Filmin orjinal ismi "Auf
der Anderen Seite". Almanca bilmem ama “Öteki Taraftan” gibi bir anlamı varmış. Anderer; yabancı, öteki
demek. Türkçe’ye “Yaşamın
Kıyısında” olarak çevrilmiş. İngilizcesi ise bambaşka: “Edge of Heaven” :)
Fatih Akın
filmlerini severim. Yaşamın Kıyısında, “Aşk,
Ölüm ve Şeytan" üçlemesinin ikincisi (Liebe, Tod und Teufel).
İlki “Duvara Karşı” (Gegen die Wand)
idi.
Blogda bahsettiğim “San Junipero” bölümü “Heaven is a place
on earth” şarkısıyla başlayıp bitiyordu, bu film ise Kazım Koyuncu’nun “Ben senu
sevdiğumi” şarkısıyla açılıp kapanıyor. Bu davranışın ardındaki inceliği Mihrişah Safa’ya verdiği röportajda Fatih
Akın’ın ağzından dinleyelim:
“Kazım Koyuncu’yu, “Crossing the Bridge” adlı filmimde oynatmak
istemistim, ömrü yetmedi. Ben de ona bir borcum olduğu için, parçasını bu
filmde kullandım”
Kızının öldürülmesinin ardından harekete geçen kadın
imgesiyle ikinci yarısı “Ebbing Missouri” filmini hatırlattı ama bambaşka
karakterler ve hikayeler olduğunu söylememe gerek bile yok. Fakat iki kadının
tepkisini mukayese etmek enteresan bir sohbetin konusu olabilir.
Kesişmelerle dolu bir hikaye. Evet, filmi en iyi tarif eden
kelimelerden biri bu olabilir. Birbiriyle kesişen karakterler ve hayatlar. Hatta
kültürler. Fakat bu kesişme sadece “rastlaşma” anlamında değil. “Birbirine
kesik atan” hayatlar var senaryo boyunca. Kesiştikçe birbirinin içine kanayan yaşamlar bunlar. Yani sevişmeyi yasaklayan ve durmadan kanlı bir “kesişme” süreciyle yıkanmaya çalışan insanlarla karşı
karşıyayız.
“Thats funny..A Turkish German
Professor from Germany, ends up in a German bookshop in Turkey!”
Türk, Kürt, Alman üç
aile var. Toplamda altı kişi. Bunların yolu bir şekilde birbirinin hayatından
geçiyor. Filmin özelliklerinden birisi de herkes canlı ya da cansız olarak
diğer ülkeye gidiyor. Sınırı öyle ya da böyle geçiyorlar.
Filmin sinematografisi, oyunculukları falan bolca yazılıp
çizilmiş. Dolayısıyla tercihim film aracılığıyla bilindik bir konuya farklı bir
açıdan yaklaşmak. Sık istismar edilen bir konu vardır
göçmenlik söz konusu olunca. Yabancı bir ülkede dışlanmak ve kötü davranılmak.
Bu durum yadsınamaz bir gerçek olarak yer yer her milletten insanın karşısına
çıkmasına karşın, yabancıların “misafir” oldukları ülkenin kültürüne karşı
duymaları gereken saygı genelde ihmal edilir. Fatih Akın’ın 2007
Cannes Film Festivalinde “En İyi Senaryo”
ödülü almış bu filmi hakkında düşünürken özellikle bu sorun tekrarlandı
zihnimde. “Yabancı”nın da gittiği ülkede terbiyesizlik, nankörlük yapmaması
lazım.
Film boyunca çağdışı davranışlarla “birbirini yiyen ve ortadoğu kültürünün hastalıklarından kurtulamamış bir azınlık” görüyoruz. İşte bu azınlık içinde abuk sabuk sebeplerle öylesine yoğun
bir çatışma hali var ki, Almanlar bile bundan payını alıyor. Tuncel Kurtiz’in canlandırdığı yaşlı
adamın fahişe sevgilisiyle yaşarken oğluyla ilişkiye girdiğinden şüphelenip kadını
istemeden de olsa öldürmesi, kapkaççı çocukların Alman kadına “Ne diğyon ablağ sen!” diye tabancayı
doğrultup sırıta sırıta tetiğe basması, hapishanede birbirini yiyen sol örgüt
mensubu kadınlar, Nurgül Yeşilçay’ın evlerinde kaldığı sakin anneye birden
“fuck EU be” diye kofti solculara has gereksiz bir edepsizlikle bağırması,
yoldaşlık ve memleketlimiz hesabına Nurgül’den faydalanmaya çalışan kahvecilerin ahlaksızlığı. Çocuğuyla yaşlısıyla kadınıyla Nejat dışında tüm Türkiye göçmenleri şiddet sarmalının bir parçası. Film boyunca mekan Almanya bile olsa hayatı birbirine zehir eden bir azgın azınlık var. Bu açıdan gerçekçi bir dokuya sahip diyebilirim!
Buna karşın bazı yerlerde sorunun ıskalandığını, romantizme
kaçıldığını düşündüm. Mesela Türkiye’deki TV seyircisinin yıllar önce TRT’de oynayan
Berlin Alexanderplatz dizisinden hatırlayabileceği
Hanna Schygulla’nın harika oynadığı
Alman anne Türkiye’ye gelip neyi anlayacak? Nasıl bir farkındalık kazanacak?
Gelince sanki bir aydınlanma yaşıyor kadın ve kızının son derece kişisel
mücadelesine kaldığı yerden devam ediyor. Kızı Lotte’yi sokağa çıktığında
karşılaştığı insanlıktan çıkmış çocuklar pisi pisine, bir hiç uğruna öldürmüş.
Ötekini anlamakla falan alakası yok ki bu olayın. Son dönemlerde bir de bu
çıktı. “Ama karşı tarafı da anlamak lazım” diyorlar her olayda. Sürekli bir
dengeleme yaklaşımı. Neyini anlayacaksın, insanlıktan çıkmış yaratıkları üreten
bir sistem var işte yürürlükte. Kadıncağızın kızı öldü, kendi perişan oldu. E
ne hakkımız vardı bu insanlara bunları yaşatmaya? Anadolu’dan kopup Avrupa’nın
göbeğinde yok namus yok din iman diye canilik yapmaya utanmıyor musunuz! “Irkçılar!
Naziler!” diye bağıracağımıza bunları da soralım kendimize. İşte film bu
soruları tedavüle sokuyor, göz önüne taşıyor ve iyi de yapıyor.
Bak yine bir başka sahne geldi aklıma. Anne Susanne sakin sakin “belki EU’ya girince her şey düzelir” diye teselli etmeye çalışınca Nurgül Yeşilçay'ın oynadığı Ayten karakteri kadına posta
koyuyor anlamsızca. “Fuck EU be!!’” diye bağırarak bildiğin serserilik yapıyor.
Annenin üslubunu bozmadan verdiği cevap nefis: “I dont want u to talk like this
in my house. Talk like this in ur house”. Bu ne demek biliyor musunuz? “İtlik
yapacaksan git ülkende yap” diyor kibarcası. Aslında burada makro ölçekte ev
sahibi Alman’ın saçmalayan Türkiye göçmenine tepkisi var. Kadın haklı. Alman burada haklı,
hiç kusura bakmayın. Yaşayanlar bilir, barbar güruhların çizdiği leş gibi bir
profilden sonra bugün bazı Almanların, hatta Avrupa’lıların, aklı başında, uygar
Türklere karşı da önyargıyla yaklaşmasından herhalde onlar sorumlu tutulamaz. Malzeme
ortada.
Filmde Nejat ile Susanne birbirlerine kişilik olarak en uygun ikiliydi, yaş farkına rağmen. Aklımda kalan bir başka kısa sahne şöyleydi. Anne
Türkiye’ye geldiğinde bir kafede Nejat’ı bekliyor. İlk kez görüşecekler. Adam içeri girince hemen ona
doğru yürüyor ve aralarında şu kısa ama etkileyici konuşma geçiyor:
Susanne: “How did u know it was me?”
Nejat: “U were the saddest person
here”
Filmin sonunda kumsalda ufku seyrederek babasını bekleyen
adam sahnesi, nefret sarmalından kendini kurtardığı için “önü açılan” insanı çağrıştırdı bana. Uçsuz bucaksız denize yüzünü
dönüp gereksiz inatlaşmalardan ve saplantılardan vazgeçmiş olmanın ferahlığı. Fatih
Akın yine başta belirttiğim röportajda bu final ile ilgili şunları söylemiş:
“Bu sahneyi Alexander Dumas’nın, ‘Monte
Cristo Kontu’ romanının son satırındaki ‘bekle ve umut et’ cümlesinden esinlendim. Umudumuz olmasa
sabahları uyanıp günlük koşuşturmanın içine giremeyiz”