1 Eylül 2025 Pazartesi

Öykülerim | Kızıl Kiremitlerin Kıyısında

Uyandığında tir tir titriyordu. Pencereden sızan ışığa bakılırsa güneş doğmuştu ama sımsıkı kapalı perdeler, içeride sadece loş bir aydınlığa müsaade ediyordu. Önce yorganı üstüne çekip başını da içine sokarak ısınmaya çalıştı. Eylülün ilk haftaları yazdan kalma sıcacık bir havayla geçiyordu ama içindeki soğuk umursamıyordu bile. Kafasını tekrar dışarı çıkarıp, yüzünde şaşırmış bir ifadeyle etrafına baktı. Odada dayanılmaz bir soğuk dışında her şey normal gözüküyordu. Yaklaşık 6 aydır bu haldeydi, üşümekten başka bir his yoktu sanki hayatında. Yazın geçer belki demişti doktorlar ama ağustosun en sıcak günlerinde bile daha da kötüleşmişti içini kaplayan soğuk hissi. Kalktı, battaniyeyi sırtına alıp salona doğru yürüdü. Her şey akşam bıraktığı gibiydi. Perdeleri açıp yüzü güneye dönük, penceresinden sokağa baktı. Aşağıda insanlar toplanmıştı ve bir ambulansın ışıkları yanıp sönüyordu. Belki de insanlar yoktu, ambulanstan da emin olamadı, sonra ışıklar ve insanlar birbirine girdi. Sonra. Baş dönmesi. Soğuktan aklı ona oyunlar oynuyordu belki. Yutkundu, midesinin bulandığını hissetti. Perdeyi kapatıp açınca hepsi kayboldu, sakin bir sokak görüntüsü karşısındaydı şimdi. Kimsenin üşür gibi bir hali yoktu, şortla gezenler bile vardı. Sorunun kendisinde olduğunu hatırlattığı için hemen perdeyi bir kez daha kapatıp pencereden uzaklaştı. İnsan bir derdi başkalarının da paylaştığını gördüğünde yalnızlık hissinden kurtulur ve bencil bir sevinç duyar. Aksi halde iyice yıkılır, sorunun kişiselliği, harekete geçmesini gerektirir çünkü. Mutfağa gidip bir kahve yaptı. Hızlı hızlı içti. Sanki yapacak bir işi varmış gibi.

Aylar önce başlayan üşüme hissi bir daha ne yaparsa yapsın geçmemişti. Gitmediği hastane denemediği tedavi kalmamıştı. Sıcacık havalarda dahi montsuz paltosuz dışarı çıkamaz halde olmak ona korkunç bir sıkıntı veriyordu. Doktorlar çaresizdi. Evi ne kadar ısıtırsa ısıtsın değişen bir şey olmuyordu. Artık pes etmiş, yeni hayatına alışmaya çalışıyordu. Hiçbir şey eskisi gibi değildi. İnsanların bakışlarından bunaldığı için sokağa çıkmak gelmiyordu içinden. Kat kat giyimli halde aralarında dolaştığında onu işaret edip fısıldaşıyor, hatta bazen laf atıyorlardı kahkahalar eşliğinde. Çaresiz evine kapandı. Aklında tek bir soru vardı. Bir türlü cevaplandıramadığı tek bir soru. Soğuk, buz gibi bir soru. Neden üşüyordu?

Normalde hafıza sorunu yok gibiydi ama soğuktan öncesine dair boşluklar vardı. Ne kadar uğraşsa, sorunun kaynağına dair bir şey hatırlayamıyordu. Ailesi bu konuda bir şeyler anlatmaya çalışmış ama onlar daha söze başlar başlamaz kulakları çınlamaya başlamış ve bayılmıştı. Bir daha da konu açılmamıştı aralarında. İşitme duyusu da istemsiz olarak bu konuda konuşulmasına izin vermiyordu anlaşılan. Anne ve babası ayda bir uğrar, erzak falan getirirler, hem ona acıyan hem de sanki suçluluk duyan bakışlarla biraz oturup giderlerdi. Sanki usta bir kurgucu hayatından belli bir kısmı pürüzsüz bir şekilde kesip atmıştı. Ev hapsine dönmüş bir yaşam. Dışarıdan ihtiyacı olan her şeyi sipariş verip kapıya getirtiyordu. Arkadaşı kalmamıştı, zaten çok yoktu. Kitaplara, filmlere vermişti kendini.


Artık bu kabusu kabullenmişken, günler böyle geçip giderken, eylülün ikinci haftası gibi balkon kapısına vurulduğunu duydu. Salona gitti. Bir leylek duruyordu camın ardında. Gagasıyla kapıya vurur gibi tıklatıyordu camı. Bir misafirdi adeta. Adam ilk kez böyle bir durumla karşılaşıyordu. Tuhaf bir kıpırtı duydu içinde. Sanki kanatlanmış gibi hareketleri hızlandı. Hafta sonu bir kilo balık alıp buzdolabına koyduğunu hatırladı. Aslında deniz ürünlerini sevmezdi ve bunu neden yaptığına bir anlam verememişti. Büyülenmiş gibi dolaptan torbayı alıp ona doğru yürüdü ve balkon kapısını açtı. Balıkları bir kaba boşaltırken kuşun bacağında tuhaf bir kabartı fark etti. Dikkatle bakınca bir kağıt iliştirildiğini gördü. Kuş önce vazifesini tamamlamak istiyor ve onu bekliyor gibiydi. Bir postacı  gibi. Balıklara bile hamle yapmamıştı.  Genç adam çekinerek ama merakla kuşun bacağına sarılmış kağıdı çözmeye başladı, leylek bunu bekler gibi kıpırdamadan duruyordu, kağıdı alıp kapıyı kapatırken kuş balıkları yemeye başlamıştı bile. Sanki görevini tamamladığına kanaat getirmiş gibi. Soğukların başladığı sabahtan beri hiç bu kadar heyecanlandığını hissetmemişti genç adam.  Birisi yaşadığını hatırlatmış gibiydi. Soğuk hissizlik duvarı yıkılmıştı nihayet. Rulo halindeki kağıdı açtı ve gözleri yazının üzerinde gezdikçe büyüdü.

Kısacık bir mesajdı. Okuduktan sonra masanın üzerine bıraktı. Önce kışlık şapkasını çıkardı ve atkısını çözdü. Sonra evde üzerinden eksik etmediği kürklü montunun fermuarını açtı, çıkarıp koltuğun üzerine koydu. Hava alabildiğine serindi o gece ama sıcak havalarda bile kat kat giyinen adam soyunmaya devam etti. Çırılçıplak kalana kadar büyük bir huzur içinde soyundu. Artık titremiyordu. Üşümüyordu. Soğuktan eser yoktu. Kapıyı açtı. 7 katlı apartmanın en üst katındaydı dairesi, çatıya giden yıkılacak gibi merdivenleri tırmandı. Rahat adımlarla kiremitlerin üzerinde yürüyerek en uçtaki bacanın yanına gitti. Her tarafta çok eskiden kalma söndürülmüş sigara izmaritleri vardı. Artık her şeyi hatırlıyordu. O buz gibi Mart gecesi birkaç dakika öncesi kadar, sevdiğinin kokusunu duyabileceği kadar yakındı ona. 

Genç kız akşamları çatıya çıkıp baharda gelen leyleği beslemeyi çok severdi. Sonra da sigarasını yakar, genç adama sarılıp önlerinde uzanan şehri işaret ederek hayallerinden bahsederdi. Bir gün çatıda kanadı incinmiş bir leylek buldular. Kız onu kendine benzetmiş, tedavi ettirmiş, birkaç hafta baktıktan sonra serbest bırakmış, fakat uçurmadan önce leyleğin ayağına bir kağıt bağlamıştı. Defalarca sorsa da ne yazdığını ona söylememişti kız. Hemen ardından kar atıştıran o buz gibi gece. Son akşamları. Aileleri bir türlü birlikteliklerine izin vermeyince, ayrılmaktansa beraber intihar etmeye karar verdikleri, kendilerini uçurum gibi bir ümitsizliğe bırakıverecekleri o uğursuz gece. Toplumun yaşam şansı vermediği medeni azınlıktan iki gencin kara ve karlı son gecesi. Tam el ele atlayacakken genç adam son anda ne olduysa vazgeçmiş, ama sevgilisi kendini aşağıya bırakırken yaptığı hamle onu kurtarmaya yetmemişti. Sonrası malum. Ayrılık ve ansızın beliren amansız bir soğuk ile kısmi hafıza ve işitme kaybı.

Genç adam gözünden akan yaşlara karşın buruk bir mutluluk hissediyordu sanki. Sözünü geç de olsa tutmanın verdiği bir gönül rahatlığı belki. Ne çok sağlam ne de çok kaypak durmayan eğreti kızıl kiremitlerin yerini boşluğa bıraktığı son noktaya kadar yürüdü. Notta yazan kısacık cümleyi kısık sesle tekrarladı: “Madem aşağıya gelmedin, yukarıda bekleyeceğim”.

Kızcağız onları ayıranın, anlaşmayı bozanın, er ya da geç en çok sevdiği insanın ta kendisi olacağını anlamıştı demek ki. Kim bilir, belki de bu kararı almasına da, uğruna ailesini okulunu terk ettiği sevgilisine karşı için için duyduğu bu büyük hayal kırıklığı sebep olmuştu. Çatının kıyısına doğru yaklaştıkça genç adamın içini sıcacık hisler kaplıyordu. Kalbi deli gibi atıyor, içi ısındıkça ısınıyordu. Gözlerinden yaşlar süzülmüyor çağlıyordu adeta. Kanı ihaneti ortaya çıkmış bir hain gibi, kaçacak bir yer arar gibi, vücudunda dört dönüyordu. Evinde yaptığı gibi yüzünü güneye döndü ve kızıl kiremitlerin kıyısında, uçmaya hazırlanan göçmen kuşlar gibi kollarını iki yana açtı. Aşağıya doğru kararlı ama gergin bir adım attı. Boşluk için bu kadarı yeterliydi, ikinci adımı söke söke kendisi aldı.

Gecenin içinde bir kanat sesi duyuldu. Sürüsünün gerisinde kalmış bir kuş, geç de olsa, görevini yerine getirmiş olmanın rahatlığıyla, karanlık şehrin üstünde, ait olduğunu hissettiği adresi bilinmez bir yerlere doğru kanat çırpıyordu, yaşam sevinciyle. 

Yazan: L. Kızıltoprak



Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

26 Ağustos 2025 Salı

Kürtle de Arapla da kardeş falan değilim


Kısa olacak çünkü uzatılacak bir yanı yok. 
Türklerin bile çoğuna mesafeliyken,
Kürtle de Arapla da kardeş falan değilim.
Kendi sülaleniz adına konuşun.

Bir ülkede herkes adil bir hukuk önünde eşit olmalı. 
Ötesi hamasettir.
Kendi ailenizi bağlar.

Tek aidiyetim doğaya, uygar dünyaya ve Türkiye'nin asil azınlığınadır.

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

24 Ağustos 2025 Pazar

Halimiz patates, ahlakımız malı götürmek..!

"The Potato Eaters" (De Aardappeleters) - Vincent van Gogh (1885)

Özellikle siyasetçilerde ama gazetecisinden televizyoncusuna edebiyatçısından düşünürüne büyük çoğunlukta gözlemlediğim bir davranış var. Halkı kutsamak. Halkı yalandan kutsamak aslında. Oy icabı. Hükümet beceriksiz ya da kötü niyetli, devleti de ele geçirmiş, halkımız buna bir çare bulacakmış. Halkımıza güveniyorlarmış. Bu halk yapılan zalimlikleri görüyormuş. Halkın tokadı geliyormuş falan filan. Baştan aşağı yanlış bir tespit. Züğürt tesellisi bir nevi. 20 seneyi geçti bu halk değil miydi bunları tepemize çıkaran?  
 
Geçenlerde bir habere rastladım. 2025 yazında Amasyalı bir çiftçi, tüccar düşük fiyat verdiği için protesto olarak 8 ton patatesini kent meydanında dağıtıyor. 8 ton patates 8 dakikada bedavaya gidiyor kapış kapış. İnsanlar gelip çuval çuval götürüyor.

Herkes "işte ekonominin geldiği nokta". "Memleketi bitirdiler" falan diyor, tamam da teşhisi doğru koymak lazım. Bunlar olmasaydı başkası eninde sonunda bitirecekti zaten çünkü halk doğuruyor bu canavarların hepsini. Bu halkın kültürü hayat veriyor yaşanan tüm zalimliklere ve bu zehirli atmosfere. 

Habere dönelim. Farklı bir açıdan bakalım. Yahu o kadar insan gelip kent meydanında patatesleri götürüyor. Bildiğin sırtlayıp götürüyorlar. Ama kimse de düşünmüyor, adamın bir çuval patatesini alıyoruz, paramız olduğu kadar bir şeyler bırakalım, hiç değilse o da daha az mağdur olsun. Yok. Herkes "malı götürmenin" peşinde. Hedefe kilitlenmişler, gözleri başka hiçbir şeyi görmez olmuş. Kim bunlar? Halkımız. Coğrafya neresi? Anadolu. Aziz Anadolu.

Hiç paran yoktur, tamam, olabilir, ama bu kadar insan bir çuval patates için bir kilo patates parası da mı veremiyordu. Belki adam cinnet geçirdi ürününü dağıtıyor, belki ailesine kızdı, belki bankaya kızdı. Düşünürsün değil mi? Belki pişman olacak sonra. Bu kadar patates alıyorum, hiç değilse biraz olsun karşılığını vereyim diye düşünen niye yok. Kapanın elinde kalıyor batan geminin malları ya. Bir çeşit yağma. Bir tekme de onlar vuruyor. İşin gerçeği bu. İnsanımız bu. Halk bu. Anadolu bu. 

Alternatif bir senaryo yazalım. Çiftçimiz tüccarın aç gözlülüğüne de devletin plansızlığına da tepki olarak patatesini bedava sattığında halk makul bir bedelle bu patatesleri almış olsa bundan sonra tüccarlar da devlet de bundan bir ders çıkarabilirdi. Halk da aracısız daha ucuza patates yemiş olurdu. Oysa bu manzaradan sonra tüm çiftçilerde malını ücretsiz dağıtma korkusu büyümüş oldu. Belki "halka düşmek" diye bir tabir peydahlandı hatta. 

İktidar yanlısı medya haberini zaten yapmaz, siyasetçilere sorulursa da şov yapmış der geçerler. Muhalif medya ekonominin berbat haline örnek gösterir, halkımızı ne hale getirdiler diye anlatır. Oysa bu olay esas toplumun ne halde olduğunu gösteriyor bence. Halkın ahlakını gösteren bir durum bu. Çok net gösteriyor hem de. Aynı zamanda halkın adalet anlayışını da ortaya koyuyor. Düşene vur adaleti bu. 

Tepedekilerde kasa kasa dolar
Diptekilere düşen sadece patates, çuval çuval
Ama kültürel doku aynı.

Aşağıdakiler yukarıdakiler
Yok birbirlerinden çok bir farkları
İşte bunu görmeden, bunun üzerine gitmeden iflah olmayız biz.
Böyle halka böyle devlet. 
Denklem bu kadar basit. 
Bugün ak olur yarın pak. 

TR'de hedeflenmesi gereken halkın iktidarı değil, halka rağmen halkı düşünecek olan asil azınlığın iktidarıdır. 
Ülkenin yetişmiş insanlarını alanlarında söz sahibi yapmak olmalıdır amaç.
Kalabalıkların disiplinli bir yaşama zorlanması olmalı hedef. Hukukun net çizgilerle çizdiği bir disiplin.  
Önce yurdunu, insanını düşünerek çalışan bir anlayışın iyi niyetli ve namuslu idaresine ihtiyacımız var. 

Ha siz sürekli halka bırakırsanız,
Bu halk her şeyin en doğrusunu bilir çok şükür falan diye popülizmin dibine vurursanız:

Üçüncü sınıf taşra siyasetçilerinin cazgırlıklarıyla geçer gider ömürler, yitip gider yeni nesiller. Ortada ne memleket kalır, ne de tek bir insani değer.
 
Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

16 Ağustos 2025 Cumartesi

"Memento Mori" ve "Vanitas Vanitatum"

Arnold Böcklin "Death Playing the Fiddle"

Bir anne kedi ikinci göbek çocukları karnında geldi evde doğurdu. Daha bir öncekileri bırakmamıştım. Yine 3 tane çocuk. Aslında dört taneydi ama biri ölü doğdu. Kenara ayırdım gözünü açamadan göçüp giden bebeği. Bir gün unutmuşum evde. Belki de unutmak istedim. İkinci gün torbayı açınca kurtlanmış bedeniyle karşılaştım. Hayata gözlerini açamadan kurtçukların içine kurulduğu bir minik cansız beden. Ötesi var mı? Her şey bu kadar işte. Memento Mori. 

Yırtmışım sizin havanızı da cakanızı da bre insanlar!
Kurtçuklarını bekleyen bedenleriz işte, hepsi o kadar..! 

Yaşam ne kadar kırılgan. Ve acımasız. Bana göre en azından. Yoksa kendi içinde bir devasa ilişkisi var her şeyin. Dönüşüp duran madde. Yaşam ve ölüm. İnsanın hayatı hikayeleştirerek çıldırmak yerine kaybolmayı seçmesi. Anlaşılabilir. Bazen din bazen şiir. Anlam arayışları. Ölümün de ölümsüzlüğün de çekilmez ağırlığı.  

Ölümü unutmamak. 
kendini bilmek aslında.
Her şeyi bilemeyeceğini bilmek. Kabullenmek. 
Hayatın kırılganlığını hissetmesi lazım insanın.
Kendi kırılganlığını. 
Cevapsızlıklar. Çaresizlikler. Acizlikler
Evet, hayatın geçiciliğini hissetmek lazım. 
Oysa her şeyi çözmüş gibi kalabalıklar 
Burada tanımlanmış makbul insanı gerçekleştirmek.
Öbür dünyada da cennetler hazır. 
Oldu da bitti maşallah.
Yazlık kışlık yapmış insan rahatlığı.

Yaşamak ölmüş, hayattan saklanırken bunlar.
Şu sokaktaki insanlara bakın, nasıl da zavallılar. 
Her an bir beyin kanaması geçirip toprağın altında böcek yuvası olabileceklerini bilmiyor gibi bir kibir. 
Malıyla makamıyla güzelliğiyle gösterişiyle övünen, övülmek için çabalayan zavallılar
Hayata gözlerini açamadan minnacık bedeni kurtçuk yuvası olmuş bir kedi bebeği
Unutamamak bazı sahneleri. Hafızanın laneti mi?

Hissettiklerim, fikirlerim ve yeteneklerim
sadece bunlardan ibaretim
Devasa bir boşluk gerisi, içine doğduğum
Daralttıkça daraltırken bizi, "vanitas vanitatum"

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...