10 Kasım 2025 Pazartesi

5G: Beşinci Nesil İletişim ve "Şerbetsiz" Türkçe


Bugünlerde pek sık gördüğümüz bir başlık. 5G’ye geçişimiz. Türkiye 5G'ye nihayet geçiyormuş! Ne demek bu? Kablosuz iletişim teknolojisinde 5. nesil teknolojiye geçtiğimiz anlamına geliyor. Yıl 2025.

5G daha hızlı ve pürüzsüz bir iletişim sağlıyormuş. Hakkı verilirse tabii ki. Altyapı gerekleri yerine getirilirse. Kablosuz iletişim protokolünün son kullanım versiyonu olan 5G kastediliyor. Fifth Generation yani beşinci neslin kısaltması.

5G'ye geçiyoruz naralarıyla dünyayı fethetmeye devam ediyor Türkiye. Siyasetçiler, memurlarımız yine bulmuşlar bir oyuncak, oynadıkları oyunu  pazarlıyorlar. Fantazilerden fantazi beğen anlat böbürlen, değil mi. 

TR’de dünyanın en pahalı ve en kalitesiz internet hizmetlerinden birinin verildiğini defalarca deneyimlemiş biri olarak en azından uzun süre hakkı verilerek yapılacağına inanmasam da konumuz bu değil zaten.

İşte tam da medyada 5G duyurularına programlarına boğulmuşken Youtube’da karşıma bir video çıktı. Bir reklam. Bir Baklava reklamı. Karaköy Güllüoğlu baklavalarının sahibi Nadir Güllü baklava konusunda artık kurumlaşmış bir firma olduklarının altını çiziyor. Ne ilgisi var şimdi diyeceksiniz. Karaköy Güllüoğlu Baklavalarının beşinci nesli olduğunu söylüyor reklamda. Ben bunu duyunca anında bir şimşek çaktı ve kablosuz iletişimdeki “Beşinci Nesil” cazgırlığıyla adamın beşinci nesil baklavacılığı ilişkilendi kafamda.

Mesele şu: TR gibi bir yerde beş nesil bir dükkanı, bir ustalığı  ayakta tutmak önemli bir başarı. Fakat esas dikkatimi çeken adamın Türkçesi oldu. Nasıl çirkin nasıl kırsal bir Türkçe. Kaba saba bir kelime yığını gibi. Sesin güzel olmaz, anlarım. Yurtdışında uzun yıllar yaşamışsındır, Türkçenin bozulmasını da anlarım. Farklı bir kentin ürünüdür, yerel ağzı kullanırsın tercih edersin, bu bile anlaşılabilir. Gazianteplilermiş zaten, Gaziantep Güllüoğlu baklavası dersin ona da tamam.

Ama hem Karaköy baklavası, baklavacısı diyeceksin, bunun altını özellikle çizeceksin, yani markanda İstanbul’u kullanacaksın, hem de böyle kaba saba bir Türkçe konuşacaksın. Olmaz. Adamı dinlerken Türkçenin canının acıtıldığını hissettim, Türkçeye üzüldüm resmen. Sen ne biçim İstanbullusun! Değilsen niye Karaköy'ün yani İstanbul'un adını kullanıyorsun, istismar ediyorsun markanda? 

Konuşurken mangalda kül bırakmıyor, beş nesildir devam ediyoruz, Osmanlıyız, İstanbul'dayız, Karaköy Güllüoğlu diye övünüyor, Türkçesinin İstanbul Türkçesi'yle alakası yok. Beş nesildir İstanbul Türkçesi öğrenemediniz mi? Hadi öğrenemediniz, çıkıp marifetmiş gibi bu kaba saba Türkçeyi sergilemekten niye utanmıyorsun? Ben yabancı bir kelimeyi bile yanlış telaffuz ettiğimi anladığımda utanç hissediyorum hala. Düzeltmeye çalışıyorum. Sen böyle Türkçe konuşurken niye utanmıyorsun?

Karaköy Güllüoğlu diyorsun, beşinci nesil  diyorsun, konuştuğun Türkçe bu! 150 yıldır sıradan, ortalama bir Türkçe öğrenemediniz mi?

Yemeye içmeye milletçe bayılıyoruz, ballandıra ballandıra övünüyoruz. Baklava bizimdir bizim kalacak diyoruz ama Türkçe kimsenin umurunda değil. Türkçeye yapılan eziyetleri kimse fark etmiyor bile. Umursamıyor. Niye kimse bunu konuşmuyor, eleştirmiyor? Baklavadan önce Türkçeye sahip çıkılması gerekmez mi? Zaten o bilinçte olduğunda iğneden ipliğe her şeyine sahip çıkarsın. Diline sahip çıkan yemeğine, teknolojisine, toprağına, kentine, hukukuna, doğasına da sahip çıkıyor zaten.

Bu arada ortalama bir Türkçeden, sıradan bir İstanbul Türkçesinden bahsediyorum, özel bir ustalıktan değil. Çok mu istediğimiz? O bile yok!

Beşinci nesilmiş.

İşte bizim beşinci neslimiz.

Ham Türkçesiyle gurur duyar gibi konuşup duranların, düzeltmeyenlerin alkışlandığı bir ülkeyiz. İstanbul Türkçesini konuşmamayı marifet sanan şark kafası.  

Beşinci neslinde bile anadilini iyi konuşamayanların, 5G teknolojisini küfrettikleri halklardan ithal etmek zorunda olmaları şaşırtıcı değil. Yerli milli diyorsanız önce doğru düzgün Türkçe konuşacaksınız. Hele de İstanbul'u kullanıyorsanız. Dilini bile kullanamayanlar mı teknoloji üretecek! 

Harika bir usta olabilirsin, bilemem, konu bu değil, ama Türkçe bu olmamalıydı beşinci nesilde, İstanbul'da. Kusura bakma. Ya İstanbul'u markanda kullanma ya da İstanbul Türkçesi konuş. Olmuyorsa marka yüzü olma hatasına düşme bari. Diline asgari özeni, saygıyı göstermeli insan. Hele de insanlara hitap ediyorsanız. Topluluklara konuşuyorsanız. Hata yapılır, hepimiz yapıyoruz ama böyle çiğ bir Türkçe konuşulmaz. İster baklavacı ol ister ayakkabıcı ister mühendis ister doktor. Bu "şerbetsiz" Türkçeyi" dinlemek zorunda değiliz. 

Osmanlı deyip duruyorsun, Vatan diyorsun bayrak diyorsun, hepsinin temeli olan Türkçenin canına okuyorsun. Türkçeden daha yerli ve milli değerimiz mi var? Ayıp değil mi? Kaç yaşında adamsın!

Güzel bir Türkçenin konuşulduğu yeni nesiller yetiştirdiğimizde teknolojinin çoğunu da dışarıdan almak zorunda kalmayacağımızı umarım hiç değilse 21. yüzyılda anlarız. Böyle yerli ve milli lafını ağzından düşürmeyip Türkçeyi bile doğru düzgün konuşamayanlara da tepki gösterelim. Hoş görmeyelim şunları artık, hor görelim! 

Son söz

Lezzet, yemek önemli tabii ki, çok ilgim olmasa da o da bir kültürdür, bir ustalıktır, zanaattır, değerdir.

Ama dilin tadını kaçırdınız mı, 

bende ağız tadı da kalmıyor. 


Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

22 Ekim 2025 Çarşamba

SİNEMA | "The Burrowers" Filmi | Western Korku


Bu sene seyrettiğim 2008 yapımı bir film, The Burrowers. 
Ötekileştirmeden ırkçılığa, ekolojiden etolojiye, haneye tecavüzden yol ayrımlarına pek çok tema içeren bir Western korku filmi diyebilirim. 

19yy sonu. Amerika'nın "vahşi batı" dediği topraklar. Wild west. Film çiftlik baskınıyla açılıyor, Bir aile katlediliyor diğeri kayıp. Kızılderilerin yaptığı düşünülüyor hemen ve çiftçiler bir grup askerle birlikte kaçırılanları kurtarmak için takibe başlıyor. Hikaye bu kurtarma yolculuğu ekseninde hareketli ve dehşetli bir yol filmi. 

Ön plandaki hikaye yanında, avladıklarını ne öldüren ne yaşatan, canlı canlı mezara sokan bir yaşam formu üzerinden siyasi, ekonomik ve toplumsal fikirler de uyandıran düşündürücü bir film. 

J. T. Petty'nin yazıp yönettiği filmin kahramanlıktan uzak sıradan ama gerçek karakterleri var. Metafora ya da alegoriye sığınmadan ön plandaki hikayeyle de ilginç olabilen bir film. Mekanın ağırlığının hissedildiği bir korku filmi The Burrowers. Jaws'da su ve köpekbalığının bütünleşmesine benzer şekilde çayırların, otların burrowers ile bütünleştiği bir film. Yani kapalı mekanlarıyla değil, uçsuz bucaksız arazileriyle korku atmosferini oluşturma becerisi gösteren bir film. Biyolojik dokuya sahip bir canavar sunması da çok önemli. Bu açıdan ekolojik farkındalık sunan bir film. Çevreci temaya da sahip. Western ve korkuyu ucuzlaşmadan bir arada kullanabilme hünerini gösteren bir film. Ekokorku denilen alt türün harika bir örneği aynı zamanda. 

Korku sinemasının zirvesi benim için "The Descent"tir (2005). Şaheser. Müthiş bir film, her fırsatta söylerim. Korkuyu falan bırak tam bir sinema klasiği. Neil Marshall’ın yazıp yönettiği 2005 tarihli the Descent. Özellikle günümüzde "elevated horror"daki pozculuğa ya da formülcülüğe bulaşmadan, ama filmi kan banyosuna da çevirmeden hikayesini anlatabilen kaliteli korku filmlerinin başında gelir. Burrowers da bir bakıma onun yolundan gidiyor. The Descent gibi başyapıt olamasa da özgün, başarılı bir örnek, özellikle de kendi türünde, western korku filmlerinde kaçırılmayacak bir pırlanta. 

Bu filmle ilgili 45 dakikalık bir "Özel Bakış" programı yaptım ve Youtube'a yükledim. Burada yazmaya üşendiğim pek çok ayrıntıyı orada konuştum, alttaki bağlantıdan ulaşılabilir.



Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

18 Ekim 2025 Cumartesi

Empatik Portakal


Son yıllarda yeni bir akım peydahlandı.
İnsanları anlamaya çalışmak. 
Kendini onların yerine koymak.
Empati'den bahsediyorum. 
Moda sözcüklerden biri.
Sihirli bir kelime sanki.
Bana sorarsanız bu kavramın da cılkını çıkardılar. 
Belli durumlarda "anlayışlı olmak" olgunluk göstergesi.
Ama yerli yersiz sürekli karşımızdakileri anlamaya çalışmak bir süre sonra tepkiselliğimizi aşırı törpülüyor. Üstelik yorucu olmaya başlıyor. İnsanlardan tümden uzaklaştırabiliyor. 
Tamam tepkilerin bir düşünce süzgecinden geçirilmesinde genelde fayda var ama diyorum ya işin cılkını çıkardılar. Bazı durumlarda empati asil bir davranış ama pek çok durumda ayağa düşürülmüş olduğunu gözlemliyorum.
En basiti, görevini yapmayan insanlara empati göstermemeliyiz.
Tepki göstermeliyiz.
İşini iyi yapmamalarının mazeretini bile bize bulduruyorlar. 
İstismarlarına meşruiyet kazandıran yine biz oluyoruz. 
"Ay market görevlilerini de çok çalıştırıyorlar, ne yapsınlar dedikçe görevliler iyice azıtıyor.
Polisin kabalığını "Ay hırlısı hırsızıyla uğraşmak kolay mı" diyerek normalleştirdiğinde polis iyice azıtıyor
Çocukların arsızlığını "Ay çocuktur yapar, öğrenecek" diyerek geçiştirdiğinde çocuk iyice azıtıyor.
"Empatik insan" aslında "sorun çıkartmayan tip" oluyor.
Hep karşısındakine haklılık payı ikram eden bir cins.
Zorbaların, terbiyesizlerin en sevdiği insan tipini seri üretime sokmaya çalışıyor insanlık.
Empati yapalım efendim, Biraz empati
Çağımız empati çağı falan filan 
Efendim empati gösterin, empati yapın diye bilmiş bilmiş tavsiyeler.
Yaşam koçları, akademisyenler
Tepkisiz toplum yaratmanın bilimsel ve havalı bir jargonu haline gelmiş empati.
Çarpıtıldıkça çarpıtılmış, tanınmaz hale gelmiş
Yalandan bir empati.
İstismar edilen bir empati. 
Tekrar edeyim, görevini hakkıyla yerine getirmeyene empati gösterilmez. 
Empati, farklılıkları anlamak için değerlidir.
İstismarları, haksızlıkları, terbiyesizlikleri örtbas etmek, pas geçmek için değil.

Bence günümüzde empatikleştirmek tepkisizleştiriyor. 
"Ama onları da anlamak lazım" özlü sözüyle sürekli geri bastırıyorlar insanları. 
Ve bir süre sonra ileri gidemez hale geliyorsun. 
"Empatik portakal"a dönüşüyorsun. 
 
Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

7 Ekim 2025 Salı

Öykülerim | "Sırılsıklam Yaşamak"

Aniden bastıran yağmur olanca hızıyla yağarken caddedeki çift kaçar adım en yakın kafeye sığındı. Hava kararmak üzereydi. Önce kadın içeri girdi ve dışarıyı görmeyen bir yerdeki ısıtıcının yanına oturmak istese de adam çok da uzak olmayan pencerenin önüne oturmaya ikna etti. 
Rahat ortamda paltolarını çıkarıp içecek sıcak bir şeyler söylediler. Kadının keyfi yerine gelmişti, o hafta iş yerinde yaşadıklarını anlatmaya başladı hemen. Adamın pek ilgisini çekmeyen konular olduğu belliydi. Fırsat buldukça bakışlarını pencereden dışarı kaçırıyordu. 
Bir ara bulvarın kafeye yakın kısmındaki yolda bir köpek gördü. Sağanak yağmurun altında caddede kimse kalmadığı için hemen fark ediliyordu. Köpek yağmurun ağırlığından hareket edemiyormuş gibi kıpırdamadan duruyordu nedense. Sanki her bir yağmur damlası onu olduğu yere sabitleyen bir raptiyeye dönüşmüştü.  Başını önüne eğmiş, kaderine razı bir idam mahkumunu andırıyordu.

Adamın dışarı kaçırdığı bakışlar sıklaşınca kadın durumu fark etti, neye baktığını görmeye çalıştı ama cadde bomboştu onun için, dayanamayıp sordu. Adam başıyla köpeği işaret etti. Kadının yüzü, karşısındaki endişeli yüzün tersine rahatladı ve birkaç sıradan cümleyle köpeği geçiştirip biraz önce anlattığı konuya devam etti.

Hayvan perişan vaziyetteydi. Gözlerini bile açamadan öylece duruyordu. Niye kuru bir yere kaçmadığı adamın zihninde tam bir muamma haline gelmiş, içinde yükselen rahatsızlıktan yerinde zor duruyordu. Üstelik sanki göz ucuyla ona bakıyor gibiydi hayvan. Kendinden önce hareketlenen kıpır kıpır ayakları ve el parmaklarına daha fazla karşı koyamayıp kadının şaşkın bakışlarına ve itirazlarına aldırmadan bir şeyler mırıldanıp dışarı çıktı. Yağmur tüm şiddetiyle devam ediyordu. Köpeğin yanına yürüdü. Hayvan ürkek bir baş hareketiyle adama baktı. Karşıdaki lüks giyim mağazasının tentesi altına gelmesini sağlamaya çalıştı köpeğin ama hala kıpırdamadan duruyordu. Daha fazla dayanamayıp köpeği kucakladı ve tentenin altına götürdü. Biraz ileriden dönerli bir sandviç alıp geldi ama mağazanın sahibi seslenip köpeği oradan götürmesini söyledi. Gözleriyle yeni bir yer bulmaya çalışırken yandaki pastanenin kapısı ışıklar eşliğinde açıldı ve kızıl saçlı bir kadın çıkıp eliyle onları çağırdı. Belli ki olanları izlemişti pencereden. Köpeği onun çıktığı dükkanın önündeki kuru alana götürdüler. Kadın içeriye çağıran sert bir erkek sesine karşın elindeki iki temiz bezden birini adama uzatıp diğeriyle köpeği kuruladı. Hayvan biraz kendine gelir gibi oldu ve etleri ekmekten ayırıp yemeye başladı. Titremesi hala geçmemişti.

Derken yağmur aniden durdu. Sanki ıslanmamışlar da, başka bir dünyaya ışınlanmışlar gibi oldu. Harika bir olayın altını çizmeye çalışan bir Tanrı varmış gibi, güneş tüm gücüyle onların bulunduğu yeri aydınlatıp ısıtmaya başladı. Köpek iyice kendine gelmişti, yemeğini bitirip, ikiliye teşekkür eden gözlerle bakarak yanlarına oturdu, kıpır kıpır kuyruğuna bakılırsa keyfi yerinde gibiydi. Yağmurun durduğunu gören adamın sevgilisi kafenin kapısında belirdi ve seslenmeye başladı. Pastaneden bir erkek sesi de kadını içeri çağırıyordu. Yağmurun ve köpeğin adeta yanlış hayatlara ve kararlara bir parantez açıp bir araya getirdiği bu iki insan birbirlerine bakıp düşünceli ve kaçamak bir gülümsemeyi paylaştılar, kadın çekingen ve aceleci bir ifadeyle içeri girmesi gerektiğini söyledi. Erkek mecbur bir yüz ifadesiyle onu başıyla selamlayarak bezi uzattı, teşekkür etti. Kadın tam kapıdan girecekken kısık bir sesle ve adamın yüzüne bakamadan, pastanenin harika bitki çayları olduğunu söyledi. Adam çoktan kafeye doğru mecbur adım yürümeye başladığı için bu fısıltıdan çığlığı kaçırdı. Adamın yine kafeye doğru yürümesi en çok köpeği üzmüş gibiydi, o biraz önceki mutlu hali değişiverdi ve arkasından çağırır gibi bir inilti çıkardı. Kafenin önüne geldiğinde adamın giysilerinden damlayan suları gören sevgilisi kupkuru üstünü başını korumak için mesafesini koruyarak yine önden içeri girdi. 

Eski yerlerine oturdular, eski konuşmalar tekrarlandılar. Sevgilisinin anlattıklarını duyuyor ama anlamlandırmaya üşeniyor ya da tiksiniyor gibiydi zihni. Artık her şey eskisinden daha çekilmez bir hal almıştı. Birkaç dakika geçmeden yağmur yine bastırdı. Sanki tabiatın bir şeylere itirazı vardı. Sanki yüzlerce yağmur damlası sesini duyuramayan bir şeyleri haykıran, bir şeylere çağıran ısrarcı bir koroya dönüşmüştü. Adam karşısındakinin sözlerini değil o koroyu büyülenmiş gibi dinlemeye başladı. O da ne? Köpek yine yağmurun altında oturmuş bekliyordu. Karşı sıradaki pastanenin ışığı fırtınada bir deniz feneri gibi köpeğin olduğu yere kadar aydınlatıyordu caddeyi. İçinde bir şeyler kabardıkça kabarıyordu adamın. Herkesi içeri girmeye zorlayan yağmur nedense onu dışarı çağırmaktan vazgeçmiyordu bir türlü. Köpek, pastane, yağmur, sokak ve kızıl saçlı kadın. Daha fazla dayanamayacaktı. Dişlerini sıkarak bir şeyler mırıldandı. Sevgilisinin önce şaşkınlık sonra öfke dolu bakışlarına aldırmadan masaya para koyup tek kelime etmeden ve arkasına bir kere bile bakmadan dışarı çıktı. Köpek adamı görünce çok sevinip ayaklandı, kuyruğunu sallamasıyla daha hızlı gelsene der gibiydi sanki. Baştan beri onu bekliyormuş, onun için gelmiş gibiydi hali. Biraz ıslanacaksın ama yaşam burada diyordu sanki gülen gözleri köpeğin.

Yağmur şiddetlenmiş, çeri çöpü önüne katmış sürüklüyordu. Atık sular biraz önce adamın çıktığı kafenin önündeki mazgallara doğru gürül gürül akmaktaydı. Tabiat, milyonlarca yıldır tohumları, larvaları, yumurtaları uyandıran sonsuz belleği ve bilgeliğiyle o eşsiz tabiat,  tüm canlıları da cansızları da önüne katmış özüne, yaşama, gerçeğine çağırıyordu.

Adam köpeğin yanına vardığında tam ona doğru eğilecekken korkunç bir patlama yeri göğü inletti. BAAAMMMMMM...!!! Sanki hayat o güne kadar söylenmeyen her şeyi haykırmanın bir yolunu bulmuş gibi kulakları sağır eden bir gümbürtü duyuldu. Artık yağmur damlaları ile birlikte gökten ateş parçacıkları da yağmaya başlamış, caddenin çoğu bir enkaz yağmuruna ev sahipliği yapar hale gelmişti. 

Adam köpeğe sarılmış halde, inanmaz bakışlarla olanlara bir anlam vermeye çabalayarak yerde yatıyordu. Biraz önce çıktığı üç katlı kafenin yerinde, hayaletler gibi oynaşıp duran devasa alevler ve duman vardı şimdi. 

Kızılca kıyamet kopmuştu. Kafe harabeye dönmüş, yağmurun bile söndürmeye gücünün yetmediği koca bir kamp ateşine dönüşmüştü. İnsanlar çığlık çığlığa sokağı dolduruyor, siren sesleri her yandan yaklaşıyordu. Adamın gözleri telaşla karşıya baktığında pastanenin kapısı açılıverdi. 

Kızıl saçlı kadın, sırtında bir spor çantayla dışarı çıktı, göz ucuyla bir an onlara baktı ve hızlı adımlarla karanlık arka sokaklara doğru uzaklaştı.  

Yazan: L. KIZILTOPRAK
Görseller: ChatGPT Yapay Zekası

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...