14 Ocak 2019 Pazartesi

Day of the Outlaw (Kanunsuzlar Diyarı) (1959)

Son yıllarda özellikle genç kesim Kovboy filmlerinden hoşlanmadığını, o türün artık öldüğünü söyler olmuştu. Derken 2016 senesinde bir dizi başladı. Westworld. Dizi bilimkurguyla Western’i harmanlıyordu ama en popüler dizilerden biri oluverdi. Büyük oranda Western setlerinde geçse de bilimkurgu olduğu için seyrediyoruz dediler.

Kovboy filmlerini beğenmeyen genç kesimin kalesi oyun piyasasıydı. 2018’in sonlarında bu sefer de Red Dead Redemption 2 diye bir oyun çıktı. Herkes bayıla bayıla oynadı, anlata anlata bitiremedi. Hatta 2018’de çıkan onca oyun arasında God of War ile beraber en başarılı oyun olduğu konusunda görüş birliği sağlandı. 

Diyeceğim o ki türler bütün olarak eskimez.  O türün revaçta olduğu dönemde bol bol kullanılarak tüketilmiş, bayatlamış öğeleri ya da modülleri eskir. Sen o öğeleri modernize eder, kaliteli bir şekilde güncel platformlarda tasarlayıp sunarsan en önyargılı olanlara dahi satarsın. Kaliteli işin türü mürü olmaz. Hiçbir tür tümden ortadan kalkmaz, kabuk değiştirir, değiştirmelidir.  

Neyse, bugün geçenlerde seyrettiğim bir kovboy filminden bahsedeceğim için bu konuya da kısaca değinmek istedim. Gelelim kısaca filmimizin konusuna:

Karlı bir dağ kasabasında çiftçi Hal (Alan Marshal) arazisini çitle çevirmeye karar verir. Hayvanlarını otlatmak zorunda olan eski kulağı kesiklerden Blaise (Robert Ryan) müsaade etmez. Aslında dikenli teller bahanedir çünkü çiftçinin karısı Helen (Tina Louise) Blaise’in eski sevgilisidir ve Blaise’in esas amacı onu elde etmektir. Kadının tüm yalvarmalarına karşın ikili kasabanın salonunda karşı karşıya gelir ve tam o anda Deus Ex Machina sahne alınca tüm klişe başlangıcın aksine film aniden sürpriz bir yöne dümen kırarak basmakalıp Western filmlerinden ayrılır.   

Yönetmen Andre De Toth (Ramrod, House of Wax). Macar asıllı. Zaten sinema dediniz mi Macaristan özel bir ülke biliyorsunuz. Bunun nedenini hep araştırayım diyorum, sonra unutuyorum :) Fotoğrafçılıkta da çok yetenekli isimler çıkartıyorlar yıllardır. Görsel sanatlarda bir ayrıcalığı var bu ülkenin. 

Robert Ryan (The Wild Bunch, The Professionals) önemli bir oyuncu olmasına karşın bir türlü yıldız statüsünde değerlendirilmeyen ve çoğu kişinin tanımadığı bir yetenek. Severim. 

Jack Bruhn rolünü aynı zamanda müzisyen de olan Burl Ives (The Big Country) çok iyi canlandırırken, kasabanın veterineri rolünde tanıdık bir ismi görüyoruz. Dabbs Greer. Pazar sabahlarının vazgeçilmezi, halen ara sıra seyrettiğim Küçük Ev (Little House on the Prairie) dizisinin rahibi :)

Film siyah-beyaz ama sinematografi  şahane. Red Dead Redemption 2’deki karda at sürüşe benzer sahneler çok. Kasabanın ıssızın içindeki yalnızlığı, etrafını çepeçevre saran dağlar, iç mekanlar, hepsi çok estetik görüntüler eşliğinde veriliyor. Görüntü yönetmeninin meşhur Russell Harlan (To Kill a Mockingbird) olmasından da belli zaten.

Film “Deus Ex Machina” sonrası bir rehine macerasına dönüşüyor. Üç tane kötü tarafta gözüken adam var. Blaise, Bruhn ve Gene. Ama üçünün de güçleri yettiğince bir dönüşümü söz konusu. Tahmin edilenin aksine Blaise’in dönüşümü sevdiği kadın için olmuyor. Gitmeden önce son görüşmelerinde aralarında geçen diyalog önemli:

Helen: “There s no way across the mountains!”
Blaise: “I’m not doing anything special. Just taking bad men out of a good town”
Helen: “U re the same who could ve killed Hal I dont know u at all Are u doing because of me?”
Blaise: “Doing it because of myself. At night in my room when u asked me not to kill ur husband, after u left,  I took a good look at myself in the mirror. I didn t like what I saw. It doesnt make me any better than the men who rode in and took over this town. Only they dont pretend to be anything but what they are. Thats all there is to it Mrs.Crane.”

Burada Helen değil Mrs Crane demesi artık vazgeçtiğine de işaret ediyor. Bazen böyle musibetler insanı kendisi ve çevresi hakkında düşündürtür. Yeniden değerlendirmesini, başka bir deyişle yeniden başlamasını sağlar. Milletler için de böyledir. Gerçekte ne halt olduğumuzu ve ne halt olabileceğimizi başımıza gelen musibetler sayesinde anlarız.


Etkileyici sahneler var. Mesela çete kasabanın kadınlarını istiyor ama Yüzbaşı Jack Bruhn izin vermiyor. Sonunda isyan edeceklerini anlayınca dans partisine razı oluyor. Bence çok iyi çekilmiş bir sekanstı. Helen’le Yüzbaşı Bruhn dans ederken aralarında geçen diyalog önemliydi:

Helen Crane: “Why did you have to do this terrible thing?”
Jack Bruhn: “There are things worse, ma'am, than dancing with lonely men…”

Bazen büyük bir kötülüğün önüne geçmek için mecburiyetten küçük bir kötülük yapılması gerekebiliyor.

Yüzbaşı, Gene ve Yüzbaşının yola çıkmadan önceki konuşmaları da not düşülmeli:

Blaise: “I never said there was a trail.I said there was a way through.I'd like you to know why I lied to you. How do you want to die? You're a man, not an animal. You can ride out here with me and die clean,or turn your men loose on this town and die like a pig in the mud. Do you want another Mormon massacre? How do you want to go, Bruhn?”

Sıradışı, sürprizli, usta işi, oyunculukları iyi, ilginç bir kovboy filmi. Bütünüyle iyi adam yok, grilerin siyah şapkalılara karşı mücadelesi diyebiliriz. Hem hikayesi hem karakter zenginliği hem de manzaralarıyla kendini seyrettiriyor. Şu karlı kış günleri için birebir. Tekrar izlerim.   




























Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

13 Ocak 2019 Pazar

Kızgın Karlar (Горячий снег) (1972): Rus Filmi

Stalingrad kuşatması. 1942. Alman ordusuna katılacak tankları hayatları pahasına engellemeye çalışan Sovyet askerlerinin kahramanlık hikayesi. Kolya ve Valodya isimli iki subayın hem fikir ayrılıkları hem de aynı kadına aşık oluşları ve askerler arasındaki arkadaşlık ekseninde ilerliyor.  

Yönetmen Gavriil Egiazarov (Гавриил Егиазаров). Seyrettiğim başka filmi yok.  

Vatanseverlik doğal olarak ön planda. Mutlaka seyredilmesi gereken bir Sovyet savaş filmi değil. Orta kalite. Sadece ikinci dünya savaşına yönelik alternatif filmlere ilgisi olanlara göre. Müzik kullanımı, karakterizasyon falan iyi kotarılamamış.

Aşk hikayesi ya da üçgeni yüzeyselliği aşamıyor. Arkadaşlık da etkileyici verilememiş. Mesela yine aynı yılın (1972) benim de çok sevdiğim, Türkçe’ye “Sakindi Oranın Şafakları” olarak çevrilen “А зори здесь тихие” filmine göre çok zayıf kalıyor.  



















Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

Kuka (Кука) (2007): Rus Filmi


Kuka (Анастасия Добрынинаaltı yaşında şirin mi şirin ve yaşına göre olgun bir kız. Büyükannesi hastaneye kaldırıldığı için tek başına yaşamaya çalışıyor. Elena (Дина Корзунise Moskova’da özel hayatında hayal kırıklıklıkları yaşadıktan sonra yeni bir yaşam kurmak için çocukluğunun geçtiği Peterburg’daki apartman dairesine geliyor ve sosyal hizmetlerde çalışmaya başlıyor. Film bu ikilinin yollarının kesişmesi etrafında dönüyor.

Çocuk filmi denilemeyecek kadar dramatik ama masalsı ve sevimli tarafları ağır basan bir melodram.  Eskiden TRT1’de Astrid Lindgren’in “Pippi, Uzun Çoraplı Kız” dizisi olurdu. Bayılırdım. Bilenler hatırlayacak, tek başına müstakil evinde hayvanlarıyla yaşayan çok tatlı bir kızın yarı fantastik maceraları hikaye edilirdi. Çocukken çok özenirdim Pippi’nin hayatına. Hala özeniyorum ya başka mesele :) İşte onun daha gerçekçi bir portresine benzettim Kuka'yı. 


Yönetmen Yaroslav Çevajevskiy (Ярослав Чеважевский). Seyrettiğim ilk filmi. Kuka rolündeki Anastasya Dobrınina (Анастасия Добрынина) role çok ama çok yakışmış, hem zeki hem de inanılmaz şeker bir kız. Lena rolündeki Dina Korzun’u (Дина Корзун) daha önce Strana Gluhih (Страна глухих/Country of the Deaf) filminde “Yaya” karakteriyle seyredip takdir etmiştim, yine iyi oynuyor. Alexandr Palovtsev (Александр Половцев) iyi kalpli şef rolüne yakışmış, tam dedektif tipi var. Tolik rolündeki İgor Savoçkin’i de (Игорь Савочкин) not aldım, sıradışı bir hava estiriyor.

Filmin açılışında Kuka ve Lena’nın sabah rutinleri harika bir müzik eşliğinde dönüşümlü olarak verilmiş. Birkaç kere seyrettim, insanı yakalayan bir sekans. Kuka sokak çocuklarından biraz daha şanslı çünkü büyükannenin emekli maaşını alıyor ve başını sokacak bir kulübesi var.


Tolik isimli bakkalda çalışan bir adamla arkadaş oluyorlar, beraber deniz kenarında oturup konuştukları sahne, daha önce bahsettiğim “Mondo” filmindeki denize karşı Mondo’yla arkadaşının sohbetini hatırlattı.   

Ayrıca Kuka da Mondo gibi “Sots slujba” dedikleri sosyal hizmetler görevlilerinden korkuyor çünkü onu alıp yetimhaneye (detskava priyuta) yerleştireceklerini biliyor. Bu arada marketteki kadın Kuka rolünü oynayan kızın gerçek hayattaki annesiymiş.

Bir ara yine fakir zamanlarım. Evde Sovyetlerden kalma siyah beyaz televizyon dışında radyo bile yok. Tek kanal var, onda da haftada bir ya da iki film oynuyor. Ben de film/müzik delisiyim. Ortodokslarda Noel dönemi biraz uzun olur. 10 gün falan tatil gibi. Şehirlerin sentrumlarında daha da önceden ışıklandırma, süsleme, tezgahlar kurulur. Harikadır. Türkiye'de öyle şenlikli bir kutlama hiç görmedim. İşte meydandaki McDonalds’da galiba akşam saat beşten sonra  müziği dışarı verirlerdi. Nasıl güzel bir ortam olurdu anlatamam. Ben de o saatler gider müzik dinleyebilmek için karlarla kaplı meydanda saatlerce otururdum. Şimdi niye anlattın diyeceksiniz, filmdeki kızcağızın televizyonu bile yok. Sevdiği programın saatinde ağaca çıkıp bir  evin televizyonundan gizlice “multik” (çizgifilm) seyrediyor. Onun o halini görünce kendimi hatırladım biraz :)


Bir keresinde markette alışveriş yaptırmıyorlar küçük diye, bu da ne yapsın, gidiyor parkta dikkati başka yöne çekip birisinin pazar torbasından yiyecek aşırıyor ama parasını da bırakıyor. Umniçka. 

Pastanenin vitrinindeki pastalara bakarken cebinden ucuz şekerlerini çıkarıp yiyor ve sanki o pastaları yiyormuş gibi hayal ediyor. Canım ya :)

Kumdan şato yapıyor, sonra giderken kendi yıkıyor. Niye yıktın diyen çocuklara, ben yıkmasam siz yıkacaktınız diyor. "Kendi kardan adamını her zaman kendi yıkan biri" olarak o kadar iyi anlayabiliyorum ki Kukiçka'yı :( 

İyimser, hafif, masalsı, insanı germeyen, çocuk filmi diye komediye ve aksiyona boğmayan, basit, olaysız, tatlı tatlı hikayesini anlatan, oyuncuları iyi, sevimli bir Rus draması. Beğendim.

Kuka’nın bir tespitiyle bitirelim:
“"Все дети очень-очень глупые и очень-очень жадные... Вы не замечали?"

Gerçekten çocukların çoğunda "yabani bir acımasızlık" olduğunu hep düşünmüşümdür. 

NOT

Bugünlerde Türk sineması bilet parası kavgasıyla çalkalanıyor biliyorsunuz. Bir tarafta tipik gözü kârdan başka bir şey görmeyen paragöz sinema zinciri diğer tarafta bugüne kadar memleketindeki zalimliklere, hatta en son kendi sektörlerinden Metin abi'ye yapılanlara (Metin Akpınar) gıkını çıkartmamış ama bilet parası için hemen bir araya gelip ortak tepki koymayı bilmiş bir sinemacı topluluğu. Tabii o zaman tavır almış olsalardı bugün bakanlıktan parasal çıkarları için istedikleri kararları çıkaramazlardı. Vicdanlara zindan korkusunun ve para kokusunun sindiği bir ülkede iki tarafı da umursayasım yok. Yesinler birbirlerini. Zaten sinemaya gitmeyeli yıllar oldu. Ben başka bir noktaya değineceğim.

Kuka filminin bilet parasının bir kısmı ne mısıra ne sinemacılara ne de salona gitmiş. Özel bir anlaşmayla yardıma ihtiyacı olan çocuklara dağıtılması organize edilmiş ve yardımlar online olarak sitelerinden sürekli güncellenerek ilan edilmiş. Bunu da belirtmek istedim.

Filmle ilgili pek çok röportaj, gazete haberi ve bilgi kendi sitesinde veriliyor. Aşağıdan ulaşabilirsiniz. 





Romiçka







Rr

r














Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...