4 Mart 2019 Pazartesi

Kusursuz Çember (The Perfect Circle) (1997) (film)

Savršeni krug (Saraybosna)
Yönetmen Ademir Kenoviç

Saraybosna’nın kuşatma yılları. Şair Hamza (Mustafa Nadereviç) karısı ve kızını güvenli bir yere gönderdikten sonra evine gizlice girmiş iki yetimle (Adis ve Kerim) karşılaşınca çocukları kurtarmak için mücadeleye devam etmek zorunda kalır. 

Film boyunca Hamza ve çocuklar arasındaki ilişki üzerinden kuşatma sırasında Saraybosna halkının perişan durumunu seyrediyoruz.

Elinin ağrısı yüzünden doktora gittiğinde Hamza'ya kağıda "mükemmel daireler" çizerse işe yarayabileceği söylenmiş. Biliyorsunuz "karpal tünel sendromunda" doktorlar bunu basit bir fizyoterapi olarak önerebiliyor. Filmin ismi de buradan geliyor, korkuları ve acıları dindirmek için gösterilen tek başına gayretin sembolü bir nevi. 

Hamza ara sıra kendisini asılıymış gibi görüyor. Senaryoyu beraber yazdıkları şair Abdullah Sidran’ın şiirine bir gönderme bu aynı zamanda. Umutsuzluk içinde tükenen insan. Bombaların rüyalara dahi ulaşabildiği bir taşkın vahşet. Yakacak için bir ağaç kesmenin bile sonu ölüme götüren kavgalara sebep olduğu ortamda sakat bir köpeğe yürüteç yapabilen insanlık. Aşırılıklar arasında normalin felci. Ölüm bulaşmış yaşamlar. Askıya  alınmış hayatlar. Asılmış da ölmemiş gibi. Seyreder de müdahale edemez gibi. Yarı yaşar yarı yaşamaz bir var oluş. Bosna'nın çilesi işte. 

Beklediğim kadar güçlü çıkmadı ama değerli bir film.

https://www.imdb.com/title/tt0117555/















Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

Dünyadan Çizgiroman ve Frankofonlar (#2)


“Hobo Mom”
Charles Forsman
Max de Radigués (Bastard – 2018 / Angouleme ödüllü)

Tom ve küçük kızı Sissy küçük bir kasabada mutlu mesut yaşarlarken ev kadınlığı ve anneliğin kendisine göre olmadığını söyleyip yollara düşen Nataşa birden geri dönüverir. Tom annesi olduğunu söylemezsen bir süre görebilirsin der. Sonrasında Nataşa’nın gitmek ve kalmak arasındaki gelgitleri. Aile dinamikleri. Kararsızlıklar.

Fantagraphics | 64s | 14.99$


“Credo: The Rose Wilder Lane Story”
Peter Bagge

Rose Wilder Lane biyografisi. Hala ara sıra seyrettiğim efsane dizi “Küçük Ev”in yazaru Laura Ingalls Wilder’ın kızı. Fakat bundan ibaret değil, Amerikan bireysel özgürlük (libertarian) hareketinin kurucularından. Aşağıdaki lafı insanı acı acı gülümsetiyor 2019 Türkiye'sinde.

Representative government cannot express the will of the mass of the people, because there is no mass of the people. The People is a fiction, like The State. You cannot get a "Will of the Mass", even among a dozen persons who all want to go on a picnic. 

The only human mass with a common will is a mob, and that will is a temporary
insanity.
In actual fact, the population of a country is a multitude of diverse human beings with an infinite variety of purposes and desires and fluctuating wills.”

”Give Me Liberty” (1936)
  
Drawn and Quarterly | 108s | 22.95$ 


 “Les Femmes dans le monde de Tintin” (kitap)

Renaud Nattier

Tenten ÇRlarında Bianca Castafiore’den Paggy Alcazar’a kadın imgesi üzerine bir araştırma.

Presses Universitaire François-Rabelais | 72s | 13€


 “Jour J” serisi: “Tout l'or de Constantinople” (T36)
Fred Duval / Jean-Pierre Pecau / Yana

Tarihe alternatif yorumlar getiren bir seri. Vlad Tepeş’in (Drakula soyundan Kazıklı Voyvoda) İstanbul kuşatmasında Ortodoksları desteklediği bir dünya yansıtılıyor. Serinin 27. albümünde başlayan hikayenin devamı anladığım kadarıyla: “Les Ombres de Constantinople”. Bir başka ayrıntı ise  otuz altıncı albümün  kapağına İkinci Abdülhamid’in saray ressamı Fausto Zonaro’nun meşhur “Fetih” tablosunun uyarlanmış halinin konulması. Hoş gazetelerde çıkan haberlere göre Fausto Zonaro bu resmi Hasan Rıza isimli Balkan savaşlarında kaybettiğimiz bir Türk ressamdan kopyalamış, o da ayrı mesele. İlginizi çekerse aşağıdaki linkten bu konuyu okuyabilirsiniz.



Delcourt (Neopolis) | 62s | 15.50€

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

2 Mart 2019 Cumartesi

Çark: Muzaffer Hiçdurmaz (Türk Filmi) (1987)

“Şaşkınım ana şaşkın, iki lokma ekmek için birbirimize girmekteyiz. Kim haklı kim haksız şaşırır oldum”

Şehirdeki Yabancı (1962), Karanlıkta Uyananlar (1964), Maden (1978), Demiryol / Fırtına İnsanları (1979), Ekmek (1996) gibi toplumsal sorunlara ve çalışma ortamındaki haksızlıklara eğilen Türk sinemasındaki çok az sayıda cesur filmden biri.

Yönetmen Muzaffer Hiçdurmaz. Tarkan serisi, Yol ve Postacı gibi filmlerden de yardımcı yönetmen olarak tanıyoruz. Dikkatimi çeken bir bağlantı oldu. Muzaffer Hiçdurmaz bu filmden önce Kemal Sunal’la  “Kılıbık” filmini çekmiş. Orada Kemal Sunal polisten ölesiye korkan Kamil adında bir  aile babasını canlandırıyordu. Burada da Tarık Akan’ın karısı polis olunca araları bozuluyor. Bu konudaki bir başka rastlantı ise filmin uyarlandığı hikayeyi yazan edebiyatçı Bekir Yıldız’ın babasının polis olması. 




Başrolde Tarık Akan var ama yan rollerde de kadro çok kaliteli. İhsan Yüce’den Cezmi Baskın’a pek çok değerli oyuncuyu seyrediyoruz.  

Dört işçi ve ailelerinin sefaleti, çıkmazları ve yaşam savaşı anlatılmış. Özellikle Kazlıçeşme deri fabrikalarındaki çalışma şartları için "diriler mezarlığı" ifadesi kullanılıyor filmde. Bugün ne kadar değişti ki şartlar? Yıl olmuş 2019, daha birkaç yıl önce kot yapımında çalışan işçilerin taşlama sebebiyle yakalandığı silikozis hastalığı gündemde değil miydi? Devletin umursamazlığı gün gibi ortaya çıkmamış mıydı? Dolayısıyla maalesef güncelliğini koruyan bir film. 


Politik ama gerçekçi bir film. Sinematografik olarak dönemin şartları belli. Sürekli tekrar eden ama örtbas edilen sefaletimizi göstermesi bile başlı başına saygıdeğer bir film yapıyor gözümde. 


Cahit Berkay’ın film boyunca eksik olmayan melodisi bu insanların yaşamlarındaki “ezici ve ezeli gerginliği” başarıyla yansıtıyor. Ankara Film Şenliğinde "En İyi Film Müziği" ödülü almış. 

Zihnimde iz bırakan sahneler oldu. Mesela Oktay Sözbir’in (Bizimkiler’de “Yandan Çarklı” Halil Efendi) oynadığı Ali karakterinin onca yokluk içinde tüm çabasına karşın babasını kaybedince hastane koridorunda yere çöküvermesi. İnsanın küçülmesi, ezici çarkların arasında küçücük bir toz zerresine dönüşümü var o sahnede.   


Erol Demiröz, Alamancı Recep rolünde. TR’ye dönerken trafik kazası geçirince hayatı tepetaklak oluyor. Hastanede ziyarete gelenlere “Ah ulan araba, öyle mi sollanırdı’ Vatan hasreti işte…” diye yakınırken, “hasret olduğu vatana” hakim canavarlığın hem kendisini hem de ailesini paramparça etmek için pusuda beklediğini anlayamamış bir kurbandan başka bir şey değil aslında. Bugün de yok "vatan" yok "beka" derken kendi ipini çeken yığınlarla dolu değil mi sokaklar. 

Savaş Yurttaş'ın canlandırdığı  işçide ise ne kadar çalışsa karısına yaranamayan bir erkeğin dramı var. 

Ve tabii ki son sahne. İnsanların yas tutmasına bile polis aracılığıyla izin vermeyen, cenazesini taşıyacağı yolları bile kesen bir devlet anlayışı. 

Parasızlık öylesine bir cehennem ki insanlar kolunu bacağını kaptırıp iki kuruş sakatlık maaşı almayı yeğleyecek kadar çaresiz hale gelebiliyor. Bugün, biz işçilerin hala devam eden çilesi üzerine Türk filmi bulmak çok zor olduğu için, bu gibi geçmişte yapılabilmiş değerli örneklerin üzerine titrenmesi ve üzerinde konuşulması sinemamız açısından "patlamış mısır" muhabbetinden daha faydalı olacaktır. Hazır tekrar seyretmişken not düşeyim istedim. 



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...