22 Ekim 2018 Pazartesi

Sofra Sırları: Ümit Ünal ve Demet Evgar

Yönetmen Ümit Ünal ama bir Demet Evgar filmi diyebiliriz.

Mutfak ve yemekler yoluyla paralel bir dil yaratma çabası “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” filmini hatırlattı ama o sıkmadan seyrettirmiş, hatta kendini sevdirmişti. Zaten beğendiğim bir oyuncu olan Fatih Al da bir başka ortak noktaları.   

Yasemin Yalçın’ın karikatürize edilmiş “Kakılmış” tiplemesi ister istemez akla geliyor, filmdeki onun dramatize hali. İki farklı filtreyle aynı karakteri seyretmek gibi. 

Evinde yemeği ve temizliği arasına sıkışmış bir kadın merkezde. TR’de bol miktarda var bunlardan. Hiç durmadan evini ve kabını kacağını silmekten kendisi de alabildiğine “silikleşmiş bir karakter”. Meşhur ve herkesin ilgi gösterdiği bir yemek programı sunucusu olmak onun hem çıkış hem kaçış yolu. Bir nevi terapi aynı zamanda. Evine kapanmış bile diyemeyeceğimiz bir mutfağa sıkışmışlık var. Diline de yansıyor bu hali. Karşısındaki ne kadar önemli bir mevzudan bahsederse bahsetsin “aklıyla değil mutfağıyla cevap veriyor”. İşte kocasının serzenişi:

“Ben gidiyorum diyorum, sen pilav diyorsun yoğurt diyorsun!!!” :)

Trajikomik bir tip. Komiser buna yaşadığı haksızlıkları anlatıyor, “Adalet adamı olarak söylüyorum, adalet falan yok” diyor, karı kalkıyor yemek ikram ediyor, dolmadan bahsediyor. Benliğini yitirmiş, köleleşmenin ötesinde kişiliği silinerek mutfak robotuna dönüştürülmüş bir kadın. Kocasının ölümündeki rolü bile içine kaçmaktan ibaret aslında.  

Alegorik olarak da alabilirsiniz bu durumu; patolojik bir içine kapanma hali, çevreden kopma, paylaşılan gerçekliğe karşı kişisel yanılsamalarla tepki verme çaresizliği. Hepsi düşünülebilir. İster insan olsun ister devlet, ister toplum; nerden baksan hastalıklı bir durum. Bir devlet düşünün siz sınıfların kalabalıklığından, eğitimin kötülüğünden şikayet ediyorsunuz, o size o yıl kaç tane cami yaptığından, daha çok imam hatip açacağından, metrodan, köprülerden bahsediyor. Bir toplum düşünün, siz hukuk dedikçe, “biz dünyanın en misafirperver halkıyız, dolma almaz mısınız?” diye gülümsüyor. Teknolojide çok geri kaldık diyorsunuz, ballandıra ballandıra şanlı bir tarihten bahsedip duruyor. Paramız Bulgaristan'da bile değersiz oldu diyorsunuz, dimdik ayaktayız evelallah diyor. En çok gazeteci hapsetmiş ülkeyiz diyorsun, ileri demokrasinin nimetlerini sayıp döküyor. Ve Avrupa bizi kıskanıyor. Gülmeyin, aslında benzer şeyler bunlar. Patolojik bir hal. Bildiğin ruh hastalığı bu. Ama hep dediğim gibi, ortalama bir zeka için en aptalca hikayeden bile manidar benzetmeler, göndermeler, alt metinler çıkartmak çok kolay. Filmi bunlar kurtarmaz. Kurtarmıyor da.


Yönetmen Ümit Ünal demiştik. Birkaç başarılı filmin altında senarist olarak imzası var. Ama net söyleyeyim, filmi beğenmedim. Yıllar önce yine yönetmenliğini yaptığı  “Gölgesizler” filmini de seyretmiş, onu da sevmemiştim. Peki beğenmemek ne demek? Bir de o var, niye beğenmediğini açıklamak zorundasın cemaate :) Şöyle diyelim, filme başladıktan sonra, filmden kaynaklanan sebeplerle, seyretmeye devam etme isteğini kaybetmek benim için bir “beğenmeme” tanımı olabilir mesela. Oysa sevdiğim filmi bırakın bir kere seyretmeyi, tekrar tekrar seyretmek için fırsat yaratırım.  Benim kriterim bu kadar basit. Sevmediğim işi niye sevmediğimi anlatmak için uzun uzun yazılar döşenmek çok saçma geliyor. 

Neticede sanırım Ümit Ünal bana göre bir yönetmen değil. Demet Evgar’ın oyunculuğundan başka tutunacak dalı yok filmin. Zaten kadını bıraksanız, sahnede rastgele bir şeyler anlatsa, bundan daha ilgi çekici bir şeyler ortaya çıkardı. Psikolojik çözümlemeleri ya da alegoriyle eleştiriyi Türk sineması beceremiyor. Bana bitse de gitsek dedirtti. Kara mizahı ve absürdizmi beceriksizce kullanan, temposuz ve sıkıcı bir film. Düz bir hikaye anlatımını küçümseyip alengirli işlere kalkışınca ortaya çıkan bunaltıcı bir sinema. Ha eleştirmenler genelde pek bir beğenmişler, süslü cümlelerle allamışlar pullamışlar, orası beni ilgilendirmez. 

“Kıro komedisi”yle  “daraltıcı dramların” kıskacından birkaç istisna dışında çıkamadık gitti..!






Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır. 

21 Ekim 2018 Pazar

Black Mirror İnceleme: S3E3 “Shut Up and Dance”


İnsanları iletişim kanalları üzerinden gözetleyip şantaj yapan gizli bir örgüt genç bir çocuğu bilgisayarında porno seyredip mastürbasyon yaparken görüntüler ve videoyu tüm tanıdıklarına göndermekle tehdit ederek istediklerini yaptırmaya başlar. Evli bir adam da (Jerome Flynn – Game of Thrones) benzer bir şantajı karısını aldattığı görüntüler yolundan yaşar. Sonunda ikisinin yolu bir bankanın önünde kesişir.

“Big Brother is watching” paranoyası ve mahremiyetin tehdit unsuruna dönüşmesi. Tam mahremiyet de değil aslında. Gizli günahlar belki. Tek cümleyle şöyle tasvir ederdim: “Korkudan korkuya savrulan insanlar”. Çok yaşanır bu hayatta ve aslında ciddi etkileri hissedilir. Sonra “ben bunu nasıl yaptım” diye sorar insan kendine.  Bir nevi yağmurdan kaçarken doluya tutulma hali. Ya da ufak bir ödünle bir beladan sıyrılabileceğini düşünme yanılgısı. 

Teknolojinin karanlık yüzünden çok cinselliğin tutsağı olmuş insanları düşündürdü. Bir gencin mastürbasyon görüntülerinden ya da yalnız yaşadığı fantazilerden ne olursa olsun ölesiye utanmasını sağlayan bir toplum yapısının kanıksanmış olması da irdelenmeli. Aslında böyle gizemli bir yönlendirme olmadan da cinsel eğilimlerimiz hayatlarımız üzerinde ciddi bir manipülatif etkiye sahip. Hoşumuza giden bir kızın girdiği derslere katılmak, beğendiğimiz bir erkekle ilgi alanlarımız ortakmış gibi numara yapmak bunların en sık rastlanılan ve en masum olanları.


Bir de çocuk p.rnosu meselesi var. Çocuk ve hayvan p.rnosunun suç olması gerektiğini düşünüyorum çünkü rızalarının olması mümkün değil. Neticede yapılan her iş zorlama içereceğinden cezalandırılmalı. Fakat bunu yaparken konunun psikolojik ve fizyolojik boyutlarını da incelemek lazım. Çeşit çeşit p.rno varken bir insan niye özellikle çocuk p.rnosu seyretmek ister? Günah sayıp lanetleyince, acımasızca cezalandırınca konu halledilmiş olmuyor. Sebeplerini anlamaya çalışmazsak, yüzleşmezsek, insanlığın karanlık arayışları peşimizi bırakmayacaktır. 

Suspense anlamında gerilimi yoğun bir bölümdü. Stilize ve çok etkileyici bir hikaye diyemem, sadece “ne olacak acaba” hissiyle seyrettirdi. Üçüncü sezonun en beğenmediğim iki bölümünden biri olarak, 6 bölüm arasında beşinci sıraya koyuyorum. Zaten az bahsettiklerim fazla ilgimi çekmeyenler oluyor. 





Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır. 

12 Ekim 2018 Cuma

Sabahattin Ali ve Türkiye'deki "İnsanlık Krizi"


Babam niye öldü? Niye öldürüldü? Cevabını hiçbir zaman bulamadım…”

Sabahattin Ali. Barbarların musallat olup genç yaşta canını aldığı sayısız değerli insanımızdan birisi. Kitaplarını çok okudum, çok düşündüm. Bu gece bir belgeselini seyredeyim dedim. “Şehirler ve Yüzler” serisinin bir bölümü. Kızı Filiz Ali’nin yazdığı kitaptan hareketle anıları ve anlattıkları üzerinden ilerliyor. İlerliyor da seyrettikçe sinirden kasılıyor insan. Adamcağıza yapılanlar…Yaşamak zorunda bırakıldığı haksızlıklar…Ailesine reva görülenler…Daha önce okuduğun şeyleri kızının ağzından bir kez daha dinlemek bile ağır geliyor, düşünün. İkide bir durdurup, evin içinde sinirli sinirli dolandım gece vakti. Dışarı çıktım sabaha karşı ama kar etmedi. Çıldırtıcı bir çaresizlik var sanki havada…Hala…

Bugün bile göz göre göre yapılan “yasal zalimlikler” kanına dokunuyor haktan yana olanın. Bir yanda katlettikleri adamın ceketine bile çıkarttığı derginin borcu vardı diye el koyan bir devlet anlayışı, diğer yanda “biz bunları hak etmiyoruz, aziz milletimiz, Türk adaleti” falan diye nutuklar atıp duran insanlıktan çıkmış bir güruh. Hani Sabahattin Ali'nin katilleri? Yok! Ya Sivas'ta yakılanların? Ve daha binlercesinin? Yok. Cinayet gelenek olmuş, kötülük en kutsal miras. Hukuk, evin uşağı gibi emir kulu. Ekonomiyi bırakın, yüzyıllardır “insanlık krizi” var bu topraklarda. Ona çare bulmadıkça, bir dilim ekmek bile haramdır hepimize.

Bu canilerin arasında ayakta kalmaya çabalayan tüm kimsesiz vicdanlara “derviş sabrı” diliyorum.

Barbarlara karşı “dağ gibi bir direniş”in bu büyük yolcusunu saygıyla anıyorum.

Ne diyordu büyük Sabahattin Ali:

Bir gün kadrim bilinirse, ismim ağza alınırsa, yerim soran bulunursa, benim meskenim dağlardır”









Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır. 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...