8 Kasım 2018 Perşembe

Yaşamın Kıyısında (Edge of Heaven): Fatih Akın

Filmin orjinal ismi "Auf der Anderen Seite". Almanca bilmem ama “Öteki Taraftan” gibi bir anlamı varmış. Anderer; yabancı, öteki demek. Türkçe’ye “Yaşamın Kıyısında” olarak çevrilmiş. İngilizcesi ise bambaşka: “Edge of Heaven” :)

Fatih Akın filmlerini severim. Yaşamın Kıyısında, “Aşk, Ölüm ve Şeytan" üçlemesinin ikincisi (Liebe, Tod und Teufel). İlki “Duvara Karşı” (Gegen die Wand) idi.

Blogda bahsettiğim “San Junipero” bölümü “Heaven is a place on earth” şarkısıyla başlayıp bitiyordu, bu film ise Kazım Koyuncu’nun “Ben senu sevdiğumi” şarkısıyla açılıp kapanıyor. Bu davranışın ardındaki inceliği Mihrişah Safa’ya verdiği röportajda Fatih Akın’ın ağzından dinleyelim:

Kazım Koyuncu’yu, “Crossing the Bridge” adlı filmimde oynatmak istemistim, ömrü yetmedi. Ben de ona bir borcum olduğu için, parçasını bu filmde kullandım” 

Kızının öldürülmesinin ardından harekete geçen kadın imgesiyle ikinci yarısı “Ebbing Missouri” filmini hatırlattı ama bambaşka karakterler ve hikayeler olduğunu söylememe gerek bile yok. Fakat iki kadının tepkisini mukayese etmek enteresan bir sohbetin konusu olabilir.

Kesişmelerle dolu bir hikaye. Evet, filmi en iyi tarif eden kelimelerden biri bu olabilir. Birbiriyle kesişen karakterler ve hayatlar. Hatta kültürler. Fakat bu kesişme sadece “rastlaşma” anlamında değil. “Birbirine kesik atan” hayatlar var senaryo boyunca. Kesiştikçe birbirinin içine kanayan yaşamlar bunlar. Yani sevişmeyi yasaklayan ve durmadan kanlı bir “kesişme” süreciyle yıkanmaya çalışan insanlarla karşı karşıyayız. 

Thats funny..A Turkish German Professor from Germany, ends up in a German bookshop in Turkey!”

Türk, Kürt, Alman üç aile var. Toplamda altı kişi. Bunların yolu bir şekilde birbirinin hayatından geçiyor. Filmin özelliklerinden birisi de herkes canlı ya da cansız olarak diğer ülkeye gidiyor. Sınırı öyle ya da böyle geçiyorlar.  

Filmin sinematografisi, oyunculukları falan bolca yazılıp çizilmiş. Dolayısıyla tercihim film aracılığıyla bilindik bir konuya farklı bir açıdan yaklaşmak. Sık istismar edilen bir konu vardır göçmenlik söz konusu olunca. Yabancı bir ülkede dışlanmak ve kötü davranılmak. Bu durum yadsınamaz bir gerçek olarak yer yer her milletten insanın karşısına çıkmasına karşın, yabancıların “misafir” oldukları ülkenin kültürüne karşı duymaları gereken saygı genelde ihmal edilir. Fatih Akın’ın 2007 Cannes Film Festivalinde “En İyi Senaryo” ödülü almış bu filmi hakkında düşünürken özellikle bu sorun tekrarlandı zihnimde. “Yabancı”nın da gittiği ülkede terbiyesizlik, nankörlük yapmaması lazım.

Film boyunca çağdışı davranışlarla “birbirini yiyen ve ortadoğu kültürünün hastalıklarından kurtulamamış bir azınlık” görüyoruz. İşte bu azınlık içinde abuk sabuk sebeplerle öylesine yoğun bir çatışma hali var ki, Almanlar bile bundan payını alıyor. Tuncel Kurtiz’in canlandırdığı yaşlı adamın fahişe sevgilisiyle yaşarken oğluyla ilişkiye girdiğinden şüphelenip kadını istemeden de olsa öldürmesi, kapkaççı çocukların Alman kadına “Ne diğyon ablağ sen!” diye tabancayı doğrultup sırıta sırıta tetiğe basması, hapishanede birbirini yiyen sol örgüt mensubu kadınlar, Nurgül Yeşilçay’ın evlerinde kaldığı sakin anneye birden “fuck EU be” diye kofti solculara has gereksiz bir edepsizlikle bağırması, yoldaşlık ve memleketlimiz hesabına Nurgül’den faydalanmaya çalışan kahvecilerin ahlaksızlığı. Çocuğuyla yaşlısıyla kadınıyla Nejat dışında tüm Türkiye göçmenleri şiddet sarmalının bir parçası. Film boyunca mekan Almanya bile olsa hayatı birbirine zehir eden bir azgın azınlık var. Bu açıdan gerçekçi bir dokuya sahip diyebilirim!


Buna karşın bazı yerlerde sorunun ıskalandığını, romantizme kaçıldığını düşündüm. Mesela Türkiye’deki TV seyircisinin yıllar önce TRT’de oynayan Berlin Alexanderplatz dizisinden hatırlayabileceği Hanna Schygulla’nın harika oynadığı Alman anne Türkiye’ye gelip neyi anlayacak? Nasıl bir farkındalık kazanacak? Gelince sanki bir aydınlanma yaşıyor kadın ve kızının son derece kişisel mücadelesine kaldığı yerden devam ediyor. Kızı Lotte’yi sokağa çıktığında karşılaştığı insanlıktan çıkmış çocuklar pisi pisine, bir hiç uğruna öldürmüş. Ötekini anlamakla falan alakası yok ki bu olayın. Son dönemlerde bir de bu çıktı. “Ama karşı tarafı da anlamak lazım” diyorlar her olayda. Sürekli bir dengeleme yaklaşımı. Neyini anlayacaksın, insanlıktan çıkmış yaratıkları üreten bir sistem var işte yürürlükte. Kadıncağızın kızı öldü, kendi perişan oldu. E ne hakkımız vardı bu insanlara bunları yaşatmaya? Anadolu’dan kopup Avrupa’nın göbeğinde yok namus yok din iman diye canilik yapmaya utanmıyor musunuz! “Irkçılar! Naziler!” diye bağıracağımıza bunları da soralım kendimize. İşte film bu soruları tedavüle sokuyor, göz önüne taşıyor ve iyi de yapıyor.


Bak yine bir başka sahne geldi aklıma. Anne Susanne sakin sakin “belki EU’ya girince her şey düzelir” diye teselli etmeye çalışınca Nurgül Yeşilçay'ın oynadığı Ayten karakteri kadına posta koyuyor anlamsızca. “Fuck EU be!!’” diye bağırarak bildiğin serserilik yapıyor. Annenin üslubunu bozmadan verdiği cevap nefis: “I dont want u to talk like this in my house. Talk like this in ur house”. Bu ne demek biliyor musunuz? “İtlik yapacaksan git ülkende yap” diyor kibarcası. Aslında burada makro ölçekte ev sahibi Alman’ın saçmalayan Türkiye göçmenine tepkisi var. Kadın haklı. Alman burada haklı, hiç kusura bakmayın. Yaşayanlar bilir, barbar güruhların çizdiği leş gibi bir profilden sonra bugün bazı Almanların, hatta Avrupa’lıların, aklı başında, uygar Türklere karşı da önyargıyla yaklaşmasından herhalde onlar sorumlu tutulamaz. Malzeme ortada.  


Filmde Nejat ile Susanne birbirlerine kişilik olarak en uygun ikiliydi, yaş farkına rağmen. Aklımda kalan bir başka kısa sahne şöyleydi. Anne Türkiye’ye geldiğinde bir kafede Nejat’ı bekliyor. İlk kez görüşecekler. Adam içeri girince hemen ona doğru yürüyor ve aralarında şu kısa ama etkileyici konuşma geçiyor:

Susanne: “How did u know it was me?”
Nejat: “U were the saddest person here”

Filmin sonunda kumsalda ufku seyrederek babasını bekleyen adam sahnesi, nefret sarmalından kendini kurtardığı için “önü açılan” insanı çağrıştırdı bana. Uçsuz bucaksız denize yüzünü dönüp gereksiz inatlaşmalardan ve saplantılardan vazgeçmiş olmanın ferahlığı. Fatih Akın yine başta belirttiğim röportajda bu final ile ilgili şunları söylemiş:

“Bu sahneyi Alexander Dumas’nın, ‘Monte Cristo Kontu’ romanının son satırındaki ‘bekle ve umut et’ cümlesinden esinlendim. Umudumuz olmasa sabahları uyanıp günlük koşuşturmanın içine giremeyiz”











Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır. 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...