30 Ağustos 2018 Perşembe

"Spiru Eğlence Parkı" Fransa'da açıldı...


Bu hafta gazetelere bir haber yansıdı. 18 yaşında bir genç kız mağazadan bir şort bir de çanta çalarken yakalanmış. Büyük gazetelerimiz hemen büyük büyük puntolarla olayı verdi. Hırsızlığın ne kadar kötü bir şey olduğu mesajlarıyla birlikte kızcağızın yüzü kapatılsa da boy boy resimleri yayınlandı. Fotoğrafları bir görseniz, iki tarafında birer polis bu “büyük suçlu” Türk adaletine teslim edildi. Buraya fotoğrafını almayacağım, hırsız görmek istiyorsanız gazetelerin çoğu boy boy profesyonel hırsızların fotoğraflarıyla dolu, açıp bakabilirsiniz.

Anlayacağınız ahlaksız bir adalet anlayışının üstüne çullandığı son “kurban” bu kızcağız oldu.

Diğer yandan aynı gazeteler ve bunların televizyonları sabahtan akşama kadar bu fakir ülkenin halkına bir giydiğini bir daha giymeyen, konaklarda yaşayan genç kızların ve erkeklerin abuk sabuk yaşamlarını dizi diye göstermeye devam ediyor.

Öyle adaletli bir anlayış hakim ki ülkeye,yoksulluktan kırılan Türkiye’nin parasını “Avrupa’nın en büyük eğlence parkını” yapacağım diye heba eden Melih Gökçek hakkında bir şey yazılmıyor. Anka Park’tan bahsediyorum. Ama doğru. 200 TL’lik şort yanında yüz milyonlarca doların lafı mı olur, değil mi? Sonra dış mihraklar ekonomimize saldırıyor deyip sıyırırsınız nasıl olsa.
.
Nereden nereye..!

Bu yaz Fransa’da “Spiru Eğlence Parkı” açıldı. Haziranda faaliyete başladı fakat farklı bölümlerin inşası devam ediyor ve her yıl yeni birkaç kısım eklenecek. Adamlar planlı programlı gidiyor.

İsmi Spiru parkı ama içinde Gaston Lagaffe, Red Kit ve Zombillenium karakterleri de mevcut. İlk aşamada 40 milyon euro’ya mal olmuş. Yani AnkaPark’ın çürümeye bırakılmış yarım halinin 1/10’u. Aklını kullananlarla Allah’ına yük olanların farkı bu kadar basit bir konuda bile karşımıza çıkıyor.

Yeri biraz güneyde kalıyor tabii, öyle Paris’e gitmişken uğrayalım denilecek bir yerde değil ama olsun.

Bundan sonrası görsel bir iş. Ben burada laf kalabalığı yapacağıma bu temel bilgilerin ardından siz en iyisi aşağıdaki resimlere ve tanıtımlara bir göz atın. Entrecase’dan Emma da gidip gördü, hatta müdürüyle röportaj bile yaptı.



https://www.youtube.com/watch?v=m5nBGnq9PXo





















Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

27 Ağustos 2018 Pazartesi

“Super” Film İncelemesi (2010)

“Shut up crime!!!”
Bugünkü Guardian gazetesinde Ethan Hawke'ın bir demeci vardı. "Superhero movies are over-rated" diyor. Az bile söylemiş, ben olsam "super-over-rated" derdim :)

Bu girişten sonra "Super" isimli bir süper kahraman filminden bahsetmek çelişki gibi gözükebilir ama işin aslı öyle değil. Önce kısaca konusuyla başlayalım.

Frank Darbo (Rainn Wilson – The Office) içine kapanık sıradan bir adam. Her şeyden çok sevdiği eşi Sarah’yı (Liv Tyler) bir uyuşturucu satıcısı olan Jacques (Kevin Bacon) elinden alınca bunalıma girer ve çıkar yol olarak süper kahraman olmaya karar verir (Crimson Bolt). Sidekick olarak (Boltie) Lilly’nin de (Ellen Page - Inception, Hard Candy) maceraya dahil olmasıyla olaylar adım adım kontrolden çıkar.

Yazıp yöneten James Gunn (Slither). Bu aralar farklı konularla basında yer alsa da bu filmde başarılı. Rainn Wilson’ı "The Office" dizisinde beğenirdim burada da muhteşem oynuyor. Libby orjinal bir karakter ve Ellen Page çok başarılı. Crimson Bolt ve Boltie seyretmesi çok zevkli bir “manyak ikili” portresi çiziyor. Ayrıca tanıdıklardan Kevin Bacon, Michael Rooker, Gregg Henry ve Nathan Fillion gibi isimleri görüyoruz. Tyler Bates’in OST’si nefis.

Sevdiğim bir film. Gözden kaçtığını düşünüyorum. Kalemizde hatırlatalım. Süper kahraman filmlerinin parodisi olarak da görülebilir ama bence çok daha fazlası. Biraz kendi hayatına sahip çıkamayan bir insanın yaşadığı kasabaya düzen getirme macerası. Enteresan bir davranıştır bu. Belki de sıradan bir insan olamayınca süper bir insan olmak zorunda hissetmek. İntikam’dan ziyade çaresizlikten, köşeye sıkışmışlıktan “süper”liğe mecbur kalmak. Tuhaf çözümleri olabiliyor insan psikolojisinin. Bazı yazarlar insanların sembolizmin oyuncağı olduğunu söyler, bence tersi de doğru. Sembolleri oyuncak etmişlerin sayısı da hiç az değil.   


Adaletten payını alamadığını düşünen insan çeşitli alternatif yollara başvurabiliyor. Çevremizde yığınla örneği var aslında. Meselâ bir tanıdığım vardı, düşüncesizce yanlış park etmiş araçlara sprey boya sıkar, arabanın canına okurdu. Üstelik bir de fotoğraflarını çeker, sanki bir seri katilin kurbanlarıymışlar gibi odasına asardı. Enteresan. Haksız mı? Bilemem. Şimdi hemen ayıplamak çok kolay ama o fotoları görseniz bir kısmınız iyi yapmış diyebilirdi. Madem ki adâlet sessiz kalmayı yeğliyordu, birileri bir şeyler yapmalıydı ona göre.

Frank Darbo: “I kind of think happiness is over-rated. People spend their whole lives chasing it, like it's the most important thing in the world. Happy people are kind of arrogant.

Film içinde yer yer yukarıdaki gibi kayda değer diyaloglara rastlanıyor. Klasik bir Amerikan aile komedisi değil. Basit bir süper kahraman hicvi hiç değil. Günlük hayatta aklımızdan geçen “delirium”ları dışa vurmaktan çekinmiyor.  Tüm süper kahraman filmlerinden daha gerçekçi. Aptal durumuna düşmek ve fantazilere sığınmak. Farklı bir kişilikle içinde bulunduğun sosyolojide başarılı olacağını görmek, ama bu kişiliği giyinmeyi becerememek. Hangimiz yaşamıyoruz ki bunları. Dünyayı yok etmeye çalışanlara karşı değil, kendi hayatını mahvetmek isteyenlere karşı süper kahraman olan bir karakter. Kuyruğa kaynak yaptı diye birinin kafasına İngiliz anahtarını indirmek riyâkâr bir idealizmi savunanlara saçma gelebilir ama yaşadığım toplumda bırak bunu, baltayı birilerinin kafasına indirmemek için zor tutuyorum bazen kendimi. Doğrudur yanlıştır, içimden yükselen böyle fantazileri saklayıp “uslu” ve "doğrucu" gözükmenin kime ne faydası olacak? Bence toplumda en sık kullanılan maskelerden birisi haline geldi “saygınlık”, aslı ortada yok, uyduruk taklitlerinden geçilmiyor. Hoş ben biraz daha tırlatsam süper kahramandan ziyade “Falling Down”daki “Dfense” tarzı bir manyak olmaya daha yakınım herhalde. 


Benzer tarzda “Zombieland” filmi geliyor aklıma. Komedram diyebileceğimiz vasat bir zombi filmiydi. Orada komedi dozu yüksek, dram dozu alabildiğine düşüktü. Keskin iniş çıkışlar yoktu. “Super” tam tersi. Draması birden yükseldiğinde komedi psikolojisinden çıkmakta zorlayan bir film oluyor. Ani sıcaklık değişimleri gibi âni mod değişimleri var. Tam filmi ciddiye almamaya başlıyorsunuz, Frank Darbo sanki sizin de kafanıza bir şey vuruyor ve mizahın getirdiği gevşekliği atıveriyorsunuz üzerinizden. Örneğin Libby’nin başına gelen böyle bir film için çok şaşırtıcıydı. Şu satırları yazarken bile hâlâ gözümün önüne geliyor. Böylesini beklemediğim bir film olduğu için etkisi misliyle şiddetli oldu herhalde. “Süper” ters köşe oldum.   

Geneline baktığımızda çizgiromanları konu eden filmler arasında (uyarlama demiyorum) en iyi örneklerden birisi. Düşündürücü ve rahatsız edici. Öngörülemez bir tarafı var, ne yöne gideceği belli değil. Kara mizahı iyi kullanıyor, “güldük eğlendik” komedisi değil. Aralara sıkıştırılan absürdizm sırıtmıyor. Nokta atışı şeklinde kanlı şiddet sahneleri var. Oraya buraya referans fırlatarak yolunu açmaya çalışmıyor, özgün bir rotası var.


Peki bu film hangi türe girer? Komedi? Süper kahraman parodisi? Kara komedi? Komedram? Hepsinden var ama bana kalırsa Libby’nin çalıştığı ÇR dükkanının ismi bu soruya en çok yakışan cevap olabilir: Comicsmash!   

Özetle hiç sevmediğim bir temayı kullanan sevdiğim bir film. Tüm hikayeyi özetleyen şu enfes diyalogla bitirelim:

Frank: “Maybe u just need to be bored sometimes”
Libby: “U dont see them getting bored in comic books
Frank: “Thats what happens in between the panels

Libby: “In between the panels…Is that where we are right now? We could do anything here.”









Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

26 Ağustos 2018 Pazar

"The Mountain" (Dağların Fedaisi) (1956) (film)


Yaslı Yamaçlar
Yıllar önce Jules Verne’in epey bir kitabını orjinal dilinden okuduktan sonra elime Henri Troyat’nın “La Neige en Deuil” (Yaslı Karlar) romanı geçmişti. Hem de Fransa’da falan değil, Akmar pasajındaki bir kitapçının gözden uzak bir köşesinde. Yazarı tanımıyordum ama filminden esinlenilerek yapılmış bir Spencer Tracy resmi olan kapak hoşuma gidince okumuş ve çok beğenmiştim. Bugün bahsetmek istediğim fllm işte bu romandan uyarlanan “The Mountain” filmi. Bu arada “Dağların Fedaisi” şeklindeki Türkçe ismin dam üstünde saksağan olduğunu da belirtelim. "Fatih'in Fedailerine" alışmış tiplerden daha fazlasını beklememeliyiz herhalde. 

Mekân Alp dağları. Zachary (Spencer Tracy) çobanlıkla geçinen eski bir dağcı ve rehber. Parada pulda gözü olmayan adam köşesine çekilmiş. Küçük kardeşi Chris (Robert Wagner) ise aklını zengin olmakla bozmuş hırslı ve habis bir genç. Yaşadıkları köyün dağlarına bir uçak düşünce kimse o mevsimde kurtarmaya gidemez. Chris uçağın altın yüklü olduğu dedikodusunu duyunca ne olursa olsun ulaşmayı deneyeceğini söyler. Zachary ne dese dinletemez ve sonunda bile bile ölüme göndermemek için onunla beraber gitmeyi kabul eder.

Edward Dmytryk filmi. Spencer Tracy “dağ gibi bir karakteri” canlandırıyor. TRT’deki “Hart to Hart” dizisinden tanıdığımız Robert Wagner’in gençlik yılları. Natalie Wood’un boğularak ölümünde yıllar sonra bu yıl “person of interest” ilan edilmesi enteresan bir “cold case” gelişmesi olarak not düşülebilir. 

Film karlı dağlar alegorisiyle beraber sunulan klasik bir iyi kötü çekişmesi. Bazıları klişe diyebilir, doğru, yine de iyi yazılıp çekildi mi bu klişeyi severim. Zaten çoğu filmn temelinde bu var. Basit konusuna karşın Zachary karakteri etkileyici. Dağ kulübesinde coğrafya kitabını hayran hayran okuması bile görülesi bir sahne. Sanki Münir Özkul’un bazı filmlerinde oynadığı “bilge yaşlı adam” karakterini hatırlatıyor. Gençken çektiği “Boys Town” filmindeki Father Flanagan, Tracy’nin bende iz bıraktığı bir başka karakterdi.

Hikâye gerçek bir uçak kazası temel alınarak yazılmış. Sinematografi harika (Görüntü yönetmeni Franz Planer). Meşhur Chamonix-Mont Blanc’da çekilmiş. Retro bilgisayar oyuncuları C64’deki “Chamonix Challenge” oyununu hemen hatırlayacaktır. Belki de ilk dağcılık simülasyonuydu. Zaten Chamonix, Kış Olimpiyatlarına da ev sahipliği yapmış herkesin bildiği bir yer.

Çizgiroman meraklılarına da küçük bir not düşelim. “Tenten Tibet’te” macerasının bazı karelerinin bu filmden sahneler temel alınarak çizildiğini biliyor muydunuz?


Bir zamanlar Flash TV bu filmi döne döne geceleri gösterirdi. Hala var mı bilmiyorum, hatta Flash yayına devam ediyor mu o konuda bile bilgim yok. İşte o dönem dublajlı film seyretmekten hiç hoşlanmasam da 37 ekran uyduruk bir TV’de uykuya dalana kadar tekrar seyretmekten kendimi alamazdım. Yine izleme fırsatı bulmuşken burada bahsetmek istedim, klasiklerimden biri, hem konusu hem karlı dağlarıyla Kuzey Kalesi’ne yakışır bir film :) 











































Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...