15 Mayıs 2019 Çarşamba

Dull Margaret (Grafik Roman): Broadbent ve Dix

Çizgiroman

Pieter Bruegel (baba) fantastik öğelerin ağır bastığı, yoruma çağıran ilginç bir 16 yy ressamı. Burada birkaç kez bahsi geçmişti. Jim Broadbent yığınla filmini seyrettiğim bir aktör. Hele de Mike Leigh ile olan çalışmalarını tekrar tekrar izlemekten bıkmam. ”Guardian” epeydir  hayatımda yer alan rafine lezzetlerden birisi. TR’de çıkan 10 tane gazeteyi okuyacağınıza birkaç sayfa Guardian okuyun, seminere gitmiş gibi olursunuz her gün.

İyi güzel de niye Pieter Bruegel, Jim Broadbent ve Guardian’dan arka arkaya bahsettim?

2018’de çıkan bir grafik roman üçünü bir araya getiriyor da ondan. Nasıl mı? Jim Broadbent Alzheimer olan annesine bakarken hem ailesinin yıllardır yaşadığı deniz kıyısındaki bölgeden hem de Bruegel’in "Dulle Griet" tablosundan esinlenerek bir hikaye yazar, filme çekmek ister. Prodüksiyon maliyetleri falan gözünü korkutunca grafik romana yönelir. Guardian’dan tanıyıp beğendiği Dix’e eposta atar ve süreç gelişerek 2018 yılında çalışmanın "Dull Margaret" ismiyle grafik roman olarak raflarda yerini almasıyla sonlanır. Benzer bir yapım sürecini yine bir aktörün yazdığı “Indeh” (Ethan Hawke / Greg Ruth) grafik romanında yaşadığımızı burayı takip edenler hatırlayacaktır (link).

Konu
Dull Margaret yılan balığı avlayıp satarak hayatını kazanan fakir bir kadın. Kasabadan uzakta yıkık dökük bir barakada tek başına yaşıyor. İtilip kakılan, sefalet içinde ama en önemlisi yalnız bir insan. En son pazara gidişinde kendisine yapılan haksızlığın öfkesiyle büyü işlerine girip hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı bir sürecin fitilini ateşliyor.

Pieter Bruegel "Dulle Griet"

Bruegel ve "Dulle Griet"
Tıpkı bir önceki yüzyıl eser vermiş Bosch gibi Pieter Bruegel’i de bugünün korku sinemasının 16.yy'daki öncülerinden biri gibi görürüm. Dönemin Hollanda’sında, hatta Avrupa’sında konulu resimlerin ana teması dini açıdan Kutsal Kitap, örfi açıdansa genelde halk masalları ya da atasözleri oluyordu. Bruegel kalabalık  insan manzaralarıyla, toplumunun öyküleri ve inanışlarını resmetmesinin yanında, dönemin dilini de yansıtıyor. Rastgele değil kompozisyonları, resimlerin her bir köşesi bir tiyatro sahnesi, bir deyimler sözlüğü sayfası gibi. Herhangi bir resmini saatlerce düşünüp, her bir figür ya da objeden yepyeni hikayelere yelken açabiliyorsunuz.

Grafik romana ilham kaynağı olan “Dulle Griet” tablosu (1563) “şirret kadın” temasını merkezdeki zırhlı kadın ve etrafındaki kavga dövüş içindeki diğer kadınlar üzerinden yansıtan bir resim olarak kabul ediliyor. O dönem Hollanda’sında “şirret kadınlara” cehennemde bile kimsenin dokunmaya cesaret edemeyeceği söylenirmiş. Bruegel bu deyime örneklerle doldurmuş tablosunu. "Yağma" unsuru adeta bir koltukta 4 karpuz taşır gibi yüklendiği ganimetlerle betimlenirken, bir açgözlülüğe de işaret ediyor gibi.  

Grafik roman’daki yılan balığı açısından da bir bilgi vermek açıklayıcı olacaktır. O dönem yine şöyle bir atasözü varmış: “Kuyruğundan yakalanmış yılan balığı, yarısı yakalanmamış yılan balığıdır”. Yani “erken sevinme sonra dövünme!” gibi bir anlamı var. Bunu da ben uydurdum şimdi yazarken :) Dolayısıyla çizgiromana baktığımızda başta kadının sepetindeki yılan balığını göz göre göre kaçırması ve sonrasında yaşadıkları, bu atasözü bilindiğinde daha anlamlı gözüküyor. 


Hikaye
Çetin Altan insanoğlunun başında iki büyük bela var derdi. “Biri parasızlık diğeri de yalnızlık”. Haklıydı. Artık fakirlikten konuşmak TR’de tabu olsa da; herkes gezilerinden, yediklerinden, giydiklerinden bir kontes edasıyla bahsetse de, parasızlık çoğumuzun hayatına eli kırbaçlı bir efendi gibi hükmetmeye devam ediyor. Canavarlar yok sayınca yok olmuyor. İşte bu albümde de evrenin bir köşesindeki zamansız diyarlardan birinde, bu iki illetin pençesinde kıvranan insanlardan birinin yaşadıklarına şahitlik ediyoruz. Yalnız bir kadın. Ne para ve ne de bir arkadaş. Ne bir ses ne bir nefes. Yaşam zor. Yaşam saldırgan. Tek başına insan. Yolunu şaşırıyor kadıncağız sonunda. Ne yapsın ki…

Hani peri masalları vardır ya, ben bu albümü bir “cadı masalı”na benzettim. Bir cadıya dönüşümün öyküsünü buldum okurken. Tamamen dışlanmış hissettiğiniz noktada artık karşı taraftaki en ufak bir iyiyi de gözünüz görmüyor ve dönüşüyorsunuz. Yılmaz Erdoğan “Ben senin beni sevebilme ihtimalini sevdim” diyordu ya, “Toplumun iyi davranabilme ihtimaline yönelik umudunu kaybetmek” de çok tehlikeli bir başkalaşımı tetikler. Artık herkes, her ilişki, yaşamın her anı sizin için bir  "tehdit" ve daha da ötesinde“intikam mastürbasyonu” olur. Köleliğinin intikamını daha da zalim bir efendi olarak çıkarmak istersin. Poe’nun deyimiyle korkunç bir “maelstrom”a kapılmıştır insan ve kendini kurtarmak çok zordur. Yaşayan bilir.  


Resimleme
Ürkütücü bir acayipliği var karakterlerin. İnsanlıktan çıkmakla çıkmamak arasında kararsızlar, "araf'talar" sanki. Hem şekil hem de davranış olarak. Albüme çamur ve yosun renklerinin bulamaçlaşmış silik ve soluk tonları hakim. Gökyüzü ve deniz, mavinin griye komşu tonlarını paylaşıyor. İnsanların yüzlerinde en fazla ağızları belirgin. Tıpkı Bruegel’in resmindeki cehennemin kapısında olduğu gibi. Dix’in farklı ilüstrasyonlarına baktığımızda hikayeden çok bir çizim stili olarak genel bir tercih olduğu anlaşılıyor. Deniz, başlarda kadının sırtındaki elbiseyle aynı renkte, "coğrafya kaderdir” diye diretir gibi yapışmış kadına. Büyüden sonra ise kadının kırmızı bir elbise giymesiyle çevresinden, kendi doğasından kopuşu veriliyor belki.

Okudukça daha başka çağrışımlarla da karşılaşıyorsunuz. Kimi kişisel kimi ortak. Yine albümün daha ilk sayfalarında bana hatırlattığı, yılan balıklarının merkezi rolünün de etkisiyle, alegori’nin alasının yapıldığı “Teneke Trampet” oldu. 

Kafamda düşünceler uçuşturması hoşuma gitti. Biraz şiirsel biraz fantastik biraz masalsı, koyu ve depresif bir grafik roman denemesi, bir "varolamazlık öyküsü", bir  “cadı masalı”.


Dix'in çizgilerinde kapalı ya da küçük gözler ve yüzün en belirgin öğesi olarak "iri dişli büyük ağızlar" dikkat çekiyor.

Dix
Dix

Dix

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

9 Mayıs 2019 Perşembe

Hiçbir günahım olmasa bile...


Şahan’ın mini skecini seyredince çok güldüm. Serde ÇR okuyuculuğu var, aklıma bir karikatür fikri geliverdi. Ama çizim yeteneğim sıfır. E ne yapacağım? Ben de işime yarayacak bir karikatür bulup çabucak üstünkörü bir grafik düzenlemesi yaparak kendi mizahıma uygun hale getirdim :)

Bu arada orjinal çizim Mike Lynch’e ait. Hakkını teslim edelim. "Yavuz hırsızı" eleştirirken kendim aynı duruma düşmeyeyim. Hoş buradan götüren çok ama olsun :)) Her şey çok güzel olacak Türkiye. 


Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

8 Mayıs 2019 Çarşamba

"The Professor and the Mad Man" (Deli ve Dahi)

Bir Zamanlar Ben
İlk gençlik yıllarımda evde iki tane dil sözlüğü vardı. Biri “Redhouse” diğeri de dedemden kalma Tahsin Saraç’ın Fransızca Büyük Lugatı. Redhouse’u zaten mecburen kullanıyordum ama Tahsin Saraç’ın kitabı da ilgimi çekmiş ve okumaya başlamıştım. Evet, bildiğin sözlük okuyordum. Roman okumak gibi değildi doğal olarak, sürekli altını çiziyor, notlar alıyordum. O kadar müthiş bilgiler vardı ki kendimi çok önemli sırlar öğreniyormuş gibi hayal ediyordum. Neden daha 18’ine gelmemiş bir genç olarak böyle bir şey yapma isteği duyduğumu hala açıklayamıyorum. Bilmiyorum, içimden geldi ve zevk aldım, yoksa okuyacak dolu kitap vardı evdeki kütüphanede. O sözlüğü okuduğumda dünyadaki her şeyi öğrenebilirmişim gibi düşünüyordum belki. İnsanların yaşamları boyu sıradan hayatın içinde duymayacakları o kadar çok terimle karşılaşıyordum ki bunları bilmek anlamsız bir şekilde kendimi güçlü hissetmemi sağlıyordu, özgüvenimi besliyordu her yeni kelime. Sanki kimsenin görmediği sihirli bir dünyaya pencere açılmıştı hayatımda. Sadece bana özel bir dünyaya. 

O kadar kendimi kaptırmıştım ki sözlüğe, okurken çalışmalar çıkartıyordum. Nasıl mı? Mesela Latince deyimleri ve atasözlerini falan ayrı bir deftere not alıp sözlükten bağımsız bir kitapçık oluşturmuştum. Çift sütun harita metod 60-70 sayfalık bir kitapçık oluşmuştu. Bu yaşımda Türkçe öyle bir derlemeye rastlamadım hala. Keşke kaybetmeseydim :) 


Aslında çevremde bunları kullanabileceğim insanlar yoktu, yani pratikte pek işime yarayacak şeyler değildi ama beni mutlu ettikleri için tek başıma bunlarla ilgilenmeye bayılıyordum. Okulu sevmediğimi ve “Autodidact” olduğumu küçükken keşfetmiştim ama bu kelimeyle “A” harfinde karşılaşınca taşlar iyice yerine oturmuştu. Sadece dünyayı değil, kendimi de anlamaya başlamıştım. Sanki kim olduğuma dair ipuçları keşfediyor gibiydim bir yandan. Yeni yeni kelimeler öğrenirken heyecanlı bir dizinin gelecek bölümünü merak eder gibi, bir sonraki sayfada kimbilir nelerle karşılaşacağım diye heyecan içinde saatlerce çalışıyordum. Aslında çalışmak bile denmez, bugün düşününce oyun gibi olduğunu anlıyorum. Samimi ilgilerimiz biraz oyun gibidir zaten, zamanı da dertleri de unutturur insana. Belki maddi bir faydası olmaz ama keyif verir.

O zamanlar filizlenen bu çalışarak okuma ve referans kitaplarını inceleme alışkanlığı bana gençliğimin en değerli miraslarından biri oldu. Hala çalıştığım, özetler çıkardığım, çeşitli kitaplarımda alıntılar yaptığım “kaynak kitapların” yeri benim için çok ayrı, onları okuma listemden eksik etmem. Kitap dünyasının belgeselleridir benim için. Hatta bir ara birkaçını tanıtayım, belki birilerine faydası dokunur. 

Maalesef TR’de kaynak kitap geleneği yoktur, ne çeviri ne de özgün kaynak kitap çok çok azdır.Daha da korkuncu bunun farkında olan insan sayısının düşüklüğüdür. Kitap bloglarına falan bakın mesela, ağaçlarla, ulaşım tarihiyle, astronomiyle ilgili kaynak kitap tanıtımı ya da incelemesinin yok gibi olduğunu göreceksiniz. Kitapçıya gidin, doğru dürüst kaynak kitap kıyıda köşede ve çok azdır. Batı kaynakları ise romanlar gibi düzenli olarak çevrilmez. Uzmanlık ve emek ister çünkü, satması da zordur. Türkiye film/dizi seyreder gibi roman ve hikayeye meraklıdır kitap söz konusu olunca. Aslında ne olduğumuzu o kadar net belli ediyoruz ki, çırılçıplak her şey ortada ama görmezden gelmek işimize geliyor. Söyleyenler de hain ilan ediliyor.  


The Professor and the Mad Man (Deli ve Dahi) (2019) 
Konuya ilgimi uzun anlattım ama bu aralar her şeye rağmen keyfim yerinde olduğu için çenem düşmüş durumda. Hal böyleyken geçenlerde “Oxford English Dictionary”nin yazılma süreciyle ilgili 2019 yapımı bir filmden haberdar olunca hemen seyrediverdim. 

Konusu tam benlik ama kadro da harika. Aktörlüğü mü yoksa yönetmenliği mi daha muhteşem diye karar vermekte zorlandığım büyük usta Mel Gibson var bir kere. Deli doktor rolüyle ona eşlik eden yine bir başka usta oyuncu Sean Penn. Game of Thrones ve Hunger Games’den tanıdığımız Natalie Dormer, Yine Game of Thrones ve burada da bahsettiğim “Welcome to Sarajevo”dan Stephen Dillane, bu sene Alan Partridge ile TV’ye geri dönen Steve Coogan, ve Ray Donovan dizisi yanında Still Life’daki oyunculuğuyla kendisine hayran bırakan Eddie Marsan. Bunlar sırf benim tanıdıklarım, düşünün. 

Biyografik ve gerçek olaylar temel alınarak çekilmiş bir film. James Murray (Mel Gibson) 14 yaşında fakirlikten okulu bırakmış ama kendi kendini yetiştirmiş bir adam. Oxford Üniversitesinde kapsamlı bir İngilizce Sözlüğü meydana getirmek için onun yetenekleri ve bilgisinden yararlanmak istiyorlar ve editör yapıyorlar. O tarihlerde Britanya “üzerinde güneş batmayan imparatorluk”. Hindistan’da, Çin’de, Pasifik’te her yerde çeşit çeşit İngilizce konuşuluyor. Müthiş dinamik bir değişim var dilde. Murray kısıtlı imkanlarla ve o dönemin şartlarında bir ekip kurup evinin bahçesindeki bir binada çalışmaya başlıyor. Murray alaylı olduğu için Oxford’da kabul görmüyor ve bir grup hep baltalamaya çalışıyor. Tam çıkmaza girmişken halusinasyonlar gören ve bunların etkisinde birini öldürdüğü için hapiste olan doktor Chester Minor (Sean Penn) da bu çalışmaya mektupla katılıyor ve ciddi katkılar yapmaya başlıyor. 

IMDB'ye göre prodüksiyon şirketiyle Mel Gibson ve yönetmen sorun yaşadığı için sonunda ayrılmışlar ve mahkemelik olmuşlar. Dolayısıyla film bu açıdan problemli. 


Özellikle çalışma odalarındaki yığınla kitabın görüntüsü ve duvarlardaki notlar benim için durdurup tek tek inceleyeceğim kadar etkileyici sahnelerdi. Sırf onlar için bile bu filmi seyredebilirdim. Sözlük çalışmaları yanında bambaşka koşullarda ve yerlerde iki insanın sıradışı bir çalışma arkadaşlığından derin bir dostluğa dönüşen ilişkisi filmin etkileyici bir başka ana temasıydı. 

Hikayede alt kültür üst kültür ayrımı yapmadan bir sözlüğün dilin tüm unsurlarına kucak açması gerektiği ifade edilirken aslında filoloji üzerinden bir demokrasi tanımı da yapılıyor:
All words are valid in the language, ancient or new, obsolete or robust, foreign born or homegrown”

Ardından da bu sözlüğün tek kişi tarafından değil, binlece insanın katkısıyla ortaya çıkacak bir çalışma olacağı, bugünlerin Wikipedia’sını da hatırlatan şu metod tarifiyle vurgulanıyor:
A dictionary by democracy”

Peki ya şu aşağıdaki sözler. Murray’nin heyecanına bakar mısınız. Bu heyecan iradeyi de beraberinde getiriyor, her işte böyledir. Heyecanlı insanlara ihtiyacımız var:

To chart the life of each word, we must start with a record of his birth. When it was first written down, from there, words come down to ys through the ages, twisting and turning, weaving their way, their meaning slipping slivering fish-like ? shedding  subtleties of nuance to and from themselves. But they leave tracks. In the great expanse of the literature of the English language. We will chase them, hunt them, and filter them out?? them out. All of them. Every single word. From all the centuries of writing. And we will do so. By reading every single book.” (37)


Murray her kelimenin yazılı bir kaynakta kullanımını da mutlaka koymak istiyor ve şu benzetmeyi yapıyor:

Every word in action becomes beautiful in light of a meaning”

Dr Chester geçmişte yaptıklarından ötürü sürekli birilerinin peşinde olduğunu zannediyor. Projeye katıldıktan sonra söylediği şu söz kitaplara sığınan pek çok insan için geçerli değil mi aslında:

When I read, no one is following me”

Filolojiye, sözlüklere, araştırmaya, kapsamlı çalışmalara, ekip ruhuna meraklı olanlar için harika bir filmdi, çok beğendim ama bir eleştirim olacak. Aslında filmin en sevdiğim kısımları bu sözlük çalışmalarıyla ilgili olanlardı. Fakat yer yer doktorun zihinsel bozukluklarının ve yaşamının sözlük çalışmalarının önüne geçmesi bence yanlış bir seçimdi ve filmin çok daha unutulmaz olmasını engelliyordu. Sanki bu kısımlar daha özet geçilse ve çalışmalara odaklanılsa en azından benim için çok daha efsane bir film olabilirdi. Tabii senaryonun doktorla ilgili yazılmış bir kitabın uyarlaması olmasının da bu durumda etkisi olduğu açık.



Türkçe Sözlük Hala Yok
Oxford'un ikinci edisyonu 20 cilt olarak 1989 yılında yayınlandı. Üçüncü edisyonun çalışmalarında sona gelindi sayılır ama matbu halinin çıkıp çıkmayacağı tartışmalı. Dönelim bize. Binlece yıllık Türk kültürü deyip övündüğümüz o kültürün kapsamlı bir sözlüğü hala yapılamamıştır, biliyor musunuz?. Birkaç ciltlik idareten yapılmış işlerden bahsetmiyorum. Gelmişiyle geçmişiyle Orta Asya’sıyla Balkanlarıyla doğru dürüst bir Türkçe sözlüğümüz maalesef  yok.

Bu konu açılmışken bir ismi de anmadan geçemeyeceğim. Hayatını bir Etimolojik Türkçe Sözlük hazırlamaya vakfetmiş bir Avusturyalı Türkolog olan Andreas Tietze’nin eseri bildiğim kadarıyla hala dilimizde bu konudaki en yetkin çalışma. Evet, bir Avusturya'lının temelini attığı bir eser bu. Tietze bu sözlükte 700 yıllık bir dönemi ve geniş bir coğrafyayı kapsayacak şekilde Türkçe’de kullanılan kelimeleri sıralarken tamamını yedi cilt olarak planlar ama ilk ciltten (F) sonra vefat eder. Ardından önce Avusturya Bilimler Akademisi, sonrasındaysa Türkiye Bilimler Akademisi bu projeyi sürdürmeye çalışır. Galiba sonlara yaklaşıyordu ama içeriğin kalitesi konusunda bir şey diyemem, inceleme fırsatım olmadı.  

Sizce bu kadar önemli bir işi, uygarlığımızı kayıt altına alacak bir çalışmayı bir Avusturya'lının yapması utanç verici değil mi? Sizce bunca stad, AVM, site inşa etmiş, açılışlar yapmış bir milletin böyle bir sözlüğü 2019 yılında bile yapamamış olması bir tesadüf mü yoksa birlikte yaşama ve çalışma kültürüne hala sahip olamadığımızın, medeniyet eksikliğimizin binlerce göstergesinden biri mi? Peki eksiklerini inatla görmemekte direnen bir toplum ileri gidebilir mi?


“Anlamın evrimini kaydetmek”
Murray'den dinlediğimiz sözlük tanımıyla bitirelim. Birkaç defa yüksek sesle okunup tadına varılacak kadar lezzetli ve örnekleriyle üzerinde düşünülecek kısacık ama anlamlı bir söz bu:

We must have every step. This is not about the centuries. This is about recording the evolution of meaning.”

“Anlamın evrimini kaydetmek”. Ne müthiş çağrışımlar yapan bir tarif. Size bir şey söyleyeyim mi, anlamın evrimini kaydetmeyince, aynı anlamsızlıklarda tekrar tekrar yitip giden bir toplum oluyorsun ve sonunda ana dilini bile konuşamayan insanlarının rezillikleriyle aşağıdaki gibi tarihe geçiyorsun:

"Hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler oldu"



Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...