“Şaşkınım ana şaşkın, iki lokma
ekmek için birbirimize girmekteyiz. Kim haklı kim haksız şaşırır oldum”
Şehirdeki Yabancı
(1962), Karanlıkta Uyananlar (1964),
Maden (1978), Demiryol / Fırtına İnsanları (1979), Ekmek (1996)
gibi toplumsal sorunlara ve çalışma ortamındaki haksızlıklara eğilen Türk sinemasındaki çok az
sayıda cesur filmden biri.
Yönetmen Muzaffer
Hiçdurmaz. Tarkan serisi, Yol ve
Postacı gibi filmlerden de yardımcı yönetmen olarak tanıyoruz. Dikkatimi çeken bir bağlantı oldu. Muzaffer Hiçdurmaz bu filmden önce Kemal Sunal’la
“Kılıbık” filmini çekmiş.
Orada Kemal Sunal polisten ölesiye korkan Kamil adında bir aile babasını canlandırıyordu.
Burada da Tarık Akan’ın karısı polis olunca araları bozuluyor. Bu konudaki bir başka rastlantı ise filmin
uyarlandığı hikayeyi yazan edebiyatçı Bekir Yıldız’ın babasının polis olması.
Başrolde Tarık Akan
var ama yan rollerde de kadro çok kaliteli. İhsan Yüce’den Cezmi Baskın’a pek çok değerli oyuncuyu seyrediyoruz.
Dört işçi ve ailelerinin sefaleti, çıkmazları ve yaşam
savaşı anlatılmış. Özellikle Kazlıçeşme deri fabrikalarındaki çalışma şartları için "diriler mezarlığı" ifadesi kullanılıyor filmde. Bugün ne kadar değişti ki şartlar? Yıl olmuş 2019, daha birkaç yıl önce kot yapımında çalışan işçilerin taşlama sebebiyle yakalandığı silikozis hastalığı gündemde değil miydi? Devletin umursamazlığı gün gibi ortaya çıkmamış mıydı? Dolayısıyla maalesef güncelliğini koruyan bir film.
Politik ama gerçekçi bir film. Sinematografik
olarak dönemin şartları belli. Sürekli tekrar eden ama örtbas edilen sefaletimizi
göstermesi bile başlı başına saygıdeğer bir film yapıyor gözümde.
Cahit Berkay’ın film boyunca eksik olmayan melodisi bu insanların yaşamlarındaki “ezici
ve ezeli gerginliği” başarıyla yansıtıyor. Ankara Film Şenliğinde "En İyi Film Müziği" ödülü almış.
Zihnimde iz bırakan sahneler oldu. Mesela Oktay Sözbir’in
(Bizimkiler’de “Yandan Çarklı” Halil Efendi) oynadığı Ali karakterinin onca
yokluk içinde tüm çabasına karşın babasını kaybedince hastane koridorunda yere
çöküvermesi. İnsanın küçülmesi, ezici çarkların arasında küçücük bir toz
zerresine dönüşümü var o sahnede.
Erol Demiröz,
Alamancı Recep rolünde. TR’ye dönerken trafik kazası geçirince hayatı
tepetaklak oluyor. Hastanede ziyarete gelenlere “Ah ulan araba, öyle mi sollanırdı’ Vatan hasreti işte…” diye
yakınırken, “hasret olduğu vatana”
hakim canavarlığın hem kendisini hem de ailesini paramparça etmek için pusuda beklediğini
anlayamamış bir kurbandan başka bir şey değil aslında. Bugün de yok "vatan" yok "beka" derken kendi ipini çeken yığınlarla dolu değil mi sokaklar.
Savaş Yurttaş'ın canlandırdığı işçide ise ne kadar
çalışsa karısına yaranamayan bir erkeğin dramı var.
Ve tabii ki son sahne. İnsanların yas tutmasına bile polis aracılığıyla izin vermeyen, cenazesini taşıyacağı yolları bile kesen bir devlet anlayışı.
Parasızlık öylesine bir cehennem ki insanlar kolunu bacağını kaptırıp
iki kuruş sakatlık maaşı almayı yeğleyecek kadar çaresiz hale gelebiliyor. Bugün, biz işçilerin hala devam eden çilesi üzerine Türk filmi bulmak çok zor olduğu için, bu gibi geçmişte yapılabilmiş değerli örneklerin üzerine titrenmesi ve üzerinde konuşulması sinemamız açısından "patlamış mısır" muhabbetinden daha faydalı olacaktır. Hazır tekrar seyretmişken not düşeyim istedim.