Polisiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Polisiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ağustos 2018 Çarşamba

Dragon (Wu Xia / Ejderha): Donnie Yen Filmi

Liu Jinxi (Donnie Yen) karısı Ayu (Wei Tang) ve iki çocuklarıyla beraber gözlerden uzak bir köyde sâkin ve mutlu bir yaşam sürerken iki hırsızın marketi soymak istemeleriyle Liu’nun aslında basit bir köylü olmadığı anlaşılır. Hırsızları kendini korumak için öldürünce olayı soruşturmak için kasabaya Xu Bai-Jiu isimli farklı metodlara sahip bir polis müfettişi (Takeshi Kaneshiro) gönderilir. Karanlık bir geçmiş tüm köyün üzerine çöker. 

Yönetmen Peter Chan. Çin işi ama sağlam film. Kavga dövüşten ibaret basit bir uzakdoğu seyirliği değil kesinlikle. Geçmişi bir türlü yakasını bırakmayan bir adamın mücadelesi. Karakterler iyi tahlil ediliyor, duygular es geçilmiyor. Dedektifin olayları kafasında geri sararak düşündüğü “çıkarım” sahneleri ustaca veriliyor ve Holmes’ün “Deduction” tekniğini ince gözlemlerle bambaşka bir ortamda hakkını vererek uyguluyor. Gerek koreografinin başarısı gerek akla ve duygulara hitap eden sahneleriyle son derece sürükleyici bir film. İçinde yok yok. Yalnız sonu daha iyi olabilirdi diye düşündürtmedi değil.

“A History of Violence” ile “Sherlock Holmes”ün aynı potada eritilmiş hâli diyebiliriz. "Shane" diye hârika bir kovboy filmi vardır meselâ. Orada da artık silahını kullanmak istemeyen bir adamın adım adım hiç istemediği bir yola savruluşu işlenir, aklıma onu da getirdi. İnsanın ailesi bazen koşa koşa kaçılması gereken bir dehşet yuvası olabiliyor. Buradaki aileyi içine doğdunuz ortam olarak alın siz. Aile olmaz da ülken olur, ülken olmaz da yakın çevren olur. Meslektaşların olur, arkadaşların olur, olur oğlu olur. Hatta bazı durumlarda kendi ait olduğun canlı ırkından bile sıtkın sıyrılıp, bunlar insansa ben insan değilim galiba diye düşünerek bağımsızlığını ilan etmek isteyebilirsin. Zihninde ben bunlarla yapamıyorum psikolojisi hâkimiyet kurabilir haklı olarak. Ubermensch? Fakat bunlar bedeli yüksek bilinç patlamalarıdır, insanı nereye savuracakları hiç belli olmaz, zaten fazla da dillendirilmez bu tip konular. Evrim çetrefilli ve sürprizli bir konu.

Neyse dağıtmayalım, ben çok sevdim ve tekrar seyredebileceğim bir film olarak klâsiklerim arasına aldım.

Better Call Saul’un başladığı şu günlerde müfettiş Bai-Jiu’nun bir sözünü alıntılayarak bitirelim:

“ Is the law really more important than humanity?”
















Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

3 Ağustos 2018 Cuma

Sharp Objects (2018) (Dizi) (HBO)

Camille Preaker (Amy Adams) gazetecilik yapan geçmişi problemli bir kız. Alkol sorunu da var. Yıllardır ailesiyle görüşmemiş. Doğup büyüdüğü kasaba olan Wind Gap’te cinayetler işlenmeye başlanınca patronu olayları araştırıp bir yazı hazırlaması için biraz da zoraki onu görevlendirir. Bu araştırma Camille için kendi geçmişiyle de hesaplaştığı bir kişisel mücadeleye dönüşür.

Gillian Flynn'in (Gone Girl, Dark Places) romanından uyarlama. Başrolde Amy Adams var. Hemen Arrival’dan hatırlanacaktır. Esas beni diziye çeken ise Patricia Clarkson oldu. Camille’in kasabanın önde gelenlerinden biri olan kontrol manyağı ve yer yer histerik annesi rolünde seyrediyoruz. En son “Bookshop” (2017) filminde yine benzer bir hırslı ve cadı kadın rolünde izlemiştim.

Sadece ilk bölümü seyrettim. Clarkson’a rağmen pek sarmadı. Birbirine soğuk bir anne kız. “Twin Peaks” dizisini andıran bir atmosfer. Sık sık tekrarlayan patenci kızlar imgesi. Stephen King romanlarında bolca ele alınan tipik bir Amerikan kasabasında ortalığın karışması ve hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı teması. Yavaş yavaş açığa çıkan sırlar. Sinematografi dizilerin çoğunda üst düzey artık, bu dizi de bir istisna değil. Tempo biraz ağır geldi. Camille diziyi dolduracak kadar ilginç bir karakter değil, mesela Rust Cohle’la kıyaslarsak felaket sönük kalıyor oysa dizi neredeyse her karede onu gösteriyor ve deyim yerindeyse tüm hikayeyi sırtlamasını bekler bir havada ama bence zor. Yan karakterler zayıf ve ihmal edilmiş gözüktü. Dizideki karakterlerden hiç biri daha fazla seyretme isteği uyandırmadı. Benim için önemli bir kriter bu. Muhtemelen sonraki bölümlerde kasabanın sakinlerine ağırlık verecekler ama ilk bölümde gördüğüm bu. 

Ortalamanın üstünde kaliteye sahip, küçük bir Amerikan kasabasında geçen, psikolojik gerilimli polisiye dizi meraklılarını memnun edebilir. Ben farklı bir şeyler görmezsem sıkılıyorum artık bu tip dizi ya da filmlerden.  

Seyrettiğim ilk bölümde Patricia Clarkson’ın varlığı ve üvey babanın çaldığı nefis müzikler dışında ilgimi çeken bir taraf olmadı. Herhalde devam etmem, iyi gittiğini duyarsam ileride yeniden bakabilirim. Şimdilik bu tarz bir dizi seçecek olsam True Detective’i tekrar seyretmeyi tercih ederdim.   























Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

8 Şubat 2018 Perşembe

Trapped (Ofaert) Televizyon Dizisi (İzlanda)


TRAPPED
Bir İzlanda Polisiyesi (İskandinav Noir)
17 Ocak 2018 tarihli Guardian International gazetesinde bir haber çıktı. İsveçli kadın gazeteci Kim Wall’un kolları, bacakları ve kafası kesilmiş, ayrıca defalarca bıçaklanmış cesedi Danimarka açıklarında bulunmuştu. Kriminolojiye ilgim olduğu için alıp dosyaladım. Kim Wall yaklaşık 10 gündür kayıp olarak aranıyordu. Araştırmalar derinleşince şüpheler en son röportaj yapmak için gittiği şahıs üzerinde yoğunlaştı: Peter Madsen. Madsen, kendi yaptığı teknolojik aletlerle sanat gösterileri yapan bir teknoartistti. Son zamanlarda inşa ettiği denizaltıyla gündemdeydi. Madsen sorgulamada, denizaltısı Nautilus’a gelen gazetecinin uzuvlarını kestiğini itiraf etti.

İşte Trapped dizisi de bu hadiseden önce çekilmiş olmasına karşın çok benzer bir olayla açılıyor. Küçük bir İzlanda kasabasının limanına bir yolcu gemisinin birkaç günlüğüne gelmesinin ardından balıkçılar kolları, bacakları ve kafası kesilmiş ve defalarca bıçaklanmış bir ceset bulur. Kasabanın polis şefi Andri Olaffson (Olafur Darri Olafsson) iki yardımcısıyla birlikte olayı araştırmaya başlar ve soruşturma bitene kadar geminin ayrılmasına izin vermez. Tam bu olayın üzerine korkunç bir fırtına kasabayı vurur ve dışarıdan yardım gelmesi imkansız hale gelir. Olayın üzerine gidildikçe aslında kasabalarının sandıkları gibi mutlu mesut bir yer olmadığı ortaya çıkmaya başlar.     


Toplamda 10 bölüm. Atmosferin ön plana çıktığı bir polisiye dizi diyebiliriz. Baş karakter Andri Olaffson hiçbir süper gücü olmayan, aşırı bir beceri sergilemeyen, özel yaşamı problemli, geçmişi sıkıntılı, sıradan diyebileceğimiz bir polis. Diyeceksiniz ki bu tarz dedektiflerin hikayelerini bilhassa İskandinav polisiyelerinde sık izliyoruz. Doğru, ama bu dizinin bir araya gelince özgün bir iş olmasını sağlayan güçlü özellikleri var. Bir kere Olafur Darri Olafsson klasik anlamda yakışıklı olmasa da benzer rollerdeki pek çok aktörden daha karizmatik. Standart bir yakışıklılığı falan yok. Götlü göbekli bir herif ama havası var. Adam sahneleri sadece cüssesiyle değil, karizmasıyla da dolduruyor. Hani fotojenik derler ya, herif resmen ekranojenik :)


Baltasar Kormakur (Dir)
I Hunt Man diye daha önce çektiği bir dizisini daha seyrettim. Yine polis rolündeydi ama orada annesiyle yaşayan sosyal bir kişiliği canlandırıyordu. Dağınık ve pek kimseyi takmayan cool bir dedektif portresi çiziyordu. Trapped’deki kadar olmasa da yine ekran pırıltısı belliydi. Burada ise depresif, az konuşan bir karakteri canlandırmış. Kasabanın problemleri yetmezmiş gibi bir de düşüncesiz karısı Agnes (Nina Dögg Filipusdottir) ile uğraşıyor. Kadın güzel, ona lafım yok ama bunlar boşanma arifesindeler, karı çocukları almak için gelirken yeni sevgilisini getirmiş. Şuna bak sen! Nedir bu kadınlardan çektiğimiz yahu. Yırtmışım böyle modernliği. Neyse Andri kazığını atıyor yeni kocaya, biz konuya dönelim, kontrolden çıkmayalım :) Başroldeki Andri karakterinin sempatiklikten ziyade kısıtlı imkanları ve yetenekleriyle doğru bildiğini yapmaya çalışan ama bunu isyankar polis klişelerine savrulmadan yansıtabilen bir gerçekçiliği olduğunu söyleyebilirim. Ne uçan tekme atabiliyor, ne bilgisayar kurdu ne de başka bir uzmanlığı var. Fakat tüm sadeliğine karşın çekici de olabilen özgün bir kişilik. Tüm sorunlara karşın işini iyi yapmaya çalışıyor. Burası önemli.  

Andri Olafsson’un Hinrika (Ilmur Kristyansdottir) adında bir kadın ve Asgeir (Ingvar Eggert Sigurdson) isminde bir erkek yardımcısı var. Kasabanın tüm polis gücü bu kadar. Hem Hinrika hem de Asgeir alışıldık polis karakterlerinden çok farklı değil. Sıradan görünümlü davranışlara ve görüntülere sahipler. Dizinin başarısı burada zaten. Yalın karakterler ve çok da özgün olmayan bir hikaye atmosferin de etkisiyle ilginizi çekmeyi başarıyor ve sıkmıyor. Böyle olunca gerçekçilik tavan yapıyor. Atmosferin de güçlü etkisiyle sadeliği sıkıcılığa dönüştürmeden seyir zevki veren bir başarı vücuda geliyor. Yoksa dizinin öyle hızlı bir temposu, çok ilginç bir konusu, ya da çarpıcı sahneleri yok.

Andri Olafsson

Hinrika'yı sevdim, iyi kadın

Kalleş Agnes!
Yönetmen artık ismini duymaya başladığımız Baltasar Kormakur. Başroldeki Olafur için şunları söylüyor:

       “I didn’t want to go with a typical leading man, although I got pressure to. Ólafur Darri was                   always my first choice. He has become something of a Gérard Depardieu figure in Iceland. 
         Women here swoon over him, believe it or not.”

Tolkien, Gondor diyarını hayal ederken İzlanda gezisinin ona çok faydalı olduğunu söyler. Haklıdır. Başka dünyadan görüntüler sunan İzlanda’nın volkanları, buzulları, kar fırtınaları ve çorak manzaraları insanı farklı gezegenlere götürür. Zaten Alien filminin farklı bir gezegende geçen sahnelerinin burada çekilmesi de rastlantı değildir. İzlanda’da çekilen bu dizinin de en güçlü yanlarından biri atmosfer. Carpenter’ın The Thing filmindekine benzer olağanüstü bir kar fırtınasının merkezindeki kasabada her dış çekim daha fazla seyretmek istenen görüntüleri barındırıyor. Bir bilimkurgu atmosferinde polisiye izliyorsunuz. Diziyi seyrederken üşüdüğümü hissettim, o derece etkileyici bir çevre efekti yaratılmış. Dizinin isminde de kullanılmış olan kapana kısılma, çıkış yolu bulamama duygusunun aktarılmasında kar fırtınası başrolde. Anlayacağınız görsellik ciddi bir artı unsur. Kar fırtınası sadece bir fon olarak değil olayların içindeki bir karakter olarak dizi boyunca seyirciye eşlik eden vazgeçilmez bir faktör. Bu karlar altındaki gergin ortam yine sevdiğim bir film olan çizgiroman uyarlaması "30 Days of Night" filmini hatırlatıp durdu seyrederken. Final sahnesi dışında nefis filmdi bence. 


Asgeir




İzninizle İzlanda bana başka şeyler de hatırlatıyor. Mesela interneti halkına ücretsiz hale getiren bir devlet anlayışı aklıma geliyor. Ne mutlu onlara. Türkiye ise çıkar ortaklarına kendi insanını  soyduran tipsizleri anımsatıyor. Çok kalitesiz bir internetin, rezil bir satış-sonrası hizmetle fahiş fiyata satıldığı ülkemi düşündürüyor. Kimin halkı için çalıştığına siz karar verin artık. Laf İzlanda'dan açılmışken bu haklı eleştirimi de yazının sonuna sokuşturmuş olayım. Bir daha ne zaman İzlanda konusu açılır bilmem. 

Diziye dönersek, ben çok sevdim. İzlanda’da ve dünyada da çok beğenildi. Dahası ikinci sezonu çekiliyor bildiğim kadarıyla. Zaten sonunda sinyallerini veriyordu bana sorarsanız, Çin sermayesiyle ilgili bir konu olacak herhalde. Kesin seyredeceğim. Konu ilginizi çektiyse tavsiye ederim efenim.

Son olarak dizide geçen bir diyaloğu buraya almalıyım, ortamında çok etkileyiciydi:

Agnes: “Something evil blew in with the big storm.”
Andri: “I think it was already here…”

Bazen yeni olduğunu düşündüğümüz kötülüklerin kökeni çoook eskilerde olabiliyor. 
Öyle değil mi Türkiye? 








































Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır. .
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...