto kutsal ve kadim bir aynayı bulabilmek için Indiana Jones misali Venedik’ten Malta’ya giderken beklenmedik olaylar sonucu Afrika’ya ve farklı maceralara savruluyor.

Bazı insanların hayatında önemli rol oynamış, kendini yakın hissettikleri coğrafyalar olur. Herkes doğduğu toprakları en çok sevmek zorunda değildir. Pratt’ın gönlünde de Afrika’nın yeri ayrı olmuştur hep. Biyografisine aşina olanlar hatırlayacaktır hemen. Nitekim 50. Yıl albümünde Venedik’te başlayıp (çocukluğunun geçtiği şehir) Afrika’da ilerleyen bir albüm çıkarılması bu açıdan tam isabet olmuş diyebilirim.  


Resimleme
Pratt dönemi Corto albümleri görsellikleriyle ya da hikayedeki aksiyonla ön plana çıkmazdı. Juan Diaz Canales ve Ruben Pellejero da aynı yolu takip ediyor. Bu açıdan Pratt öncesi ve sonrasında büyük bir fark olduğunu düşünmüyorum. Katalan asıllı İspanyol Pellejero verilen görevi başarıyla yapıyor. Hatta onun kapakları bence daha güncel ve başarılı. Çalışırken renklendirme dışında bilgisayar kullanmıyor ve geleneksel metodla çiziyor. Belki de yaşasa Pratt hikayelere odaklanmak için Pellejero’ya devredebilirdi çizim işini, kim bilir? Diğer yandan müthişti dediğim, durup uzun uzun baktığım bir kare de olmadı. Kendini frenliyor sanki.   

Senaryo
Pratt’ın senaryoları dahi pek benim tarzım değildi, bunlar daha da yavan geldi. Mesela albümü okumaya başlar başlamaz bir takım tarihi kişi ve olaylardan arka arkaya bombardıman yapar gibi bahsedilmesi beni yordu:

Tuğrul Kağan, Birinci Haçlı seferi, Lazzaro Degli Armeni, 1565 siege des turcs, moine Giovanni,da Pian del Carpine, Le Miroir du Pretre,

Bu durum albüm boyunca devam ediyor. Tamam, tarihi bir ÇR ve dönemsel karakterleri konuk edeceksin, eski mekanlarda geçecek ama fazlası sıkıcı kaçıyor, hatta yer yer Amerikalı’ların “namedropping” dedikleri olaya dönüşüyor. Örnek mi istiyorsunuz? Meşhur Yunan şairi Kavafis mesela. Hikayede doğru dürüst bir varlığı yok, “cameo” yapar gibi görünüp kayboluyor. Sadece bir atıfa vesile olsun diye, Corto’ya yakıştırılan bir şiirinden bahsetmek için oraya iliştirilmiş gibi.


Bunun dışında Equatoria’da senaryo bir koşturmaca içinde duygu ya da düşünce uyandırmadan oradan oraya zıplayarak başlayıp bitiyor. Hiçbir karakteri yeterince umursamıyorsunuz. Aklınızda pek bir şey kalmıyor. Örneğin Pratt döneminden de tanıdığımız Teğmen Tenton en gerçek bulduğum karakter olmasına karşın Corto’yla bir diyalogları bende istenen etkiyi uyandırmadı. Afrika'daki Victoria gölünü seyrederken kendi çocukluğunun geçtiği Britanya Cumberland’daki doğanın çok daha güzel olduğunu söyleyince, Corto “üzgünüm ama tam bir şovenizm timsalisin” diyor. Yahu adam büyüdüğü yeri daha çok beğenebilir, anıları vardır neticede, zaten hastalıktan yeni çıkmış, ne alakası var hemen laf sokuyorsun. Adama kolonici Avrupalı rolünü verip kendini de adaletli gezgin olarak sunuyorsun. Bunlar fırsatçı ve sığ hareketler gibi geliyor bana. Zaten sonradan Afrika’da kalmaktan sıkıldığını belli ediyor adamcağız. Ülkesini daha güzel hatırlamasından daha doğal ne olabilir.  


Kadınlar
İlk Pratt sonrası Corto macerasında kadın konusu zayıf kalmıştı, bu albümde telafi etmek ister gibi o konuya yoğunlaşılmış. Corto gibi başına buyruk, 3 güçlü kadın hikayede anahtar rollere sahip: Gazeteci Aida, Feride ve Yerli Kione.

Aida, NG için yazılar kaleme alan kariyer odaklı, başarılı bir gazeteci kadın. İşini her şeyin üstünde tutuyor. Bir konuşmalarında Corto’ya NG’de hakkında bir yazı yazacağım deyince Corto ile aralarında geçen diyalog gülümsetip “başına gelecekleri bir bilsen” dedirtecek türden:

“Je ne vois aucun interet a devenir un aventurier de papier”

“Pauvre Corto! Comme si on pouvait choisir”

Feride, aile değerlerine önem veren, babasının cenazesini bulabilmek için hayatını tehlikeye atıp Afrika’da tehlikeli ve sonu bilinmez bir yolculuğa çıkan fedakar bir kadın.



Yerli Kione ise albüm boyunca hiç konuşmuyor ama Corto’ya kritik anlarda faydası olabilen gizemli bir karakter. Zaten isminin anlamı dahi bu gizemi anlatmaya yetiyor:

“Celle qui rentre chez elle”

Kendine/Kendi topraklarına, yuvasına dönen anlamına geliyor. Hikayenin bağlamından kendi yaşadığı yere dönen anlamına geldiğini çıkarabiliriz ama albümden bağımsız olarak “kendine dönen” anlamına da gelebilir. “Elle” burada hem kendi benliğine hem de yaşadığı topraklara, evine işaret eden bir zamir. Buna Fransızca’da “double entendre” diyorlar bu tarz çift anlama gelen kullanımlara.

Pratt ruhu yakalanmış mı?
Yeri gelmişken söyleyeyim, aslında Pratt zamanından beri Corto karakteri bana biraz yapmacık gelmiştir. Nuri Bilge Ceylan’ın hiç sevmediğim erken dönem filmlerindeki gibi ufka ya da bir yerlere bakıp klişe kelimeleri mırıldanan bir denizci gibi gelir yer yer. Özgürlük, yollarda olmak falan bir noktadan sonra bayıyor beni, altı dolmayınca yüzeysel kalıyor.

Epeydir Pratt imzalı bir Corto albümü okumadığım için senaryo açısından net bir mukayese yapamam. Unuttum gitti :)  Serinin hayranlarına bırakıyorum bu karşılaştırmayı. Kalkıp eski albümlere bir göz atasım yok bu aralar. Çizimler açısından başarılı bulduğumu zaten başta söylemiştim.


Corto’da Türk İzi ve Emin Paşa
Türk dedim ama Osmanlı diyelim hem genealogie açısından daha doğru hem de günümüz siyasi modasına uygun olur. Belki bloğumuzu Cumhurbaşkanlığı himayesine alırlar :))

Corto başlarda gizemli bir antik aynanın peşinde. Fakat 40 sayfa insanın aklında hiçbir şey bırakmayan bir koşturmacanın ardından hikayede bir kırılma yaşanıyor ve albümün yarısından sonra Emin Paşa’nın kızı Feride’nin Afrika’da babasının mezarını bulma gezisinde ona zoraki eşlik ediyor. Zoraki diyorum çünkü bir toplantıda şeyh kadınlara bu yolculuğa tek başınıza çıkamazsınız, geleneklerimize göre yanınızda bir erkek olmazsa izin vermem deyince, bu iş de Corto’ya kalıyor. Ayna mayna yalan oluyor o noktadan sonra. Tanıtımlarda bu nokta belirtilmediği için kimsenin haberi olmadı albümün TR bağlantısından.

Peki bu Emin Paşa kim? Alman ve Yahudi asıllı bir Osmanlı paşası. Son derece maceralı bir hayatı var, bir göz atmanızı tavsiye ederim, inanamazsınız. Haydi böyle bir karakterin ülkede dizisi, filmi parasızlıktan çekilemedi, hiç değilse tek albümlük bir ÇRı niye yapılmaz anlamak mümkün değil. 


Bu albümle birlikte Enver Paşa’lı “La Maison Dorée de Samarkand / Semerkant’taki Altın Yaldızlı Ev”  macerasından sonra Corto’nun yolu yine TR ile buluşmuş oluyor. Dahası da var, İskenderiye’deki bir Yunanla buluşmasında yine konuşmada TR geçiyor. Bu açıdan ilgi çekebilecek diyaloglardan birisini alıntılamazsam olmaz, çünkü bunları ben yazmazsam kimse yazamıyor, omuzlarımdaki tarihi sorumluluğun farkındayım :)

Aynayı ararken Manolis diye bir herifin evine gidiyor. Duvarda bir resim var. Dedesi. Altına da iki tüfek asılmış. “Dedem bu tüfeklerle yüzlerce düşman Türk’ü öldürdü” diyor. Corto “Bu antika tüfekle bunu başarabildiyse şerefine içilir” diye istihzayla cevap veriyor. 

Son Kararım
Corto Maltese’in misyonunu Pratt zamanında tamamladığını düşünüyorum. Seri ilk kez 60ların sonundan 80lerin sonuna uzanan dönemde yayınlandı. O yıllarda klasik İtalyan ekolünün Tex, Mister No, EsseGesse serileri gibi çocuksu, derinliksiz, Western şablonlu “kahraman karakterler”le ilerleyen çok satan ÇRları arasında Corto özgün ve gerçekçi bir duruşa sahip gözüküyordu ama günümüz ÇR piyasasında Pratt usulü bir Corto Maltese bu haliyle bana klişe geliyor. Sinemayı TVyi bırak, bugünün ÇR piyasası dahi daha gerçekçi, güçlü, keskin, çok boyutlu karakterler sunuyor ve Corto’nun güncel serisi bunlara ne metinsel ne de görsel olarak bir yenilik, bir katkı sunamıyor. Uzaklara bakan ve nereye gideceği belli olmayan, etrafına dudak büken bir gezgin bence artık yeterli değil. Altının ve üstünün daha iyi doldurulması gerekiyor. Biraz da yaklaşımla ilgili bir durum herhalde. Misal, Giancarlo Berardi’nin Ken Parker’ını (Alaska) hala zevkle okuyorum, hikayeler güzel yaşlanıyor ama Corto sıradan ve piyasa işi bir seri olmamasına karşın nedense beni biraz sıkıyor. Belki de tercih meselesi. 


Aslında aklıma şöyle bir düşünce geldi yazarken. Acaba “reboot” yerine “reimagining” yapmayı mı düşünselerdi? Mesela Corto’nun çocuğunun, “Corto Jr”ın maceraları olabilirdi ve günümüze daha uygun bir tarzda işlenebilirdi. Bugünün tarihi şahsiyetleri konu alınıp, dünyanın dört bir tarafında günümüzün olayları içinde gezdirebilirlerdi. Belki sadık okurları kızardı ama daha parlak bir gelecek şansı olurdu sanki. Elli yıl öncesinin ÇR serisi canlandırılıp aslına tamamen sadık kalınma konusunda başarılı olunduğunda, aslında doğal bir başarısızlıkla karşılaşılması mukadder olmaz mı diye düşündürüyor insana. Değerlerin çok hızlı değiştiği bir çağdayız. O günlerin pek çok avangard unsuru bugün sıradanlaşmış durumda. Sinemayı televizyonu geçtim, bir o günün ÇRlarına bakın bir de bugünkülere. O zihniyetin aynısını bugün birebir yansıtabilsen yine bugünkü okuru etkileyemezsin. Şartlar farklı, dünya değişti, insanların “ilginç” algısı farklılaştı. Antikahramanlara bakış değişti. Değer yargıları sürekli yıkılıp yeniden kuruluyor.

Son kertede hem isminden hem de eski hayranlarından dolayı bence satışları tatmin edici olacaktır ama büyük bir başarı kazanmasını, yeni nesil arasında çok tutulmasını mümkün görmüyorum.  



Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

21 Ağustos 2019 Çarşamba

"The Night Eats the World": Hasta Kalabalık

Sam isimli bir gencin kendisi uyurken patlak vermiş zombi istilasıyla karşılaşınca apartmanında tek başına yaşam mücadelesi.

Yönetmen Dominique Rocher. İlginç bir bilgi vereyim, buna benzer aynı tarihli bir başka film olan "Dans le Brume" ile pek çok benzerlikleri var  (çatılara kaçma mesela) ve fikir yine Rocher'ye aitmiş. Bu arada bence o daha iyi filmdi, bir ara bahsedeceğim. Sam rolündeki Anders Danielsen Lie ise, burada bahsettiğim siyasi-suspense tarzı Norveç dizisi “Nobel”den tanıdığım bir aktör.

“People hiding out in apartments”
Aksiyondan ziyade tek başına ve sınırlı alanda sürdürdüğü hayat üzerine odaklanılmış. Fakat ne “I am Legend”da köpeği Sam’le koca şehirde tek başına yaşayan Robert Neville’i ne de Lost’ta yeraltı istasyonunda 3 yıl tek başına nöbetçilik yapan Desmond Hume’u seyrederken ekrandan yansıyan yoğun yalnızlığı hissettirmedi. İçimden bir duygudaşlık dalgası yükselmedi nedense. Günümüzde yaşadığı dairenin sınırlarına sıkışmış insanla bir paralellik düşündürüyor ama dediğim gibi yetersiz kalıyor. Kan ve vahşet arayanlar zaten uzak dursun çünkü zombi istilası var belki ama filmin meselesi başka. 

Bazen yalnızlıktan zombileri bile özleyecek hale geliyor Sam. Bazen sokakta gördüğü bir kediyi evine alıp arkadaşlık edebilmek için hayatını tehlikeye atabiliyor. Anlayacağınız film boyunca zombilerden çok hasmane bir ortamda yalnızlığın altı çiziliyor. Aslında tüm zombi anlatılarında altta bu vardır ama genelde bol aksiyon ve vahşetle seyirci avlama yoluna giden filmciler ortaya birbirinin aynı işler çıkarttığı için olayın o tarafı ihmal edilir. Burada tam tersi aksiyon kısmı ihmal edilmiş bilinçli olarak.  


“Being on my own saved me”
Yalnız olduğu için ya da toplumdan farklı bir yerde olduğu için üzülürken, bu hali sayesinde hayatı kurtulan karakterlerin sayısı hem edebiyatta hem sinemada az değildir. Mesela çok sevdiğim “30 Days of Night” filminde kasaba dışında yalnız hayatını sürdüren Beau Brewer isimli adamın vampir istilasından paçayı kurtabildiğini hatırlarsınız.

Albert Camus’nün “L’etranger” romanından, Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar” kitabına kadar klasik edebiyatta da toplumdan ayrı yaşayan insan örnekleri akla geliyor. Gerçek bir olayın bir gazeteci ağzından akıcı bir şekilde aktarıldığı “The Stranger in the Woods” kitabında ise meçhul bir sebeple yalnızlığı seçmiş biriyle tanışıyorduk. Yine sinemada “To Kill a Mockingbird” filminden Boo Radley karakteri unutulmaz bir başka isim. Tabii Boo Radley deyince şu acı gerçeği de hatırlıyoruz. Toplum her türlü melaneti önce kendisinin dışında yaşayan, öteki sayılanlarda arar. Dolayısıyla yalnızlığı seçen insanlar ne gariptir ki hep daha fazla suçlanır. Böyle de bir riski vardır. 


İşte bu filmdeki karakter de kendi kendine aynı şeyi söylüyor: “Being on my own saved me”. Doğru söze ne denir :)

Konu açılmışken biraz laflayalım. Yalnız kalmak, ya da iletişimini ciddi ölçüde sınırlamak psikologlar, yaşam koçları, kariyer danışmanları ya da psikiyatristlerce düzeltilmesi gereken bir araz olarak öne sürülse de, bazı insanlar için bunun bilinçli bir seçim olabileceği nedense es geçiliyor. Belki adam o yaşamı ideal görmüyor, istemiyor. Belki de onu ısrarla kalabalığa soktuğunuzda hem kendisine hem çevresindeki insanlara zarar vermiş olacaksınız. Belki o insanın verimi yalnızken zirve yapabiliyor. 


"La Nuit a Devoré le Monde"
Bazen düşünürüm, mutluluk deyince hep bir aile ya da arkadaş ortamında etrafına gülücükler saçan insan imajı geliyor akıllara. Ne kadar yanlış. Bunda sermaye sahiplerinin toplumları aileler ya da cemaatler halinde daha kolay kontrol edebileceği gerçeğinin de payı var doğal olarak. Anlayacağınız toplu yaşam pompalanıyor, uyduruk ortak değerler inşa edilmeye çalışılıyor. Ticaretin de işine geliyor çünkü az reklamla ürünlerin tanınırlığı enfeksiyon gibi insandan insana kolayca yayılabiliyor. Otobüste bile gördüğün telefondan pantolona, kitaptan çantaya yığınla ürün sarıyor etrafını. Oysa ormanda bir kulübede köpeğiyle yaşayan ya da köyde tarlasıyla ilgilenen bir adam niye faydası olmayacak zımbırtılara özensin ki. Niye cep telefonunu her sene bir üst modelle değiştirsin mesela? Bir gömlek ne kadar değişebilir ki her yıl? Niye pantolonun lekelendi diye kaldırıp atasın? İşin özü kendi yaşamını başkalarına göre ayarlamayan insanı kandırmak her açıdan daha zor.

Walkind Dead dizisinin ilk bölümünde böyle bir sahne vardı. Onu hatırlattı. 

Çevrenin iyi ya da kötü özellikleriyle insanda bir değişim, gelişim hatta dönüşüm gerçekleştirebileceği yadsınmamalı elbette, mutlaka ciddi katkıları olur, fakat bir noktadan sonra patolojik yönleri ağır basan bir çevreye ve ruh hastasına dönmüş, adeta zombileşmiş insan topluluklarına karışmamak ve uzak durmak daha faydalı olabilir. Ya da bazı insanların yalnızlığa yatkın bir kişiliği oluyor ve bunu zorladığınızda kötü sonuçlar ortaya çıkabiliyor. Örnek kendim :) Dolayısıyla hele de insan gibi kompleks bir organizmayı tektipleştirmek ve tek bir doğru olduğunu iddia etmek art niyetten kaynaklanmıyorsa, ahmaklık gibi geliyor bana. Çocukluğumdan beri yalnız yaşamayı ve yalnız çalışmayı daha  çok seviyorum. Geldiğim noktada kendi açımdan bu konudaki son kararımı paylaşarak bitireyim:

”Keşke sağlıklı bir toplum olsaydı da bir parçası olsaydım, isterdim aslında, bazen hayal ettiğim bile oluyor, ama sokakları dolduranlara baktığımda düşüncem yıllardır değişmedi, iyi ki bu namussuzların arasına karışmamışım”


Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

16 Ağustos 2019 Cuma

Tolkien (2019): Film Sohbeti


Bir insanın hele de sıradışı işlere imza atmış insanların yaşamlarını 1-2 saatte anlatmak mümkün değil. Aslında doğru da değil. Kitaplara dahi sığmıyor çoğunun “hayat izleri”. Çaresiz, neredeyse her biyografik filmde (biopic) bir  “odak” seçilir ve alan sınırlanır, yani özellikle bir dönem ya da boyuta yoğunlaşılır. Burada da çocukluk kısa geçilip, sevdiği kadın ve okuldaki arkadaşlıklarının verilmesi tercih edilmiş. Dolayısıyla kitapların yazım süreci yok. Bunu önceden belirtmekte fayda var.

Yine konuşacak yığınla konu getirdi aklıma ama birkaç tanesini seçip başlıklar halinde değineceğim.




“Barrow’s Store”
Çocukken ya da gençliğinizde arkadaşlarınızla nerelere giderdiniz?

Siz cevabı düşüne durun, benim çocukların oturmaya gittikleri mekanı uzun uzun yazasım var. "Barrow’s Store"dan bahsediyorum. Şimdi gel de hayıflanarak sorma, kaç çocuk TR’de şu ortamda bir çay bir meşrubat içti? Ben içmedim açıkçası. Düşünüyorum da en sevdiğim mekan Bağdat caddesi Şaşkınbakkal'daki  Kristal büfeydi o yıllarda ama burayla karşılaştırmak mümkün değil, Kristal'in hamburgeri dışında kıyas kabul etmez :)

Peki niye bu konuya takıldım? Hepimiz takılmalıyız da ondan. İşte bu ortamda en azından bir kere bulunmuş bir çocuğun dünyası farklı bir incelik ve zenginlik kazanıyor. Şu ortamda arkadaşlarıyla sohbet eden bir çocuğun konuştukları, hayatı boyunca kıraathane denilen iğrenç ortamların ya da kıytırık büfelerin önünden geçen çocuklarınkinden bambaşka oluyor. Hiçbir şey tesadüf değil, uygar bir yaşam tarzının ürünü olan sanat ve bilimi, o yaşam kültürüne sahip olmadan üretemiyorsun. Bir çeşit peruk değil sanat dediğin şey alıp kafana takasın ya da bilim bir fabrika binasından ibaret değil yapınca içinden makineler, icatlar fışkırsın. Uygar ve yalancıktan olmayan kurumların olması, bunların devamlılık gösteren aydınlığında insanların yetişmesi gerekiyor. Kurum deyince sadece üniversiteleri düşünmeyin. Mahallenizdeki kafeler, fırınlar bile bir yaşam kültürünün yansıması aslında. Mahalli gazetelerden tutun pastanelere kadar yüz yılı aşan tarihe sahip pek çok dükkan var uygar dünyada. Sen kurumları yaşattıkça kurumlar da toplumun sağlıklı unsurlarını yaşatıyor. Uygar dünyanın değerlerini ayakta tutuyor. Bilim ve sanat kültürünü teneffüs ederek yetişen çocukların ortaya koyduğu eserler doğal olarak başkalarınınkine benzemiyor. Günümüz TR'sinde şu ortamı sağlayacak bir üniversite kafesi ya da "salonu" dahi olduğunu sanmıyorum. En azından ben rastlamadım. Sorsan ilkel dünyalarda dekanlık, bakanlık, rektörlük yapanlara, üniversite bilim yuvasıdır kafe mi yapacağız derler, halk da alkış tutar bu çiğliklere. Oysa bilimin gelişmesinde, yeni bir fikrin ortaya çıkmasında günlük konuşmalarla iç içe ilerleyen beyin fırtınalarının payının ne kadar büyük olduğunun bilincinde değildir bu halklar. "Çağrışım" dediğiniz büyülü kıvılcımlar, pek çok büyük düşüncenin, eserin doğuşunun ilk adımıdır ve ancak belli ortamlarda insanların etkileşimleri sonucu ortaya çıkabilirler.





Yürüyüş ve düşünceli sohbetler
Ağaçlar arasında yürümek ve düşünmek. Klişelerin kovulduğu, taptaze düşüncelerin bir kartopunu yuvarlar gibi beraber konuşarak büyütüldüğü ağzın değil aklın daha çok çalıştığı sohbetler etmek. Bazen uzun uzun susmak. Bunun da kıymetini bilmek. Sonra yeniden zihnine akan düşünceleri lisanlara sıkıştırmaya çalışarak dile getirmek. Sohbetle sevişmek, düşünmek. Kuş sesleri arasında kelimeleri koklamak ve yakınlıklar kurmak. Konuşarak, düşünerek bir şeyleri aramak. Yeni dünyalar yaratmak. Aslında ne kadar basit bir eylem. Paraya pula da gerek yok. Yok ama bu yaz "tatil yapan" kaç dangalak bunun hakkını verebildi sizce? 

İşte bu filmde de ormanda yürüyüş ve sohbet sahnelerine bayıldım. Önce Edith'le sonra profesörle ağaçlar arasında yapılan düşünceli, sohbetli yürüyüşler harikaydı. 

Soljenitsin ve Sokurov’u hatırlayın (link). Ya da Darwin’in Evrim teorisini kurarken bahçesinde yaptığı yürüyüşleri. Bahçe küçük olduğu için attığı tur sayısını anlamak için her turda bir çakıl taşını belirlediği yere yığmasını.  O yürüyüşlerin yeni düşüncelere yer açan dinlendirici ve özgürleştirici etkisinin hiç de az olduğunu sanmıyorum. Ya "Dead Poets Society" filmindeki kısacık ama unutulmaz karda yürüyerek Latince çalışan öğrenciler sahnesi? Yeni fikirlerin arasında yürümek isteyenin bu "doğal yürüyüşlerden" uzak durması mümkün değil. O kadar çok örnek var ki siz en iyisi Frederick Gros'un "A Philosophy of Walking" kitabını okuyun, bayılacaksınız. Şurada (link) bahsetmiştim. 




Metafor
Tolkien söyleşilerinde romanlarının somut bir şeylerin sembolü olmadığını belirtir ama insanın yaşadıkları bazen bir şekilde "söylenmesi mümkün olana" dönüşerek ifade edilebildiği, dış dünyaya karışabildiği için çoğu zaman bu süreçlerin birebir eşlenmesi ya da bilinmesi kişinin kendisi için bile mümkün olmuyor. Bilinçaltında şekillenip dünyaya çengellenen yığınla metafor hem hayatlarımıza hem eserlerimize hiç durmadan karışır yaşamlarımız boyunca. Film Tolkien'ın yaşamına ciddi etkileri olmuş üç olgunun savaş, sevgi ve arkadaşlık üzerinden ilerlerken romanlardaki fantastik dünyanın zeminini veriyor ama çıkarımlar yapmayı seyirciye bırakıyor.

Yetim kalınca kardeşi ve kendisiyle ilgilenen papaz, savaşta yakınını kaybedenleri teselli etmek için söyleyecek bir şey bulamadığından bahsediyor filmde: 

“Words are useless. Modern words anyway. I speak the lithurgy. There’s a comfort I think in distance. Ancient things.”.

Geçmişe bilgelik atfederek psikolojik bir rahatlama sağlamak dinin kullandığı yöntemlerden biri. Uzaklık hissinin rahatlatması meselesi ise kendi başına ilginç bir başka konu. Metaforların bu açıdan ciddi faydaları var. Çoğu zaman insana kendini ifade etmek için bir alternatif sunuyorlar. Mevcut kabullerden nefes almanı sağlayıp düşüncelerinin topluma karışmasının tek yolu olabiliyorlar. Sadece otoritenin zorbalıklarından sıyırmak değil mesele. Filmdeki gibi utangaçlığı aşmanın da bir yolu olabiliyorlar. Toplumsal dile, alışkanlıklara, karaktere, beklentilere, kabullere, her türlü yerleşik hale gelmiş düşünceye ya da hisse karşı araya mesafe koyarak daha özgür adımlar atabiliyorsun. Çok ilerilere sıçramak için geriye doğru bir iki adım atıp engelin üstünden sıçramak gibi görüyorum metafor kullanımını. 
  
Metaforun yaşamlarımızdaki yerine dair askere gitmeden önce Tolkien ile Edith'in şu diyaloğu önemli mesajlar veriyordu: 

-It's the “Ascanius"
-Sounds like something out of one of your stories.
-Yes. Pity the poor citizens of the kingdom of Ascanius.
-Why shall we pity them?
-For their terrible history. For their shame.Their regrets.They should forgive themselves. They can't.”

Bu arada metafor ile alegori farkını da bir ara konuşmak isterdim, hatta bunlara bir de analojiyi ekleyebiliriz. Yanlış kullanılıyorlar genelde





Fellowship vs Friendship
Seyrederken artık nereden estiyse aklıma geldi . Bence iki kavram arasında şöyle bir fark var. Fellowship belli bir amaç, ideal, hedef, iş etrafında birliktelik anlamını veriyor. Zaten "Fellowship" İngilizce’de meslektaş anlamında da kullanılıyor. Örneğin savaşta bir askeri timin üyeleri arasında buna benzer bir ilişki var. Tematik bir arkadaşlık gibi. Belki "görevdaşlık" gibi bir kelime uydurulabilir. "Kader birliği" deyimi de yakın bir anlama sahip Türkçe'de. Ya da abuk sabuk şeyleri çağrıştırsa da "ülküdaşlık" kelimesi akla geliyor. Arkadaşlık ise mutlaka belli bir ya da birkaç ortak amaç veya görev gerektirmiyor. Ortak ilgi alanları ya da mekansal yakınlık yetiyor. 

Türkçe’ye gelirsek “Yüzük Kardeşliği” deyince arkadaşlığın da ötesinde bir bağ, yakınlık anlamına geliyor ki kelime olarak orjinalinden biraz kaymış gözükse dahi bence “kardeşlik” hikayeye daha çok yakışıyor ve harika bir çeviri .

Diğer dillere baktım, nasıl çevrilmiş diye. Fransızca ve Almanca çeviriler “Communauté de l'anneau” ve “Die Gemeinschaft des Ringes”. Kardeşlikten ziyade grup arkadaşlığı, “yüzük birlikteliği” gibi bir anlama geliyorlar. Ruslar ise bizim gibi kardeşlik kelimesini seçmişler (Братство кольца).






Bir İyi Dilek
Hepimiz günlük hayatta birbirimize çeşitli dileklerde bulunuyoruz. Bazısı bunu dinle harmanlayıp dua formunda söylüyor, bazısı daha nadini terimlerle ifade ediyor ama ikisinde de ortak bir samimiyetsizliğe çok rastlıyorum, o da laf olsun diye söylenmeleri. Burada bunun söylenmesi gerekirdi diye düşünüp dillendirilen dilekler.

Bence iyi bir dileğin samimiyeti ve kıymeti için en büyük ipucu özgünlüğü. Ama öyle bir özgünlük ki farklı olsun diye de söylenmemiş olacak, tanışıklığın özüne dair bir şeylere vurgu yapacak. Bu özgünlük ve samimiyet ilişkisi pek çok olayda geçerli. Özgün bir hediyenin de daha samimi olduğunu düşünürüm mesela. Ya da diyelim ki bir film hakkında konuşuyorsunuz birisiyle, basmakalıp sözleri tekrarlayan birisini dinlemek bana fenalık getiriyor. Hep aynı terane. En basiti şimdi bu filmle ilgili yazılan yazılara bir bakın, çoğu birbirine benzer laflar edilecek, kadronun işleri IMDB’den sıralanacak ve klişe laflarla eleştiri getirilecek. Esas değerli kısımlar fark edilmeyecek bile. Kurulması gereken bağlantılar es geçilecek, hiç konuşulmayacak.

Bu kadar laftan sonra şuraya geleceğim, filmde dörtlü arkadaş klübünün Tolkien’a  en yakın olan şair üyesi Geoffrey yaralı geldiği hastanede ölüyor ama öncesinde Tolkien’a bir mektup yazıyor. O mektubun son cümlesinde arkadaşına veda olarak bir dilek yazmış. İşte o dilek insanın tüylerini diken diken edecek kadar samimi ve özgündü:

“May u say the things I have tried to say, long after I’m not there to say”

Size hiç bu kadar güzel dilekte bulunan bir arkadaşınız oldu mu? Zihinsel yakınlık hissettiğin birine ne güzel bir uzun ömür dileği. Bu çok başka bir uygarlık seviyesi.

Bir şey söyleyeyim mi, hayatta bu inceliği yakalayın da ister 40 ister 140 sene, ister fakir ister zengin yaşayın fark etmez. TR’de bir emekli aylığı ve başını sokacak bir evinin olmasını ifade eden “kendini kurtarmak” aslında budur işte. 







Son Söz
“Theory of Everything” filmi yine Stephen Hawking’in eşiyle ilişkisine ve gençliğine odaklanıyordu ama adamın fiziksel limitlerine karşın daha sürükleyici bir kurguya sahipti. “A Beautiful Mind” çoğu insanın tanımadığı John Nash’in rahatsızlığına yoğunlaşmış ve ortaya klasikler arasına giren epik bir film çıkmıştı. BBC yapımı “Creation” filmi Charles Darwin’in karısıyla ve ailesiyle ilişkisini öne çıkaran ama bu filmden daha ilginç olmayı başarabilen bir başka çalışmaydı. Dolayısıyla tekerlekli sandalyeye mahkum, konuşamayan ve konuşsa bile söylediklerini çoğu insanın anlayamayacağı bir adamın hayatı bile daha sürükleyici anlatılırken, bu filmin kötü bir iş olmamakla birlikte potansiyelinin değerlendirilemediğini düşünüyorum.  

Filmin başarılı olup olmadığını net anlayabilmek için şu sorunun sorulması şart: “John Nash’i tanımadan ‘A Beautiful Mind’ filmine hayran olduk. Peki bu filmde Tolkien değil de mesela tanımadığmız bir yazarın hayatı anlatılsa filmi seyreder ya da sever miydik?”.

Bence çoğumuz seyretmez, seyredenler de pek beğenmezdi. Benzerleri hatta çok daha iyileri olan, “düzgün ama dümdüz” bir film denirdi. Hem sinema hem de grafik roman cephesindeki biyografik ürünlerin yükselişine ciddi bir katkısı gözükmüyor.

Son kertede kabul edelim ki filmin en büyük albenisi, “Tolkien” ismi.


Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

11 Ağustos 2019 Pazar

All is Bright (2013) (Her Şey Pırıl Pırıl)

Dört sene hapiste yattıktan sonra şartlı tahliye edilen Dennis (Paul Giamatti) eve döndüğünde yaşadığı ailevi, sosyal ve ekonomik darbelerin ardından, kızına çok istediği piyanoyu alabilmek için son çare olarak yokluğunda karısını ayartmış arkadaşı Rene (Paul Rudd) ile beraber şehre noel ağacı satmaya gider.

Paul Giamatti en favori oyuncularımdan. Yüzünde olsun sesinde olsun canlandırdığı karakterlerde olsun bana hitap eden bir şeyler hep var. İsmini gördüm mü, hele de başroldeyse not alır en kısa sürede seyrederim. Mesela aklıma “Sideways” filmi geliyor. O da farklı tonda bir komedram bir “yol hikayesi”ydi ve bayılmıştım. Dennis’in şehirde tanıştığı ve arkadaş olduğu Olga rolünde ise “The Shape of Water”da başrolde olan Sally Hawkins var.  

Şimdi düşünün, hapisten çıkmışsınız, küçük kızınızı görmek için evinize gidiyorsunuz, karınız eve almıyor, "kızına öldü dedik uyuduktan sonra gel" diyor! Travmayı hayal edebiliyor musunuz? İnsan gerisin geri hapse gitmek ister. Adamcağız gidip köpek kulübesinde yatıyor. Sefiller romanının başında Jean Valjean’ın her yerden kovulduktan sonra bir köpek kulübesine sığınışı fakat köpeğin gelişiyle orada da barınamamasını hatırlatan etkileyici bir sahneydi. Bu tarz dokunaklı ve acıklı sahneler film boyunca komedram tonunda serpiştirilmiş. Filmin ismi Robert De Niro'nun son dönemki en iyi işlerinden olan "Everybody's Fine" filmini ve o ismin altında yatan hüzünlü anlamı akla getiriyor. 

Hele eve alındıktan sonra karısıyla şu diyaloğu nasıl insanın içini cız ettiriyor:

Dennis: “U dont want me to be a thief? I will stop being a thief”
Karısı: “ What d be left of u?”

Dennis'in hayata tutunmasını sağlayan tek şey, kendisine hedef olarak belirlediği noel ağaçlarını satıp kızına bir piyano alabilmek. Bunun dışında artık dünya umurunda değil içinde bulunduğu durumda. Haksız da değil, şartların berbat olduğu, perişanlığın tavan yaptığı hallerde somut bir saplantı bulup tutunmaktan başka çaresi kalmaz insanın. Hem de hiç ötesini berisini düşünmeden. Yoksa sürüklenir gidersin ölüm kokan bir yerlere. 

Filmin artıları Giamatti ve sıradan insanların ekonomik ve sosyal yaşam mücadelesini bazen masalsı bazen acı bir gerçekçilikle yansıtması. Eksileri ise yan karakterlerin özellikle de Olga’nın iyi işlenememesi ve senaryodaki teklemeler. Zaten senaristin tek film senaryosu bu gözüküyor. 

Sevdim, arşive kattım ama bu malzemeyle daha iyi olabilirmiş dedirtti. 





Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

5 Ağustos 2019 Pazartesi

İletişim ya da “ilenişim” başkanı, ne fark eder ki..!


"Hamdolsun, tam bağımsız bir dış politikamız var. Doğu Akdeniz’de kendi gemilerimizle varlık gösteriyoruz. Savunma sanayinde bir devrim gerçekleştirdik. Oligarklara, onların en büyük silahı olan faiz belasına meydan okuyoruz. Evet, topunuz gelin! Biz buradayız, vazgeçmeyeceğiz...
Bütün terör örgütlerine, onların işbirlikçi ve hamilerine kök söktürmeye devam edeceğiz. Bağımlılık düzenini ayaklarımızın altına alacağız. Biz başardıkça onlar tetikçilerini devreye sokacaklar. Yılmayacağız. Ne demişti sayın Cumhurbaşkanımız? “Topunuz gelin, topunuz!”

Bunlar Türkiye Cumhuriyeti'nin “iletişim” başkanı Fahrettin Altun’un resmi hesabından attığı, 1 ağustos 2019 tarihli iki twit. Koskoca TC'nin iletişimden sorumlu bir numarasının mesajları yani. 

Ne diyorlardı: “Adam karısıyla beraber çift maaş alıyor ama liyakatli, devlete çalışmasa daha fazla para kazanır”,

“İletişim” konusunda ne kadar liyakatli olduğu mesajlarında açıkça görülüyor..! Aklı başında olan anlar, fazla söze gerek yok. Özellikle “İlenişim” konusunda ise görevinin hakkını vereceği her halinden belli. Zaten AKP örgütünün iletişimden anladığı, “ilenişim” olmadı mı bugüne kadar? İşin gerçeği, iletişim dediğin büyük ölçüde ilenişim değil mi bu toplumda? Sokaktaki konuşmalara bir kulak kabartın anlarsınız ne dediğimi. Yadırganacak bir durum değil dolayısıyla. Trump olsa “ilenişim başkanımız” pardon “iletişim başkanımız” için kesin “central casting” der, herkesi kahkahaya boğardı. Esprili adamın hali başka oluyor işte :)

Not:
İlenmek: Birinin kötü bir duruma düşmesi dileğini gönlünden geçirmek veya açıkça söylemek, beddua etmek, lanet etmek.

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

3 Ağustos 2019 Cumartesi

"Ne yediriyor yahu bunlar bize?" (BBC) (2019)


“The Honest Supermarket: What’s Really In Our Food” (2019)
BİM’de satılan dörtlü pizzaları biliyor musunuz? Benim gibi fakir ve beceriksiz olanlar için büyük kolaylık :) Ne yiyeceğim derdinden kurtarıyor. İçeceklerle falan yaklaşık 20 TL’ye  iki akşamlık yemek çıkıyor. Yalnız bir püf noktası var. Üzerine ekstra kaşar, kekik, sos, nane vs eklemelisiniz, yoksa bir şeye benzemez. Salam, sucuk, sosis gibi etli kısımları mikrodalgaya atmadan çıkarıp ayrıca pişiriyorum. Niye mi? Et yemeyi büyük oranda bıraktım yıllardır. Hem böylece kedilere ziyafet çıkmış oluyor.

Bu BİM marketleri ilk çıktığında bazı insanlar orada görülmek istemezdi, birisi görülürse “Ya duydun mu Müzeyyen hn’ı BİM’e girerken görmüşler. Yazııık, durumları kötü demek ki “ gibi konuşmalar geçerdi. Çok ciddiyim, ben şahit oldum böyle durumlara. Mesela birisi vardı, sabahtan BİM’e gider, ama giderken bugün torba parası vermemek için kendi torbasını taşıyanlar gibi yanına örneğin Migros poşeti alır, BİM alışverişini o torbayla taşır, soranlara asla BİM’den geldiğini söylemezdi :) Ne delilikler ne komediler yaşadık yahu :) Nereden nereye…


Geçenlerde BBC’nin bir süpermarkette geçen belgeselini seyrettiğimde ister istemez bunlar da bir an gelip geçiverdi aklımdan.

Belgeselin sunucusu TR’de BBC belgesellerinden bahseden tek yer olan bu bloğun takipçilerinin daha önce burada misafir olmuş başka bir belgeselden hatırlayacağı bir isim: Matematikçi Hannah Fry (bkz. "Contagion: Salgın" - 2018).

Konu epey ilginç, güncel ve Fry'ın bir önceki belgeseli gibi yine hepimizi ilgilendiren bir durum. Süpermarketlerde satılan ürünler ne kadar sağlıklı sorusunun peşine düşülüyor. Bu araştırma için farklı bir yöntem takip edilmiş. Bir süpermarket oluşturup arka tarafına laboratuvar kuruyorlar. Analizleri yapıp içinde karşılaştıkları gerçek maddeleri ve zararlarını ambalajlara kocaman kocaman yazıp o süpermarkette raflara koyuyorlar. Sonra da alışveriş yapan insanların bunlarla karşılaştığında tepkilerini ve düşüncelerini öğreniyorlar.

İnceledikleri ürünler arasında girişte bahsettiğim ucuz ve dondurulmuş pizza paketleri de var. Bunun yanında pet sular, balıklar, şeker çeşitleri, palmiye yağı, katkı maddeleri, “doğal” etiketinin gerçekliği ve sebzelerdeki pestisid ilaç kalıntıları gibi farklı konular işlenmiş. Hatta bir ipucu vereyim, meğer bizim pizzalardaki kaşar, kaşar değilmiş! Şaşırdık mı? Hayır :)  

Pratik bilgiler veren faydalı bir belgesel. Dört sayfaya yakın not çıktı. Tavsiye ederim. 


Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...