Black Mirror, Electric Dreams’e benzer şekilde her biri ayrı
bir hikayeyi barındıran genel olarak distopik bilimkurgu temalarını işleyen
başarılı bir dizi. Üçüncü sezonun dördüncü bölümü San Junipero, etkileyici
hikayesi yanında 80lerden 2000lere uzanan nostaljik bir yolculuğa çıkarmasıyla
kolay kolay unutulmayacak bir iz bırakıyor.
Oyunculuklar müthiş uyumlu. Dört dörtlük bir kimya. Nefis bir senaryo. İlk yarısında iki genç kızın arasındaki aşk ilişkisini
ön plana çıkaran, sonrasında ise işin bambaşka bir boyutunu sergileyen, geleceğe iyimser bir bakış. Zihninizi düşünmeye kışkırtan ama bir yandan da duygularınızı ayaklandıran enteresan ve coşkulu bir hikaye. Hele finali! Hele o son sahneler! Ciddi ciddi duygu boşalması yaşıyor insan. En azından bana öyle oldu :) Çok güzeldi çok.
EFSANE BİR GİRİŞ
Beylik tanıtım laflarını böylece geçtikten sonra gelelim
içeriğe. Bir kere açılış unutulmaz. San
Junipero kentinin buluşma noktası “Tuckers”
klübünün yan cephesinde defalarca seyrettiğim kült film “Lost Boys”un posterini gördüğüm anda hikaye beni tavlamış oldu. Dakika
bir gol bir. “Lost Boys” aynı
zamanda bir taşla iki kuş vuran harika bir göndermeydi çünkü hem hikayenin
80lerde geçtiği vurgulanmış oluyor (1987) hem de “vampirizm” üzerinden hep genç kalınan bir ölümsüzlüğe atıf
yapılıyordu. Defalarca seyrettiğim, çocukluk arkadaşım diyebileceğim klasik
filmimi görmenin sevincini daha atamamışken bu sefer de bir dükkanın vitrinindeki
televizyonlarda “Max Headroom”a
rastlamak iyice iştahımı kabarttı. Geçirdiği kaza sonrası sadece dijital
ortamda varolabilen bir gazetecinin hikayesini anlatan Max Headroom, konusu
açısından da bu diziye en uygun atıflardan biriydi. Arka arkaya gençken takip
ettiğim dizi ve filmlerin yeniden karşımda belirmesinin etkisiyle ekrandan yayılan
zamanda yolculuk hissi iyice yoğunlaştı. E artık ne olsa seyrederim diye
düşünürken, Yorkie isimli kızın
çekingen adımlarla klüpte yürümesiyle beraber ritmik ve tanıdık “blip blip blip” sesleri kendisini
duyurmaya başlamaz mı! Tam “Yoksa bu duyduklarım?” diye düşünürken ekranda
beliren manzara yanılmadığımı gösterdi: Arcade
makinaları..! Bu jeton canavarlarına
az kola parası yedirmemiştim zamanında. Daha 5 dakika dolmadan bu kadar çok
referansla gönlümü fetheden bir diziye ilk defa rastladım.
HİKAYE
Yorkie içine kapanık bir genç kız.Tutuk adımlarla gezdiği
klüpte Bubble Bobble oyununu
oynamaya başlar. Yanına gelen geek çocuk Davis tek ya da iki kişi oynandığında finalin farklı olduğu ilk oyun
olduğunu söyler. İkinci defa seyrettiğimde bu sözlerin dizinin finaline daha en
başından yapılan bir gönderme olduğunun farkına varıyor insan. Zaten pek çok
atıfı ikinci izleyişimde fark ettim. Kız çocuktan kurtulmak için uzaklaşıp dans
salonuna gider ve oturur. Mekanda grubun dört üyesi de kadın olan “The Bangles”ın 80lerdeki unutulmaz
parçalarından “Walk Like an Egyptian”
çalar. Hem harika bir parçayla ortam hareketlenir hem de ölümden sonra yaşama inanan antik
Mısır uygarlığına bir pas atılmış olur.
Bu arada Kelly isimli dışa dönük ve yaşamın tadını çıkaran
Paula Abdul kılıklı kız, peşini bırakmayan ayrıldığı sevgilisinden kurtulmak
için Yorkie’nin yanına oturur ve berabermiş numarası çekerler. Laf lafı açar,
bir kadeh içki yuvarlanır. “Fake” isimli parça eşliğinde Kelly kızı dansa
kaldırır. Şarkı dizi boyunca olduğu gibi aslında olan biten hakkında ipucu
verir alttan alta. Kelly biseksüeldir, beraber olmayı teklif eder. Yorkie ürker
ve apar topar uzaklaşır. Bir hafta sonra Yorkie’yi odasında ayna karşısında
kıyafet denerken görürüz. Teybinde çaldığı 80lerden kalma parçaların klibindeki
saç ve kıyafetlerle poz verişini izleriz. Simple
Minds’ın “Dont You” parçasından Robert Palmer’ın Addicted to Love’ına (Cocktail
filminin unutulmaz OST’sinde de vardı) tanıdık ve manidar şarkıların geçit
töreni başlar. Sonunda Tuckers’a gider, Kelly’yi bulur ve deniz kıyısındaki rüya
gibi bir evde beraber olurlar. Yorkie ilk kez birisiyle olduğunu söyler. İtiraflar,
mahrem sohbetler birbirini takip eder. Gece saatler 12.00’yi gösterdiğinde
ekran kararır.
Ardından Kelly bir sonraki hafta Lipps Inc’den Funky Town
eşliğinde Tuckers’ı ziyaret ederek Kelly’yi arar ama bulamaz. 80lerde bir türlü
bulamayınca 90lara gider. Dönemin gelişmiş televizyonlarında Alanis Morisette “Isnt it Ironic” şarkısını söyler. Film posteri olarak Scream asılıdır. Oyunlar çağın modası FPS’ye dönmüştür. Kelly ortada yoktur. Bir
de 2000lere gidip bakmaya karar verir. Tuckers’a girdiğinde mekanda biseksüel
eğilimleri olduğunu açıklamış Kylie
Minogue’dan “Can’t Get You Out of My
Head” çalarken Kelly’yi interaktif bir oyun makinası önünde bulur. Çalan
şarkıların sözleri/şarkıcısıyla verilen minik mesajlar dizi boyunca eksik
olmaz.
Kelly önce “Burada
ciddi ilişki aramıyorum” tavrına devam eder. Yorkie üzülür ve “Maybe u should
feel bad or at least feel something!” deyip gidince Kelly aynaya yumruk atar.
Eline baktığında hiçbir yara olmadığını aynanın da düzeldiğini görünce bir
şeylerin normal olmadığı anlaşılır. Hikaye Yorkie aracılığıyla “Benliğini nerede iyi hissediyorsan, oraya
aitsindir” mesajı verir sanki. Kelly koşarak Yorkie’nin peşinden gider.
Tuckers’ın terasında aşağıdaki insanlara bakıp kaçının artık ölüp gitmiş ama
hala orada yaşayan insanlar olduklarından konuşurlar. Kelly kalıcı olmayacağı
için bu ortamda ciddi bir ilişkiye hazırlıklı olmadığını söyler. Öpüşürler.
Sahildeki eve gidip bir kez daha sevişirler. Sonra denize karşı sohbet ederler.
Gece 12 olduğunda bir Cinderella hikayesi gibi yine her şey sonlanır.
Bir sonraki buluşmalarında Kelly birkaç ay sonra öldüğünde
orada kalmayacağını söyler. Kocası Richard “pass
over” seçeneğini istemeden ölmüştür 2 sene önce. Yorkie bir insanın nasıl
olupta orada kalmayı istemeyeceğini anlayamaz. Birbirlerini gerçek hayatta
ziyaret etmeye karar verirler.
Dizinin bir saatlik süresinin son üçte birlik kısmı
gerçek hayatta geçer ve seyircinin kafasındaki soru işaretleri cevaplarını
bulmaya başlar. San Junipero’nun, terminal hastaların son günlerinde, genç
bedenleriyle istedikleri gibi yaşayabildikleri çok gelişmiş bir dijital ortam olduğu
anlaşılır. Haftada 5 saat süreyle, adeta dozu ayarlanarak buraya giriş yapma
hakları vardır. Fakat öldükten sonra isterlerse hep burada kalmalarına izin
verilmektedir.
Kelly sözleştikleri gibi Yorkie’yi hastanede ziyaret eder. Evleneceğim
dediği hemşire Greg, Kelly’ye Yorkie’nin hikayesini anlatır. Yirmi bir
yaşındayken ailesi aşırı üstüne düşen Yorkie lezbiyen eğilimlerini açıklayınca
olay çıkar. Sinirle evi terk edip arabasına biner ama kaza geçirir ve kuadriplejik
kalır, yani ne kolları ne bacakları tutmaz. Dinci ailesi şimdi de San
Junipero’da kalması, yani ötenazi için gerekli izni vermeyince Greg ile
evlenmeye karar verir böylece Greg gerekli izni imzalama yetkisine sahip
olacaktır. Kelly, Greg yerine kendisi onunla evlenir ve Yorkie’nin San Junipero
arzusunu yerine getirerek fiziksel yaşamına son verilmesine imza atar. Belki de
bizi gerçekten sevenler, istediğimiz dünyada istediğimiz gibi yaşamımıza destek
olanlardır.
Kelly sanal bir öbür dünya modeline bir türlü sıcak bakamaz.
Yorkie ötenazi sonrası yaşamına San Junipero’da devam ederken Kelly onu ziyaret
eder. Yorkie onun da hep orada kalması için ısrar eder. Buradaki yaşamın gerçekten
farksız olduğunu söyler. Kelly buraya bir eğlence mekanı gibi baktığı için
isteksizdir. Yorkie ikna edemeyince kişisel konulara girer. Kocasının burada
kalmamasını eleştirir. Kelly çok sinirlenir. 49 yıllık eşi Richard kızları henüz
bu teknoloji yokken öldüğü için San Junipero’yu tercih etmemiştir. Kelly bu
yüzden Junipero’da kalmayı aklına bile getirmez
Sert tartışma sonrası Kelly arabaya atlar. Yorkie’nin
gençken ailesiyle tartıştıktan sonra yaptığı gibi kaza yapar. Yorkie onu yerden
kaldırırken saat 12.00 olur.
Finalde ölüm yerini coşkuya bırakır. Nefis görüntüler
eşliğinde “kızlar” mutlu mesut yaşamlarına başlarken çalan final şarkısı yine
çok anlamlı bir seçimdir. 80lerin en sevdiğim şarkılardan biri olması ve hala
ipod’umda dinlemem sebebiyle beni daha da fazla içine çekiverdi. Belinda Carlisle desem herhalde tahmin edersiniz, evet tam
düşündüğünüz gibi, nasıl da bulup çıkarmışlar bu kadar coşkulu ve uyumlu bir
parçayı. Gözyaşları içinde dinliyoruz:
“Ooh, baby, do you know what that's worth?
Ooh, heaven is a place on earth
They say in heaven love comes first
We'll make heaven a place on earth
Ooh, heaven is a place on earth
Ooh, heaven is a place on earth”
DÜŞÜNCELER...ÇAĞRIŞIMLAR...ATIFLAR
Finalde Yorkie evin önünde kornaya basınca Kelly’nin çıkmasıyla
tarifi zor bir mutluluk hissi geçti bana da. Kızlar arabayla neşe içinde
yolculuk ederken zihnimden bir parça kopup Yorkie ve Kelly’le beraber o
arabanın içine girmişti sanki. Çok başka bir bölümdü.
Aslında Kelly’nin finaldeki seçimi müthiş bir cesaret
istiyor. Düşünsenize, dini inançların binlerce yıldır kafamıza işlediği cenneti,
teknolojik bir cennete değişiyor. Öbür dünyada sevdiklerinle beraber olma
inancını elinin tersiyle itiyor. Diğer bir deyişle teknoloji, teolojiye haklı bir darbe yapıyor. Gerçekliği belli olmayan bir cennet kavramına,
sınırları belli olsa da ne olduğunu bildiği bir mutlu hayatı tercih ediyor
Kelly. Çok cesur bir adım. “Hang the Dj” bölümündeki isyanın bir başka şekli.
Mantığın, öğretilmiş inanca başkaldırdığı bir şahsiyet hamlesi. Akıllara Matrix'ten Morpheus'un sözleri geliyor:
Morpheus: "What is real? How do
you define 'real'? If you're talking about what you can feel, what you can
smell, what you can taste and see, then 'real' is simply electrical signals
interpreted by your brain."
San Junipero’ya dönersek, Kelly aslında öğretilmiş ama bir
parçanmış yanılsaması yaratan ahlaki değer yargılarıyla mücadele içinde. Bir
taraftan Yorkie’yle mutlu ama bir taraftan da ölmüş ailesine olan sözünü
bozacakmış gibi hissediyor. Westworld’de fiziksel dünyada istediğiniz fantaziyi
kendinize zarar gelmeden yaşarken, burada daha ileri düzeyde bir teknolojiyle, yani bedeninizi terk ederek, aynısını siber ortamda yaşayabiliyorsunuz. Bir nevi tekno astral seyahat.
Yorkie'nin daha gençliğinin başında yaşadığı ve hayatını çekilmez hale getiren trafik kazası sadece bir sembol. Yanlış bir evlilik, hatalı bir meslek seçimi ya da elimizde olan/olmayan pek çok kaza/hata insanın geri kalan hayatını felç edebilir, bitse de kurtulsak dedirtebilir. San Junipero kenti biyolojik yaşamın sınırsız olasılıklarında kaybolmuş olanlara sınırlı olasılıklarla yeni bir hayat fırsatı sunarken, ölüm ötesine teknolojik bir yorum getirerek, teolojinin bu alandaki tekelini kırma yolunda minik bir adım atmayı da ihmal etmiyor.
San Junipero terminolojisi dil oyunları da içeriyor. Mesela İngilizce’de
ölüm için kullanılan “Pass away”
lafı yerine “pass over” kavramı
türetilmiş.
Kelly: “uploaded to the clouds,
just like heaven!”
Sanal gerçekliğin yarattığı cennet kavramı, dini terimlerin
teknolojik muadilleriyle tarif ediliyor. Yeni bir kelime bulmak yerine, mevcut
kelimelerin anlamları güncellenmiş oluyor. Mesela cennet bulutların ötesi gibi
düşünülür, dizide de “cloud”a (bulut) yüklenmek olarak kullanılıyor.
San Junipero ismi rastgele bir seçim gibi gözükmedi bana. Juniper
(ardıç) Eski Ahit’te korunmanın, yani bir anlamda muhafaza edilmenin sembolü
olarak kullanılıyor. Kraliçe Jezebel’in gazabından kaçan Elijah, melek
görünümlü bir Juniper ağacına sığınarak yaşamda kalmasıyla biliniyor. Yine bir
İncil hikayesinde İsa çocukken Kral Herod’un askerlerinden bir Juniper ağacı
sayesinde kurtulduğu anlatılıyor. Fakat bence esas temsil ettiği anlam yakınlığı, Nepal'de iyi bir karma için ardıç ağacı yakılması geleneğiydi.
İsmin Yorkie olması, evde sıkı kontrol altında tutulmasından
olabilir. Yorkshire Terrier ırkından hareketle evcil yetiştirilen bir kız
çağrışımı yapması hedeflendi herhalde.
OST dinamit gibi. Seyrederken epey kıpırdandım. Tuckers
benzeri bir yer olsa her hafta giderim. Hem bir nostaljik gezinti yapmış oldum hem de tanıdık parçalar arka arkaya yığınla anıyı çağırıp durdu. Özlemişim çoğunu. Herhalde benim gibi hisseden çok insan olmuş ki bu bölüm için Clint Mansell’in imza attığı "score" albümü çıkarıldı. Yalnız Alphaville'den "Forever Young" şarkısı da hem sözleri hem 80ler tarihli olması sebebiyle tam bu bölüme uygun olurdu bence. Bu kadar zekice hazırlanmış bir OST'de mutlaka akıllarına gelmiştir ama telif sorunu çıkmış olabilir ya da tarih tam uymamıştır belki.
Dizinin sonunda öldükten sonra bilinçlerini saklayıp orada
yaşamalarını sağlayan firmanın ismi TCKR Systems, yani Tuckers’ın sessiz
harfleri.
Okyanus kıyısındaki ev imgesi önemliydi. Hayatımızda en
özgür ve mutlu hissettiğimiz evreyi sembolize ediyordu bana kalırsa.
Yorkie’nin elleri ve ayaklarını kullanamayan hali, Dalton Trumbo’nun yazıp yönettği "Johnny Got His Gun" filmindeki benzer
durumda olan askeri anımsattı. Hani Metallica’nın
meşhur “One” şarkısına ilham veren
film. Bu teknoloji olsa, o asker alternatif bir sanal evrende ne kadar
mutlu yaşayabilirdi. İnsanların ahmaklığını ve alçaklığını, teknolojiyi öcü gibi göstererek, günah keçisi yaparak gözden kaçırma eğilimini tehlikeli buluyorum.
Genelde distopik film/dizi/kitapların yazıldığı günümüzde
ütopya diyebileceğimiz bir gelecek sunması açısından farklı bir yaklaşımdı. Dizinin genel ismini “Miracle Mirror” olarak değiştiren bir bölüm oldu anlayacağınız :) Aslına
bakarsanız benim de geleceğe teknoloji açısından bakışım bu yönde. Teknolojinin sebep olduğu olumsuzluklarla
kıyasladığımda, olumlu katkılarının çok daha fazla olduğunu düşünüyorum. Şairin dediği gibi "güzel günler göreceğimize" inananlardanım. Ve bunda teknolojinin sanılandan çok daha büyük katkısı olacak gibi duruyor.
San Junipero’da cinsellik ancak bir alt metin olabilir, çok
daha ciddi meseleler var, ama bu konuda da birkaç cümle etmek istiyorum. Birbirini
arzulayan insanların sevişmesi en doğal insan hakkıdır. Hatta her canlı türünün
hakkıdır. Yaşamın temel taşıdır. İnsanların cinselliklerini kendi çıkarlarına
göre terbiye etmek isteyen inanç ve siyasetlerin yaşamaya hakkı olmadığını
düşünüyorum. Sen yaşamın kendisinden daha mı iyi bileceksin benim genetiğim
için kimin iyi olduğunu! Yalandan “demokrasi var, her fikre saygı duyulmalı”
palavrası midemi bulandırıyor. İster ırkçılık, ister ahlakçılık, ister dincilik
ister ahmaklık sebebiyle olsun kendi damızlık kurallarını dayatan hiçbir görüşe/sisteme
hoşgörüyle bakılmamalı. Kendin için istediğini düşün, ama beni katma. Konjonktürel
zorunlulukları bahane edip uyduruk
gruplaşmalar icat ederek bunların gerektirdiği davranış paternlerine uymamızı
beklemek bizi aptal yerine koymaktan farksız. Yok Türksün yok müslümansın yok
bilmem nesin. Belki ben ateistlerle daha mutluyum. Belki Danimarkalılarla
Türklerden daha iyi anlaşıyorum. Belki en yakın arkadaşım bir travesti. Size
ne! Sanki bir haltmışsınız gibi sizden olmak zorunda değilim ki…Yaşamım boyunca
beğenmediğim insanlarla aynı mekanda olmaya, herhangi bir bağlantım olmasına,
aynı gruptaymış gibi gösterilmeye tahammül edemedim. Vicdanım da aklım da
reddediyor. Kişiliğimi ortaya koymama engel olan, beni içime içime iten, hele
de istediğimle sevişmeme bile engel olmaya kalkan her türlü baskı unsuru
inancı/geleneği/eylemi/sosyal iklimi namussuzluk olarak görüyorum.
Alternatif gerçeklik konusunda da söylemek istediklerim var.
San Junipero, bir nevi ruh/bilinç huzurevi gibiydi bir açıdan. Bedenin iş
göremez hale geldiğinde yatağa bağımlı kalıp tıbbi destekle berbat bir yaşam
sürdürüp adeta gün dolduracağına, sağlıklı halinle yeni bir dünyada var olma
imkanı sunuyor teknoloji. Her türlü duyunu kullanabildiğin harika bir
alternatif yaşam. Buraya kadar bence nefis bir hizmet modeli. Keşke şu anda
olsa dedirtiyor insana. Ama ölümden sonra bir “döngü” olarak aynı bilinçle ve
hür iradeyle beğendiği başka bir gerçeklikte yaşamayı insanın kendisinin tercih
etmesi kısmı çok insan-merkezci bir görüş gibi geliyor. Cennetine bile kendi karar
veren bir canlı türü…Bazı şeylerde ya da bir noktadan sonra son sözün bizde
olmadığı ya da olmaması gerektiği fikri bana daha yakın. Bunu herhangi bir inanç ya da dine uymadığı
için söylemiyorum. Bir dine mensup değilim, hiç olmadım. Diğer yandan başka
bir bakış açısına göre mesela İbrahimi dinlerle bu durum görünüşte çelişir
gözükse de özünde öyle olmadığını düşünüyorum. Hangi gerçeklik kimin yapımı
olursa olsun neticede kendi seçimlerimizin bir sonucu oluyor. İnsan yine kendi
seçimlerinin sonucunu yaşamış oluyor ki cennet ve cehennemin de insanın seçimi
olduğu söylenir bu dinlerde. Yani hür irade başrolde yine.
Daha bilimkurgusal bir açıdan baktığımda ise farklı bir
boyutu görebiliyorum. Belki gelecekte herkes yaşlanmayı hastalanmayı falan
beklemeden kendi ütopyasının alternatif gerçekliğini yaşamayı tercih edecek.
Bildiğimiz anlamda biyolojik hayatımız ise bu amacın gerçekleşmesi için vakit
ayırmak zorunda olduğumuz bir”iş yerine” dönüşecek. Sanal ortamlarda varolmak
için ödediğimiz bir biyolojik bedel olacak bedenlerimiz. “Bedenden bedele
evrileceğiz”. Yani bedenine bakmak için “organik hayatına” sanki işe gider gibi
gidip belli görevleri yerine getireceksin. Bu çalışma karşılığında alternatif
gerçeklik kredisi (orada geçireceğin süre) kazanmış olacaksın. Tıpkı arcade
makinasının başında ancak jetonla o dünyaya adım atabilmemiz gibi. Mesela bütün yıl çalışıp yazın iki hafta tatil yapıyor
insanların çoğu şu anda. Gelecekte 2 hafta sanal gerçeklik tatli için çalışıp
didiniyor olmamız çok da hayalcilik gibi gelmiyor. Yanlış olacağını da
düşünmüyorum.
Bir başka konu ise yaşamın sonsuz ihtimallerini simüle
edebilmenin imkansız olduğunu düşünmem. Ne kadar gelişmiş olursa olsun insan
yapımı dünyaların ölümcül bir tekrar
riski taşıyabileceğine yakın duruyorum. Diziden bağımsız olarak şahsi
inancım, yaşanması gereken hayatın, yapma bir cennetten daha kıymetli olduğu
şeklinde. Ama hayatın sonunda buradaki gibi bir sanal dünya çekici geliyor doğrusu. Diğer yandan kozmik bir mistisizme inanmak, ilahi bir adaletin, fark etmiyor olsam
da, benim ve tüm evrenin yararına çalıştığını düşünmek, ilkel zihnimi rahatlatıyor.
Bilincinde olduğum yaşamı değerlendirmekten başka elimden bir şey gelmeyeceğini
kabulleniyorum ama bu, üst bilinçlerin varlığını sezmeme ve onlara ulaşmaya
çalışmama engel değil, tam tersine motivasyon oluyor. Yolcu olduğumun
farkındayım. Yolda olmak huzur veriyor.
Son söz:
San Junipero'yu sevdim. Hem de bugüne kadar anlatılan cennetlerin hepsinden daha fazla.