20 Eylül 2025 Cumartesi

Türkü sevmem...


Gençken etkilere daha açık oluyor insan. 
Hem iyisine hem kötüsüne, her şey gibi. 

Ben de sol ortamlardaki türkü övücülüğünü dinler, türkülere şans verir ama hiç sevemezdim. Bakın sevemezdim diyorum çünkü kendimi zorlardım.
  
Tarihi olaylara, duygulara, yaşanmışlıklara şahitlik etme kısmı yani sözleri ayrı tutuyorum, onların bir kısmı değerli tabii ki ama müzikal olarak bana hitap etmiyordu türkü dedikleri şarkılar. Tüm iyi niyetimle kendimi zorlamama karşın bir duygu akışı gerçekleşmiyordu. Sevdiğim şarkılara müziklere yaklaşamıyordu bile, öyle ki müzik dünyası türküden ibaret olsa herhalde müziğe ilgim olmazdı.  

Sadece yabancı müziklerden bahsetmiyorum. 
Ne Erol Evgin ne Cem Karaca ne Zülfü Livaneli şarkılarının da yanına yaklaşamazdı türküler. Evet, onlar Anadolu'yu, türkülerini övüyorlardı ama yaptıkları müziği dinleyen çoğunluk Batılı insanlardı. 
Tuhaf bir çelişkidir bu.
Olay iyidir kötüdür meselesi değil, bana göre olmamasından bahsediyorum

Tek tük sevdiğim türküler oluyordu ama onların da çoğunun Rumeli türküleri olduğunu öğrendim sonradan, fark kendini hemen belli ediyordu. 
Evet, Rumeli türkülerini seviyordum aslında ama onlar çok öne çıkarılmazdı, burada türkü derken bahsettiğim kara Anadolu'sunun türküleri. 
Hiç bana göre olmadı bunlar.    
Mesela dikkat ettiniz mi bilmem türkü barlarda Rumeli türküsü çalınması çok nadirdir zaten.
Nerden biliyorsun derseniz öncelikle soruyorum insanlara.
Ayrıca kapıdan bangır bangır yayılan müziklerde hiç Rumeli türküsüne denk gelmedim.  

Yıllar geçtikçe bunu kabullendim, çok doğal olduğunu anladım. Gençken kendimi Anadolu türkülerini sevmeye zorlamam, saf ve komik bir davranış gibi gözüktü.

Bunu halkından uzaklaşmak ya da halktan kopmak olarak yorumlayanlara sadece gülüyorum. Ben Anadolulu değilim ki onlardan kopayım ya da uzaklaşayım. Zaten bambaşka bir halkın, kültürün evladıyım ben. Benzer bir dili konuşmak benzer bir kültüre sahip olmayı gerektirmiyor. Kültürleriyle asla yaşayamayacağım, yaşamak istemeyeceğim halkların türkülerini de sevmememin ne kadar doğal olduğunu anladım yıllar sonra.

Aslında böyle düşünen insanların sayısının az olmadığını da gördüm yaşadıkça.
Ama dile getirilmiyordu. 
İşte bu dile getirilmeyenler, gün geldi, başa geldi...

Yaşamımın son yıllarında düşündüklerimi paylaşmaya kararlıyım.
Her konuda
Bu da onlardan biriydi. 

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

18 Eylül 2025 Perşembe

Son Sözü Söyleme İnadı


İnsanlarda oldum olası gözlemlediğim bir adet var. Tartışmalarda son sözü söyleme telaşı içindeler. Çırpınıyorlar bunun için. Hatta yırtınıyorlar. Hele kavgaya yürüyen bir tartışmaysa son sözü söylemek vazgeçilmez bir gereksinim, bir kırmızı çizgi haline geliyor. Şöyle okkalı bir son sözü sesini iyice yükselterek kim söylerse tüm tartışmanın da galibi o olacak zannediliyor sanki. Anlamsız bir velvele bana göre. Sen zaten kısa ve öz olarak düşünceni söylediysen, anlayan anlamıştır, anlamayan da anlamayacaktır. Kendini parçalamaya ne gerek var. Karşındakine ya da etrafındakilere hakkını savunduğunu mu göstereceksin? Elalemin de çok umurundaydı hangi tartışmada kimin son sözü söylediği. Mühim olan nedir biliyor musunuz? Fikrini, görüşünü, savunduğunu sade ve net olarak ifade etmek. Aslında her alanda böyle. Bir fikir yazısında da, değerlendirme yazısında da, makalede de, öyküde de, şiirde de. Bir bütünlük içinde sadelikten şaşmamak. Fikri yeteri kadar cümleyle aktarıp susmak. Uzatmamak gereksizce. 
ve unutmamak şu basit çıkarımı:

Son sözü söylemeye çalışanlar, ilk sözlerine güvenmeyenlerdir.

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

8 Eylül 2025 Pazartesi

Ne Olanlar Ne Ölenler Umurlarında Değil..!


Ortalık felaketten geçilmiyor. İrili ufaklı facialarla ölüyoruz durmadan. Tüm kanallarda içimiz kan ağlıyor söyleminin türevleri.  Sebep fark etmiyor. Pisi pisine ölen askerler, polisler, itfaiyeciler, kurtarmacılar, işçiler, çocuklar... Ardından TV'lerde üzgün pozlarda sunucular, konuklar. Devletin zaten umurunda değil. Orası ayrı bir dünya. Devlet paralel ülke olmuş artık TR'de. Milletin sorunlarıyla ilgilenmeye tenezzül bile etmiyorlar. Büyük projeler peşinde onlar, meşgul edilmek bile istemiyorlar ülkedeki felaketlerle. Gerekirse milletsiz bile bu devlet ayakta kalır kafasında bir delilik yaşıyorlar.   

Sokakları geziyorum. Hiç TV'lerde yansıtıldığı gibi bir durum yok. İnsanlar ya artık milli bir değersizliğimiz haline gelmiş öfkelerini etrafa saçıyor ya gezmelerine, eğlenmelerine devam ediyor. Koşturmacalar aynı. Umursamazlıklar aynı. Terbiyesizlikler aynı. Yani kimsenin umurunda falan değil sürekli tekrarlayan facialar. Kimse yasta falan değil. Uydurmayın. Artık birlik beraberlik söyleminin ikiyüzlülüğü fena halde ifşa olmuş durumda. Herkes kendi canını kurtarma derdinde. Mümkünse herkes kendi keyfinin derdinde. Güvenilecek bir kurum kalmayınca sağkalım siyaseti iktidarda. Herkes kendine. Bu millet böyle. Gerçek bu. Kültürümüzün bir parçası yok yere ölüp gitmek. Başkasının ölümü ancak sevindiriyor bizi. Neden mi? Başkasına isabet ettiği için barbarlığın şarapneli. 

İnsana bu kadar umursamaz olan millet başka ülkelere üzülür mü? Umurunda olmaz. Vitrin yapar sadece bir kaç sembol seçip Gazze gibi. Böyle bir güruh hayvanına acır mı! Nehrine yaylasına denizine kumsalına ormanına üzülür mü! Tabii ki hayır. Akşam ne yiyeceğinin derdinde kalabalıklar.

Ne olanlar ne de ölenler kimsenin umurunda değil. 

Tekrar ediyorum.
Halkın arasından sesleniyorum.
Olanları bırak
Ölenler bile kimsenin umurunda değil. 
Ne insan ne hayvan ne orman
Şehitler de buna dahil..! 

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

1 Eylül 2025 Pazartesi

Öykülerim | Kızıl Kiremitlerin Kıyısında

Uyandığında tir tir titriyordu. Pencereden sızan ışığa bakılırsa güneş doğmuştu ama sımsıkı kapalı perdeler, içeride sadece loş bir aydınlığa müsaade ediyordu. Önce yorganı üstüne çekip başını da içine sokarak ısınmaya çalıştı. Eylülün ilk haftaları yazdan kalma sıcacık bir havayla geçiyordu ama içindeki soğuk umursamıyordu bile. Kafasını tekrar dışarı çıkarıp, yüzünde şaşırmış bir ifadeyle etrafına baktı. Odada dayanılmaz bir soğuk dışında her şey normal gözüküyordu. Yaklaşık 6 aydır bu haldeydi, üşümekten başka bir his yoktu sanki hayatında. Yazın geçer belki demişti doktorlar ama ağustosun en sıcak günlerinde bile daha da kötüleşmişti içini kaplayan soğuk hissi. Kalktı, battaniyeyi sırtına alıp salona doğru yürüdü. Her şey akşam bıraktığı gibiydi. Perdeleri açıp yüzü güneye dönük, penceresinden sokağa baktı. Aşağıda insanlar toplanmıştı ve bir ambulansın ışıkları yanıp sönüyordu. Belki de insanlar yoktu, ambulanstan da emin olamadı, sonra ışıklar ve insanlar birbirine girdi. Sonra. Baş dönmesi. Soğuktan aklı ona oyunlar oynuyordu belki. Yutkundu, midesinin bulandığını hissetti. Perdeyi kapatıp açınca hepsi kayboldu, sakin bir sokak görüntüsü karşısındaydı şimdi. Kimsenin üşür gibi bir hali yoktu, şortla gezenler bile vardı. Sorunun kendisinde olduğunu hatırlattığı için hemen perdeyi bir kez daha kapatıp pencereden uzaklaştı. İnsan bir derdi başkalarının da paylaştığını gördüğünde yalnızlık hissinden kurtulur ve bencil bir sevinç duyar. Aksi halde iyice yıkılır, sorunun kişiselliği, harekete geçmesini gerektirir çünkü. Mutfağa gidip bir kahve yaptı. Hızlı hızlı içti. Sanki yapacak bir işi varmış gibi.

Aylar önce başlayan üşüme hissi bir daha ne yaparsa yapsın geçmemişti. Gitmediği hastane denemediği tedavi kalmamıştı. Sıcacık havalarda dahi montsuz paltosuz dışarı çıkamaz halde olmak ona korkunç bir sıkıntı veriyordu. Doktorlar çaresizdi. Evi ne kadar ısıtırsa ısıtsın değişen bir şey olmuyordu. Artık pes etmiş, yeni hayatına alışmaya çalışıyordu. Hiçbir şey eskisi gibi değildi. İnsanların bakışlarından bunaldığı için sokağa çıkmak gelmiyordu içinden. Kat kat giyimli halde aralarında dolaştığında onu işaret edip fısıldaşıyor, hatta bazen laf atıyorlardı kahkahalar eşliğinde. Çaresiz evine kapandı. Aklında tek bir soru vardı. Bir türlü cevaplandıramadığı tek bir soru. Soğuk, buz gibi bir soru. Neden üşüyordu?

Normalde hafıza sorunu yok gibiydi ama soğuktan öncesine dair boşluklar vardı. Ne kadar uğraşsa, sorunun kaynağına dair bir şey hatırlayamıyordu. Ailesi bu konuda bir şeyler anlatmaya çalışmış ama onlar daha söze başlar başlamaz kulakları çınlamaya başlamış ve bayılmıştı. Bir daha da konu açılmamıştı aralarında. İşitme duyusu da istemsiz olarak bu konuda konuşulmasına izin vermiyordu anlaşılan. Anne ve babası ayda bir uğrar, erzak falan getirirler, hem ona acıyan hem de sanki suçluluk duyan bakışlarla biraz oturup giderlerdi. Sanki usta bir kurgucu hayatından belli bir kısmı pürüzsüz bir şekilde kesip atmıştı. Ev hapsine dönmüş bir yaşam. Dışarıdan ihtiyacı olan her şeyi sipariş verip kapıya getirtiyordu. Arkadaşı kalmamıştı, zaten çok yoktu. Kitaplara, filmlere vermişti kendini.


Artık bu kabusu kabullenmişken, günler böyle geçip giderken, eylülün ikinci haftası gibi balkon kapısına vurulduğunu duydu. Salona gitti. Bir leylek duruyordu camın ardında. Gagasıyla kapıya vurur gibi tıklatıyordu camı. Bir misafirdi adeta. Adam ilk kez böyle bir durumla karşılaşıyordu. Tuhaf bir kıpırtı duydu içinde. Sanki kanatlanmış gibi hareketleri hızlandı. Hafta sonu bir kilo balık alıp buzdolabına koyduğunu hatırladı. Aslında deniz ürünlerini sevmezdi ve bunu neden yaptığına bir anlam verememişti. Büyülenmiş gibi dolaptan torbayı alıp ona doğru yürüdü ve balkon kapısını açtı. Balıkları bir kaba boşaltırken kuşun bacağında tuhaf bir kabartı fark etti. Dikkatle bakınca bir kağıt iliştirildiğini gördü. Kuş önce vazifesini tamamlamak istiyor ve onu bekliyor gibiydi. Bir postacı  gibi. Balıklara bile hamle yapmamıştı.  Genç adam çekinerek ama merakla kuşun bacağına sarılmış kağıdı çözmeye başladı, leylek bunu bekler gibi kıpırdamadan duruyordu, kağıdı alıp kapıyı kapatırken kuş balıkları yemeye başlamıştı bile. Sanki görevini tamamladığına kanaat getirmiş gibi. Soğukların başladığı sabahtan beri hiç bu kadar heyecanlandığını hissetmemişti genç adam.  Birisi yaşadığını hatırlatmış gibiydi. Soğuk hissizlik duvarı yıkılmıştı nihayet. Rulo halindeki kağıdı açtı ve gözleri yazının üzerinde gezdikçe büyüdü.

Kısacık bir mesajdı. Okuduktan sonra masanın üzerine bıraktı. Önce kışlık şapkasını çıkardı ve atkısını çözdü. Sonra evde üzerinden eksik etmediği kürklü montunun fermuarını açtı, çıkarıp koltuğun üzerine koydu. Hava alabildiğine serindi o gece ama sıcak havalarda bile kat kat giyinen adam soyunmaya devam etti. Çırılçıplak kalana kadar büyük bir huzur içinde soyundu. Artık titremiyordu. Üşümüyordu. Soğuktan eser yoktu. Kapıyı açtı. 7 katlı apartmanın en üst katındaydı dairesi, çatıya giden yıkılacak gibi merdivenleri tırmandı. Rahat adımlarla kiremitlerin üzerinde yürüyerek en uçtaki bacanın yanına gitti. Her tarafta çok eskiden kalma söndürülmüş sigara izmaritleri vardı. Artık her şeyi hatırlıyordu. O buz gibi Mart gecesi birkaç dakika öncesi kadar, sevdiğinin kokusunu duyabileceği kadar yakındı ona. 

Genç kız akşamları çatıya çıkıp baharda gelen leyleği beslemeyi çok severdi. Sonra da sigarasını yakar, genç adama sarılıp önlerinde uzanan şehri işaret ederek hayallerinden bahsederdi. Bir gün çatıda kanadı incinmiş bir leylek buldular. Kız onu kendine benzetmiş, tedavi ettirmiş, birkaç hafta baktıktan sonra serbest bırakmış, fakat uçurmadan önce leyleğin ayağına bir kağıt bağlamıştı. Defalarca sorsa da ne yazdığını ona söylememişti kız. Hemen ardından kar atıştıran o buz gibi gece. Son akşamları. Aileleri bir türlü birlikteliklerine izin vermeyince, ayrılmaktansa beraber intihar etmeye karar verdikleri, kendilerini uçurum gibi bir ümitsizliğe bırakıverecekleri o uğursuz gece. Toplumun yaşam şansı vermediği medeni azınlıktan iki gencin kara ve karlı son gecesi. Tam el ele atlayacakken genç adam son anda ne olduysa vazgeçmiş, ama sevgilisi kendini aşağıya bırakırken yaptığı hamle onu kurtarmaya yetmemişti. Sonrası malum. Ayrılık ve ansızın beliren amansız bir soğuk ile kısmi hafıza ve işitme kaybı.

Genç adam gözünden akan yaşlara karşın buruk bir mutluluk hissediyordu sanki. Sözünü geç de olsa tutmanın verdiği bir gönül rahatlığı belki. Ne çok sağlam ne de çok kaypak durmayan eğreti kızıl kiremitlerin yerini boşluğa bıraktığı son noktaya kadar yürüdü. Notta yazan kısacık cümleyi kısık sesle tekrarladı: “Madem aşağıya gelmedin, yukarıda bekleyeceğim”.

Kızcağız onları ayıranın, anlaşmayı bozanın, er ya da geç en çok sevdiği insanın ta kendisi olacağını anlamıştı demek ki. Kim bilir, belki de bu kararı almasına da, uğruna ailesini okulunu terk ettiği sevgilisine karşı için için duyduğu bu büyük hayal kırıklığı sebep olmuştu. Çatının kıyısına doğru yaklaştıkça genç adamın içini sıcacık hisler kaplıyordu. Kalbi deli gibi atıyor, içi ısındıkça ısınıyordu. Gözlerinden yaşlar süzülmüyor çağlıyordu adeta. Kanı ihaneti ortaya çıkmış bir hain gibi, kaçacak bir yer arar gibi, vücudunda dört dönüyordu. Evinde yaptığı gibi yüzünü güneye döndü ve kızıl kiremitlerin kıyısında, uçmaya hazırlanan göçmen kuşlar gibi kollarını iki yana açtı. Aşağıya doğru kararlı ama gergin bir adım attı. Boşluk için bu kadarı yeterliydi, ikinci adımı söke söke kendisi aldı.

Gecenin içinde bir kanat sesi duyuldu. Sürüsünün gerisinde kalmış bir kuş, geç de olsa, görevini yerine getirmiş olmanın rahatlığıyla, karanlık şehrin üstünde, ait olduğunu hissettiği adresi bilinmez bir yerlere doğru kanat çırpıyordu, yaşam sevinciyle. 

Yazan: L. Kızıltoprak



Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...