21 Kasım 2025 Cuma

BELGESEL | Ken Burns: "American Revolution"


Belgeseller öğretici olmalarının yanında dinlendiriyor insanı. Notlar alıyorsun, tekrar seyrediyorsun, netten ayrıntısına bakıyorsun. Keyifli bir öğrenme süreci. İster hayvanlar ister mimari ister edebiyat başka bir dünyaya götürüyor seni. Bilgilendirmenin ötesinde bambaşka konulara taşan fikirler veriyor, ilham veriyor. Sinema gibi duygulara yüklenmeden, gaza basmadan dingin bir ortam sunması hoşuma gidiyor. Gerçi Discovery gibi ikinci sınıf belgesel kanalları bu alanı da ucuzlaştırıyor sansasyon arayışlarıyla ama hala kaliteli bir saha. Yani filmlerin yeri ayrı ama belgeseller de yürümek, kitap okumak gibi yıllardır sürdürdüğüm bir alışkanlık, barbar kalabalıklardan uzaklaşıp soluklandığım bir uygarlık istasyonu. 


Ken Burns ismini belki duymuşsunuzdur. Uzun yıllardır belgesel çalışmalarıyla tanınan bir Amerikalı yönetmen. Genelde Amerikan tarihi üzerine belgeseller çekiyor. Jazz'dan Vietnam savaşına, beyzboldan milli parklara, kuzey güney savaşından Mark Twain'e pek çok konuyla ilgili çalışmaları var. Takip edip topladığım belgeseller hepsi. 
 
2025 tarihli son belgesel serisi ikişer saatlik 6 bölüm uzunluğundaki American Revolution yani Amerikan Devrimi. PBS, kasım 2025'te yayınladı. 

Yazan Geoffrey Ward. Wiki'de 165 günde 150den fazla mekanda çekildiği yazıyor. Seslendiren Peter Coyote. Southern Comfort'tan Erin Brockovitch'e, ET'den Bitter Moon'a pek çok filmden hatırlanabilir. Son dönem özellikle belgesel seslendirmeleriyle öne çıkıyor ve Ken Burns'le başka çalışmaları da var.   

American Revolution belgeselinde pek çok canlandırma (reenactment) kullanılmış. O dönem fotoğraf olmadığı için bir coğrafyacıyla çalışarak haritalar meydana getirilmiş daha kolay anlaşılması için, resimlere yer verilmiş. Ayrıca alıntılar ciddi bir yer tutuyor ve meşhur isimler seslendirmiş bu anekdotları. 

Adam Arkin, Claire Danes, Tom Hanks, Liev Schreiber, Morgan Freeman, Paul Giamatti, Hope Davis, Jeff Daniels, Edward Norton,Meryl Streep ve daha pek çok tanıdık isme rastlamak mümkün. 

20'nin üzerinde tarihçinin görüşlerine başvuruluyor. 
Müziklere de David Cieri imza atmış. Uzun yıllardır Ken Burns'le çalışan bir besteci. 


Şu anda ilk bölümdeyim, canım istedikçe aralık ayında seyredeceğim. Bitirince belki sohbet programı çeker, Youtube'da yayınlarım ilerde.

Amerikan tarihi deyip geçmeyin, kendi tarihiniz üzerine de farklı bakış açıları yakalamanızı, düşünmenizi sağlıyor. Yerel gündeme, günlük hayata, kişisel yaşamınıza dair çağrışımlar bile yapıyor aslında. Nasıl diyeceksiniz? En basiti Benjamin Franklin. Yahu adam bir bilgin ve yazar. Bir düşünür. TR'de Atatürk'ten beri bir düşünür iktidar oldu mu? Bir yazar iktidar oldu mu? Bir bilgin iktidar oldu mu? Hala bunları hak etmiyoruz diye ağlıyorsunuz utanmadan. Daha beterine layıksınız diyorum ben de usanmadan.

Layık değiliz mi diyorsunuz? Hep sorduğum soru şu:
 Cumhuriyetin yüzüncü yılı geçti gitti. Kıytırık, arabesk spot reklamlar dışında bu konuda doğru dürüst uluslararası kalitede bir belgesel yapıldı mı? Cevap ortada. 

Ken Burns'le bitirelim. 2021'de Washington Post'a verdiği demeçte söyledikleri ne kadar doğru. Sosyolojiden ekonomiye, tarihten eğitime hakikati değil mitolojiyi, yani kıytırık fantazilerini, yani yalanları temel aldığında, ancak kağıttan kaplan kadar ağırlığın olabiliyor. Başkalarının filminde bir figüran bile değil, işin bitince buruşturulup atılacak bir dekor olup çıkıyorsun. Gerçeklerle yüzleşmeden kocakarı reçeteleriyle iyileşemiyorsun, kötüleşiyorsun. Ve gerçeklerle yüzleşmenin günümüzdeki kolektif ve popüler yöntemlerinden biri de belgeseller. 
   
"Being an American means reckoning with a history fraught with violence and injustice. Ignoring that reality in favor of mythology is not only wrong but also dangerous. The dark chapters of American history have just as much to teach us, if not more, than the glorious ones, and often the two are intertwined."


Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

19 Kasım 2025 Çarşamba

SİNEMA | Ghost Tropic (2019)


Konusu ilgimi çektiği için bulup seyrettim. Brüksel'de orta yaşlarda Müslüman bir temizlik işçisi kadın akşam işten dönerken metroda uyuyakalınca ineceği durağı kaçırır. Cebinde taksi parası da yoktur, evine dönmeye çalışırken şehrin ıssızlığı ve farklı yüzleriyle etkileşimi anlatılıyor. Yönetmen Bas Davos. 2019 yapımı.

Gece, işçi sınıfı var genelde sokaklarda. Göçmenler, alt orta sınıf Belçikalılar. Anlayışlısı var anlayışsızı var. "Tropiklerde Tatil" vaad eden bir reklamın gölgesinde görülen bir hayal gibi kadının gece yolculuğu. Kaybolduğu bir gecenin ertesi gün farklı bir hayata bıraktığı bir kadın. Kentin gece yüzünün hayatın, bilincin farklı bir boyutuna taşıdığı bir kadın. Bu büyük bir değişim mi, belki, ama bir kırılma neticede, hem kızıyla ilişkisi hem de köpeği eve götürüşünü düşündüğümüzde. 

Filmin lirik bir tarafı var, şiirsel ama akışkan değil. Sabit kamerayla uzun uzun kentin gece ıssızlığına bakışlar atıyor. Etkileşimler gerçekçi ama sıradan. O ortamda böyle konuşmalar olur ama bu sadelik, bu gerçekçilik filmi öne çıkarmıyor. 


Maxwell Courtright, kitchen sink realism ve avangard sinema arasındaki boşluğu başarıyla dolduruyor diyor ama aynı fikirde değilim. Bence belgesel ile film arasında kalıp ikisinin de güçlü taraflarını yansıtamıyor. Şiirselliği biraz daha yaratıcı olsaymış daha seyredilir olabilirmiş ama orada da vasatı aşamıyor, sabit kamerayla gece manzaraları veriyor arka arkaya. Yalnız vasat derken düşündürücü filmler kategorisinde vasat. Bu haliyle hakkı, kısa ya da orta metrajmış dedirtti.   

Beklentimin gerisinde kalsa da "After Hours" filminin farklı bir türevi olarak işlenişinden çok konusuyla ilgimi çekebildi. Bazı fikirler verdi, sıkılmadım, bir tercih olduğu anlaşılan "yavaşlığına" rağmen. Pek çok bomboş günümüz aksiyonuna tercih ederim ama bu konu benzer bir "macerasızlık" çerçevesinde kalınarak daha akıcı, daha şiirsel ve daha başarılı işlenebilirdi bence. Hatta kendi alternatif versiyonumu da yazmayı düşündüm. Ben seyrettiğime pişman olmadım ama ortalama seyirci için sıkıcı olabilecek bir film Ghost Tropic.  








Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

18 Kasım 2025 Salı

ÇİZGİROMAN | Sergio Toppi çizimleri


Birkaç Sergio Toppi albümünün sadece çizimlerine arka arkaya bakıp stili üzerine anlık düşüncelerimi karalamışım. Böyle denemelerim vardır çeşitli alanlarda değişiklik olsun diye. Tarih 2015 gibi olabilir. Burada da bulunsun. 

Kontrastlarla resmi bölüp parçalıyor ya da bütünlüyor. İmajlar arasında bir anlam komşuluğu yaratıyor.

Arkaplanlarla insanların şekli farklı olsa da dokusu benzer. Bütünün parçaları olduğu hissi gözlerinizden eksik olmuyor. Temiz bir tarzı yok. Afiş benzeri sahneleri, vinyetleri kullanmayı seviyor. Karelerinde sık sık kolaj benzeri resimlere rastlanıyor.

Taşlarda, toprakta, giysilerde çizgi çizgi bir dokulandırmayı tercih ediyor sık sık. Bazı karelerde yüzlerce farklı yönde çizgi kullanabiliyor. Çizgilerini saklamayı, yuvarlamayı, tamamen bilindik şekillere dönüştürmeyi sevmiyor. Rengin içinde kaybolmalarına izin vermiyor. Her yerde irili ufaklı, sağlı sollu, açıklı koyulu çizgilerle karşılaşıyorsunuz. Bu çizgi ağının lekeleşmesini de tekelleşmesini de genelde istemiyor. Ağsı bir görüntü tercih ediyor. Sanki ilmek ilmek çizilmiş bir resim görüntüsüne sahip sayfaları.  


Makro anatominin yanında mikro anatomiyle de ilgilenir gibi. Hem insan gibi canlıların hem cansız nesnelerin genel şeklini kabaca çizdikten sonra damarlarını ve katmanlarını çizgileriyle öne çıkarıyor. Nöroatlasları andırıyor bazı figürleri. Bazen çizdiği bir insanın yüzünde sanki siyah beyaz bir anatomi kitabına bakıyormuş gibi hissedebiliyorsunuz. Sinirler, kas demetleri, damarlar.

Yüz olsun nesne olsun yüzeyleri pürüzsüz değil, çizgili, dokulu, desenli kullanmayı seviyor. Gerçekten kopmasa da fotografik bir çizer değil, şiirsel bir anlatımı var. Damarlı figürlerden kesinlikle vazgeçmiyor. Çizgileri tekleştirmeyi sevmiyor. Sanki her biri yaşamın iplikleri gibi.

Klasik olmuş sayfaları karelere bölme yöntemini kullanmasına karşın, sık sık bunun dışına çıkmayı da seviyor. Kontrastlar ve kolajlar yoluyla desenleri birbirine bağlayarak, karakterlerin büyüklüğünü arttırıp azaltarak, yani daha yaratıcı dokunuşlarla sayfayı bir bütün olarak da değerlendiriyor ve anlamlı kılıyor. Kareleri birbiriyle konuşturmak, yardımlaştırmak istiyor sanki.



Toppi’de çizgi çizgi kareler resmin ötesinde bir boyut kazandırmak için kullanılıyor. Thomas Ott’un resimlerinin tamamına hakim tekdüze “pütürlü” dokusuna benzemiyor, her yöne atılan, savrulan, uzanan çok daha kaotik bir çizgilendirme var. Breccia’nın yer yer soyuta kaçamak yapan ve çizgilerini sergilemekten ziyade kirli bir görüntü veren çizimlerini fotografik olanın ötesini arama açısından andırsa da çok farklı bir stile sahip. Kendine has bir “çizgileşim” olarak tanımlanabilir belki. Genelde inşaat iskeleti gibi bırakıyor çizimlerini, içini bir renge ya da tonlarına tamamlamıyor. Kuş teleklerine benzeyen paterni sık kullanıyor. Double exposure poster tekniğine benzer çizimleri var.

Figürler hep çevrelerine karışır gibi. Ya da çevreleri figürlere. Bir akış var aralarında. Gidiş-geliş ya da geçirgenlik daha doğru kelime herhalde. İletişimden daha fazlası. Belki bir dönüşüm ve dönüştürme süreci. Karşılıklı başkalaşım gibi, etkileşim gibi kavramları düşündürüyor.


Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

15 Kasım 2025 Cumartesi

Yakıp Yıkacaksan, YOK OL GİT..!

Ülkelere, milletlere gereğinden fazla kıymet veriyoruz, hatta kutsallaştırıyoruz. Aslında onlar da bulundukları topraklarda geçici birer hükümetten başka bir şey değiller. İnsanın küçücük ömrüne büyük gelen süreleri, sadece insanlığın tarihinde bile okyanustaki damlacıklar gibi.

Bazen devlet olmayı hak etmeyecek noktaya gelebilir milletler ve başka milletlerin buyruğu altına girerler bir anda. Sadece askeri bir başarısızlık değildir devletlerin yıkılma sebebi. Hele modern çağda. Basit bir ekonomik yetersizlik de değildir. İnsan olmanın, çağdaşlığın, medeniyetin gereklerini yerine getirememekle ilgilidir bazı halkların çöküşleri. Tarih bunların örnekleriyle dolu. 

Ortalık ruh hastalarıyla dolup taşarken polislerin cinsel özgürlükten ya da çevreyi korumaktan yana barışçıl insanlara, savunmasız kadınlara gençlere şiddet uygulaması, tutuklaması caniliktir, barbarlıktır, Çöküş alametleridir. Adaleti ve yaşam hakkını savunan insanların suçlanması, itilip kakılması hatta hapse tıkılması, kahpeliktir, medeniyetsizliktir. Üç kuruşluk heriflere yönetici muamelesi yapılırken yetişmiş insanlarını düşman görmek sapkınlığın daniskasıdır. Ahlaksız ahlakçılıktır. Adaletsiz hukukçuluktur. 

Devletim deyip de yüzlerce yıldır en temel adaleti bile sağlayamıyorsan defolup gideceksin, yıkılıp gideceksin. Gerekirse başka devlet başka halk başka cemiyet başka rejim denenecek. Ama sen yerle bir edileceksin. Sorumlu olduğun tarihi, doğayı, ağacı, hayvanı, gölü, ırmağı, insanı muhafaza edemiyorsan, yaşatamıyorsan, tam tersine binbir bahaneyle katlediyorsan, devlet olmaya da hakkın yoktur, millet olmaya da, yıkılıp gideceksin boşuna ağlama. Gizli işgalcisindir bulunduğun coğrafyada. Düşmansındır yaşadığın topraklara cana canana tüm canlılara. Boşuna saklanma vatan millet laflarının arkasına! 

O toprak da o ağaçlar da o hayvanlar da senden daha yerli! Onlar hancı sen yolcusun. Toprağına, ağacına, hayvanına, suyuna iyi bakmayan bir millet, coğrafyasında halk değil ancak asalak olabilir. Bunları bıraktım, birbirine bile barbarca yaklaşan bir toplumu coğrafyasında barındırmazlar. 

Toprak bile tiksinir, dağlar arka arkaya silkinir, denizler suratına tükürür, köpüklenir. 

 Mesul olduğun canları değil, o canların mesut olmasını hiç değil, çaputlarını tartışıyorsan çarpıştırıyorsan yüzyıllardır, ot kadar faydan yokken bir de ölçüsüz zararlara sebep oluyorsan, kendi keyfin dışında hiçbir şeyi umursamıyorsan, küçük çıkarlarından ibaret bir mahluk haline geldiysen, önce paryalaşacak sonra paramparça olacaksın. Zırlama. Dünya senin keyif çatma mekanın değil. Dünya seni taşımak zorunda değil. Bu dünya sana kul köle değil. iki çaputa üç tekerlemeye cennet dağıtılan bir yer hiç değil. Kene gibi yapışma, yakışmadığın coğrafyana. 

 Hoş yapışsan da 

Paçavra gibi atılacağın günler yakında..!       


Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

10 Kasım 2025 Pazartesi

5G: Beşinci Nesil İletişim ve "Şerbetsiz" Türkçe


Bugünlerde pek sık gördüğümüz bir başlık. 5G’ye geçişimiz. Türkiye 5G'ye nihayet geçiyormuş! Ne demek bu? Kablosuz iletişim teknolojisinde 5. nesil teknolojiye geçtiğimiz anlamına geliyor. Yıl 2025.

5G daha hızlı ve pürüzsüz bir iletişim sağlıyormuş. Hakkı verilirse tabii ki. Altyapı gerekleri yerine getirilirse. Kablosuz iletişim protokolünün son kullanım versiyonu olan 5G kastediliyor. Fifth Generation yani beşinci neslin kısaltması.

5G'ye geçiyoruz naralarıyla dünyayı fethetmeye devam ediyor Türkiye. Siyasetçiler, memurlarımız yine bulmuşlar bir oyuncak, oynadıkları oyunu  pazarlıyorlar. Fantazilerden fantazi beğen anlat böbürlen, değil mi. 

TR’de dünyanın en pahalı ve en kalitesiz internet hizmetlerinden birinin verildiğini defalarca deneyimlemiş biri olarak en azından uzun süre hakkı verilerek yapılacağına inanmasam da konumuz bu değil zaten.

İşte tam da medyada 5G duyurularına programlarına boğulmuşken Youtube’da karşıma bir video çıktı. Bir reklam. Bir Baklava reklamı. Karaköy Güllüoğlu baklavalarının sahibi Nadir Güllü baklava konusunda artık kurumlaşmış bir firma olduklarının altını çiziyor. Ne ilgisi var şimdi diyeceksiniz. Karaköy Güllüoğlu Baklavalarının beşinci nesli olduğunu söylüyor reklamda. Ben bunu duyunca anında bir şimşek çaktı ve kablosuz iletişimdeki “Beşinci Nesil” cazgırlığıyla adamın beşinci nesil baklavacılığı ilişkilendi kafamda.

Mesele şu: TR gibi bir yerde beş nesil bir dükkanı, bir ustalığı  ayakta tutmak önemli bir başarı. Fakat esas dikkatimi çeken adamın Türkçesi oldu. Nasıl çirkin nasıl kırsal bir Türkçe. Kaba saba bir kelime yığını gibi. Sesin güzel olmaz, anlarım. Yurtdışında uzun yıllar yaşamışsındır, Türkçenin bozulmasını da anlarım. Farklı bir kentin ürünüdür, yerel ağzı kullanırsın tercih edersin, bu bile anlaşılabilir. Gazianteplilermiş zaten, Gaziantep Güllüoğlu baklavası dersin ona da tamam.

Ama hem Karaköy baklavası, baklavacısı diyeceksin, bunun altını özellikle çizeceksin, yani markanda İstanbul’u kullanacaksın, hem de böyle kaba saba bir Türkçe konuşacaksın. Olmaz. Adamı dinlerken Türkçenin canının acıtıldığını hissettim, Türkçeye üzüldüm resmen. Sen ne biçim İstanbullusun! Değilsen niye Karaköy'ün yani İstanbul'un adını kullanıyorsun, istismar ediyorsun markanda? 

Konuşurken mangalda kül bırakmıyor, beş nesildir devam ediyoruz, Osmanlıyız, İstanbul'dayız, Karaköy Güllüoğlu diye övünüyor, Türkçesinin İstanbul Türkçesi'yle alakası yok. Beş nesildir İstanbul Türkçesi öğrenemediniz mi? Hadi öğrenemediniz, çıkıp marifetmiş gibi bu kaba saba Türkçeyi sergilemekten niye utanmıyorsun? Ben yabancı bir kelimeyi bile yanlış telaffuz ettiğimi anladığımda utanç hissediyorum hala. Düzeltmeye çalışıyorum. Sen böyle Türkçe konuşurken niye utanmıyorsun?

Karaköy Güllüoğlu diyorsun, beşinci nesil  diyorsun, konuştuğun Türkçe bu! 150 yıldır sıradan, ortalama bir Türkçe öğrenemediniz mi?

Yemeye içmeye milletçe bayılıyoruz, ballandıra ballandıra övünüyoruz. Baklava bizimdir bizim kalacak diyoruz ama Türkçe kimsenin umurunda değil. Türkçeye yapılan eziyetleri kimse fark etmiyor bile. Umursamıyor. Niye kimse bunu konuşmuyor, eleştirmiyor? Baklavadan önce Türkçeye sahip çıkılması gerekmez mi? Zaten o bilinçte olduğunda iğneden ipliğe her şeyine sahip çıkarsın. Diline sahip çıkan yemeğine, teknolojisine, toprağına, kentine, hukukuna, doğasına da sahip çıkıyor zaten.

Bu arada ortalama bir Türkçeden, sıradan bir İstanbul Türkçesinden bahsediyorum, özel bir ustalıktan değil. Çok mu istediğimiz? O bile yok!

Beşinci nesilmiş.

İşte bizim beşinci neslimiz.

Ham Türkçesiyle gurur duyar gibi konuşup duranların, düzeltmeyenlerin alkışlandığı bir ülkeyiz. İstanbul Türkçesini konuşmamayı marifet sanan şark kafası.  

Beşinci neslinde bile anadilini iyi konuşamayanların, 5G teknolojisini küfrettikleri halklardan ithal etmek zorunda olmaları şaşırtıcı değil. Yerli milli diyorsanız önce doğru düzgün Türkçe konuşacaksınız. Hele de İstanbul'u kullanıyorsanız. Dilini bile kullanamayanlar mı teknoloji üretecek! 

Harika bir usta olabilirsin, bilemem, konu bu değil, ama Türkçe bu olmamalıydı beşinci nesilde, İstanbul'da. Kusura bakma. Ya İstanbul'u markanda kullanma ya da İstanbul Türkçesi konuş. Olmuyorsa marka yüzü olma hatasına düşme bari. Diline asgari özeni, saygıyı göstermeli insan. Hele de insanlara hitap ediyorsanız. Topluluklara konuşuyorsanız. Hata yapılır, hepimiz yapıyoruz ama böyle çiğ bir Türkçe konuşulmaz. İster baklavacı ol ister ayakkabıcı ister mühendis ister doktor. Bu "şerbetsiz" Türkçeyi" dinlemek zorunda değiliz. 

Osmanlı deyip duruyorsun, Vatan diyorsun bayrak diyorsun, hepsinin temeli olan Türkçenin canına okuyorsun. Türkçeden daha yerli ve milli değerimiz mi var? Ayıp değil mi? Kaç yaşında adamsın!

Güzel bir Türkçenin konuşulduğu yeni nesiller yetiştirdiğimizde teknolojinin çoğunu da dışarıdan almak zorunda kalmayacağımızı umarım hiç değilse 21. yüzyılda anlarız. Böyle yerli ve milli lafını ağzından düşürmeyip Türkçeyi bile doğru düzgün konuşamayanlara da tepki gösterelim. Hoş görmeyelim şunları artık, hor görelim! 

Son söz

Lezzet, yemek önemli tabii ki, çok ilgim olmasa da o da bir kültürdür, bir ustalıktır, zanaattır, değerdir.

Ama dilin tadını kaçırdınız mı, 

bende ağız tadı da kalmıyor. 


Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...