2 Mart 2017 Perşembe

Hep Kırıktı Bir Kanadı - Altarriba/Kim (2016)


L’Aile Brisée 
(Hep Kırıktı Bir Kanadı) 

Senarist:            Antonio Altarriba
Resimleyen:      Kim
Siyah-beyaz/266s/2016
Denoel Graphic



GİRİŞ
Kapağı kaldıran okur yeni bir hikayeye gözlerini açtığında ilk karşılaştığı iğneyle delik deşik olmuş bir kolun yakın plan resmi olur. Hasta bir yaşlı kadın ölüm döşeğindedir. Oğlu hemşireye annesinin kolundaki yaraları sorduğunda, damar ince ve belirsiz olduğu için girmekte zorlandığını söyler. Adam niye diğer kolunu hiç denemediğini sorduğunda ise annesinin o kolu kırık olduğu için düzleyemediği cevabını alır. İşte bu basit gibi görünen cevap adamı müthiş sarsar. Yıllarca beraber yaşadığı annesinin sol kolunu kullanamadığını nasıl olup da bilmediğini sorgulamaya başlar. Akşam konuyu babasına açtığında onun da haberi olmamasına bir kez daha şaşırır. Hayret, utanç ve pişmanlık duyguları içini doldurur. Düşüncelerini tek bir soru doldurur: “Bunca yıldır nasıl fark etmedim..!”

KONU
Uçma Sanatı ile babasının hikayesini anlatarak gönülleri fetheden ve ÇRı edebiyat aracı olarak başarıyla kullanan Antonio Altarriba, bu kez bizleri annesinin yaşamıyla buluşturuyor. Çizer ise yine Uçma Sanatı’ndan tanıdığımız Kim, ya da tam ismiyle Joaquim Aubert. Aslında Hep Kırıktı Bir Kanadı albümünde hikayenin baş rolde olduğunu söyleyebilirim. Resimler ise rol çalmadan hikayeye eşlik ederken, sivrilmeye çalışmayan uyumlu ve olgun bir partner görüntüsü çiziyor.   

AYRINTILAR

Giriş ve Bitiş bölümlerini saymazsak albüm 4 kısma ayrılmış. Aslında Petra’nın hayatında ciddi etkisi olan 4 erkeğe ayrılmış demek daha doğru olur.
,
Damian                (1918-1942)    Baba
Juan Bautista     (1942-1950)      İşveren
Antonio               (1950-1985)     Eş
Emilio                   (1985-1998)   Sevgili

Petra’nın yaşamının, hayatında etkisi olan erkeklere göre bölümlenmesi dahi  hem hikayenin özü hem de yaşadığı ortamın kadın haklarına yönelik yaklaşımı açısından pek çok şeyi anlatıyor. Bu dönemi kapsayan  İspanya tarihine birkaç cümleyle baktığımızda bu konu daha iyi anlaşılacaktır.

O DÖNEM İSPANYA
1931 yılında İkinci Cumhuriyet kadın-erkek eşitliğini getirmesine karşın bu durum uzun sürmedi. 1936’da başlayan İspanyol İç Savaşını Franko önderliğindeki Milliyetçilerin kazanmasıyla kadın hakları dibe vurdu. 1975’te Franko’nun ölümüne kadar sürecek olan dönemde kadınlar erkeklerden daha aşağı bir varlık sayıldılar. Nasıl mı? Artık kadınlar bir erkeğin vasiliği altında yaşamak zorundaydı. Bu önce baba sonra da koca olacaktı. 25 yaşına gelene kadar evlilik dışında bir sebeple kadınlar babalarından ayrılamayacaktı. Evlendikten sonra ise çalışmaları yasaktı. Bir araba almak istediklerinde, hatta bankaya bir hesap açtırmak için gittiklerinde bile kocalarının muvafakatnamesini göstermeleri gerekiyordu. Ne miras ne de boşanabilme hakları vardı. İktidardaki Franko rejimine göre kadın eve kapanmalı, itaatkar ve katı bir katolik ahlak timsali olmalı ve ömrünü kocası ile çocuklarına vakfetmeliydi. Ekonomik bozukluklar rejimin kadınların çalışma hakları konusunda yumuşamasına yol açsa da kadının ikinci sınıf görülmesi sosyal ortama hakim olmaya devam etti.

PETRA
Petra’nın yaşamına bunları bilerek yaklaştığımızda dönemin kadınının bir portresi olarak da görülebilir. Altarriba annesini kahramanlaştırma yoluna gitmiyor. Yaşam gailesi içinde sürüklenen, katolik inancına bağlı, kanaatkar ve iyi niyetli bir kadın olarak resmediyor. Albümün bütününe baktığımızda Petra’nın yaşamında en fazla değer verdiği olgunun dini inancı olduğu açıkça görülüyor. Son dakikalarında dahi bu inanca bağlılığını yansıtıyor. Yine Altarriba annesi ile babası arasındaki uzaklaşma ve yabancılaşma sürecinde taraf olmadan yaşananları aktarıyor ve sorgulamaktan ziyade ayrılık sonrası devam eden yaşamın getirdiği yeni hayatları konu ediyor.


KANADI KIRIKLAR
Petra’nın özelinde “sol kanadı kırık” olarak dönemin İspanyol toplumu ve siyaset iklimi de betimlenmiş oluyor. Kadın haklarını yerle bir eden, dolayısıyla halkının ve ülkesinin bir kanadını kıran “erkekçi zorba yaklaşımın” yol açtığı yıkımlarla dolu sayfalar bekliyor okuyucuyu. Çolaklaştırılmış bir toplumun debelenmelerine şahit oluyoruz hikaye boyunca. Albümün başında Petra’nın kolundaki morlukların görüntüsüyle, doğduğu kasabanın uzaktan görünüşü arasındaki benzerlik bir şeyler anlatıyor olmalı.

Altarriba dine olmasa da din görevlilerinin iki yüzlülüklerine vurgu yapmaktan geri durmuyor. Ölen annesiyle yalnız kalmasına izin vermeyen rahibeyi kovması, kilisenin huzurevindeki rahibenin kötülükleri, Petra günah çıkarırken rahibin uyuyup kalması gibi sahnelerle karşılaşıyoruz.

KOL KIRILIR YEN İÇİNDE KALIR

“Kol kırılır, yen içinde kalır” lafı aklıma geliyor. İşte bu ÇRda yenin içine “hapsedilen” ve hatta o yene mahkum edilen kolun verdiği yaşam savaşına tanık oluyoruz. Petra’nın hayatı, hareket ediyormuş gibi yapan ama aslında hareket yeteneğini büyük oranda kaybetmiş bir kolun durumu idare edişini hatırlatıyor. Toplumsal imkanlar el verdiği ölçüde sıradan bir yaşama tutunmaya gayret eden bir kadını izliyoruz. 

Kalbinin kırıklığı gibi kolunun kırığını da hep içinde saklayan bir kadının şahsında, İspanyol toplumunun hüzünlü bir panoraması. 

TORUK (2011) (Türk Belgeseli)

Yönetmen                                Hasan Basri Özdemir
Yapım                                      Erciyes Üniversitesi
Senaryo                                   Hasan Basri Özdemir
Kamera                                    Veysel Akşahin, Hasan Basri                                                            Özdemir
Ses                                           M. Çağlar İlim
Müzik                                      Arto Tunç boyacıyan, Kardeş                                                           Türküler
Kurgu                                      Ercan Yıldırım
Yönetmen Yard.                      Yavuz Pullukçu
Yard. Yönetmen                      Mustafa Çağlar İlim
Görüntü Yönetmeni                Veysel Akşahin

Mangal yapmak hep keyifli vakit geçirmekle ilişkili kullanan bir eylem ve söz olarak dilimizde ve yaşamlarımızda sağlam bir yere sahip. Adeta iyi vakit geçirmenin zirvesi muamelesi yapılıyor. Peki bu ziyafetin vazgeçilmezi mangal kömürünün ardında yatan ıstırapları bilmek ister miydiniz? İnsanların o mangal kömürünü üretebilmek için çektikleri cehennemi güçlüklere sadece yarım saat kulak vermeye hazır mısınız? Teknik ve anlatım açısından eksikleri olmasına karşın özünde başarılı bir belgesel Toruk. Çünkü gözden kaçanı/kaçırılanı gözler önüne seriyor.

Keyif alarak kullandığımız ürünlerin yok saydığımız çileli yapım hikayelerinden birine bu belgeselde şahit oluyoruz.Hasan Basri Özdemir aslında fotoğrafa meraklı. Ankara Kızılcahamam’daki Kargasekmez mevkine gidince uzakta gördüğü çadırlar dikkatini çeker. Yaklaşır. Orman İşletme Müdürlüğüne çalışan gayrıresmi işçiler olduklarını öğrenir. Mangal kömürü ürettiklerini anlatırlar. Mangal kömürünün nasıl üretildiğini o zaman kadar görmeyi bırakın duymamıştır bile. Çok ilgisini çeker. Bir gün aralarında kalır. Toplam 80 aile var.Güvenlerini kazanır ve hikayelerini dinledikçe belgesel çekmeye karar verir. Tamamlandıktan sonra belgeselin temel teması sorulduğunda fedakarlığı öne çıkarır.

Bu insanlar Orman İşletme Müdürlüğünün denetiminde çalışarak hasta, çürümüş  ağaçları kesiyorlar, budama yapıyorlar. Kesici aletlerle çalışıldığı için ciddi yaralanmalar olabiliyor. Sosyal güvenceleri de yok. Hastanede senet yapıyorlarmış sonra  ödeyemezlerse icra geliyor.

Topladıkları odunları toruk dedikleri ocağa diziyorlar. Yani toruk mangal kömürünün piştiği ocağın ismi. 7-10 gün toruk çatımı sürüyor. Sonra topraklama işlemine geçiliyor. Sonbaharda dökülen yaprakları toplayıp toruk şeklinde çatılan odunların üzerine atıyorlar. Sonra hepsinin üstü toprakla örtülüyor. Ortasından ateşi salıyorsun. Esas zor olan bundan sonrası. Çocukları gibi gece başında bekliyorlar çünkü onların tabiriyle delinmemesi lazım. Bir sezon 6 ay sürese  5 ay gece gündüz çalışıyorlar. Ocağı tek başına bırakamıyorlar. Çocuk doğurup altı aydır ev hayatı görmemiş olanlar var.


Sabah altıda kalkıyorlar. Kahvaltı. Bulaşık yıkamaya bile fırsat yok. Doğru işe. Akşam yemeği sonrası tüm bulaşıklar yıkanıyor. Elektrik yok. TV yok. Gece kömür nöbeti var. Nöbetleşe. Kitap yok. Bir kız sıkıntıdan bir sürü ansiklopedi okudum diyor.  

Bazıları işleri bitince başka yere gidiyorlar. Göçebe hayatı. Çocukların öğretmenleri sürekli değişiyor. Yokluk boyu aşmış. Küçük çocuklara hemen çalıştıkları yerin yanında yer yapmışlar, orada oynuyorlar. Toruktan uzaklaştırsalar, bakacak kimse yok. 


BİR TRAJEDİ
Ocağı ateşledikten sonra 10 günde 3 defa falan açılıyor. Açılmak, hemen kapatılmasını gerektiren bir acil durum. Gece olabiliyor. Açılınca 3m çukur oluşuyor, dibinde alev topu var.

Seneler önce Maraşlı bir ailenin çocuğu babasını yormamak için uyandırmamış ve gece ocağa kendisi bakmak istemiş. Ayağı kayınca içine düşmüş. Aşağısı tam bir ateş kuyusu. Çıkamayıp feci şekilde can vermiş. Sesini bile duyurman mümkün değil ocağın dibinde. Baba sabah aramış her yeri, bulamamış.  Ocağı da bırakamıyor. Ayların emeği var. Açlıktan sefil olmak var. Bir ay daha yanıyor ocak. En son ocağı sökerken çocuğun iskelet kalıntıları ortaya çıkınca sinir krizleri geçirmişler. Büyük trajediler yaşanmış. Oğlunu yutan ocağı bir ay daha beslemek zorunda kaldığın bir yaşama katlanmak..! 

1 Mart 2017 Çarşamba

"Inside Nature's Giants" Belgesel Serisi (S3E1): - Deve anatomi ve fizyolojisi



İlk kez 2009 yılında Channel 4'de gösterilen müthiş bir İngiliz belgesel serisinden bahsedeceğim. Sonraları Amerikan PBS de yayınladı. Her bölümde bir başka cüsseli hayvan anatomik olarak teşrih edilerek (diseksiyon), yani açılarak çarpıcı özellikleri hakkında bilgi veriliyor. Programı Mark Evans isimli veteriner hekim sunuyor. Eşlik eden isimler ise komparatif anatomist Joy Reidenberg ve evrim biyologları Richard Dawkins ile Simon Watt. 2009-2012 arasında 4 sezon olarak çekildi. Toplamı 18 bölüm ediyor. İncelenen başlıca hayvanlar şunlar: 

Fil, Balina, Timsah, Zürafa, Köpekbalığı, Piton yılanı, Büyük kediler, Dev Mürekkep balığı, Kutup Ayısı, Deve, Dinozor Kuşu, Kaplumbağa, Yarış Atı, Babun, Hipopotam, ve Kanguru. 

Bu seriye bayılıyorum, seyretmediğim çok az bölümü kaldı. İleride tekrar etmeyi düşündüğüm nefis bir çalışma. İşte develerle ilgili bölümde aldığım notlar.









Mürekkep Balığı   Kutup Ayısı

DEVE - S3E1 (2011)

Develer 500 kg’dan ağır çeker. Yarım ton civarı yani. Tek damla su içmeden 6 ay yaşayabilir. Sanıldığı gibi Arap yarımadasıyla sınırlı değiller. Mesela Avustralya’da 1 milyonu aşkın deve var. Hatta sayıları o kadar artmış ki devlet artık bunları belli aralıklarla itlaf ediyor. Develer tek seferde kendi ağırlığının 1/3’ü kadar su içebilir. Avustralya’da çok işe yararlar, hatta Avustralya deve sırtında inşa edildi demek yanlış olmaz. Belli bir noktadan sonra ihtiyaç kalmayınca serbest bırakılmışlar. Çölde serbest çok deve var şu anda.  Deve, Avustralya topraklarında introduced species sayılıyor. Yani yerli değil, sonradan getirilmiş. İzole coğrafyalarda yeni bir türün getirilmesi çok tehlikeli. Mesela Avustralya’ya tavşan getirilmesi sonucu da işler kontrolden çıkmış. Yerli türlerden bazıları yok olma noktasına gelmiş ve tavşan sayısı çok artmış. Denge bozuluyor ve tabiat binlerce yılda kurduğu hassas dengeyi bu müdahaleye karşı korumakta zorlanıyor. Yine dingo’nun Avustralya’ya getirilmesiyle Tasmanian wolf nesli tükenmiş. Avustralya’da Abu Dhabi prensinin kurdurttuğu bir Camel Research center var.

OTURMA ŞEKLİ

Diseksiyona arap usulü başlanıyor. Hayvan oturur pozisyonda. İlk dikkati çeken sternum’daki pedestal (heykel kaidesi) adı verilen callous (sertleşmiş doku) üzerine oturması. Fakat sternum boydan boya yere değmiyor. Arka tarafta bir boşluk kalıyor kavisten dolayı. Burada hava dolaşımı meydana gelerek hayvanı serinleten bir mekanizma olarak iş görüyor. Bunun bir başka faydası da toprağın çok sıcak olduğu zamanlarda otururken temas noktasının azaltılmış olması. Evrimsel adaptasyon. 

Develer huysuz olarak biliniyor.
Tek hörgüçlü (Arabian) dromedary (hecin devesi), çift hörgüçlü (Central Asian) deve Bactrian olarak isimlendiriliyor. Yandan baktığında tekte “D” harfi, çiftte “B” harfi gözüküyor. Develerin derileri çok kalın.

HÖRGÜÇ
Hörgüç en önemli özelliklerinden biri. Burada besin ya da su depo edilmez. İnsan ve diğer hayvanlarda yağ tüm vücuda yayılır. Oysa develerde yağ dokunun toplandığı özel bir yer vardır. İşte buraya hörgüç denir ve dışarıdan kambur olarak gözükür. Oysa içinde ne besin ne kemik yoktur. Ayrıca yağ doku ısıyı tutar. Vücudun genelindeki yağ dokunun burada toplanması hayati organların daha serin tutulmasını sağlar. Bir başka faydası da sırtta kalın bir tabaka olarak güneşe karşı koruma sağlamasıdır.

KÖKEN
Köken olarak 50 milyon önce Kuzey Amerika'dan çıktıkları biliniyor. Güney Amerika’ya iniyorlar. Burada lama, alpaca, vicuna gibi çeşitlere ayrılıyorlar. Kuzey Amerika’dakilerin bir kısmı da Bering üzerinden Asya’ya yayılır.

DEVE ISIRIĞI
Deve yarışları düzenleniyor Avustralya’da. Özel camel jockeys var. Kementle ehlileştirilmeleri atlardakine benziyor. Çifte atıyor. Dişleri kuvvetli, ısırığı öldürücü olabilir. Bazen aralarında kavga edip birbirlerini dişleriyle öldürebilirler. Karın altı hassas, dokunduğunda hemen çifte reaksiyonu verir. Dizlerde deri daha kalınlaşmış, dizlik var gibi görünüyor.

PAPILLAE
İntraoral yanak kısmı ilginç. Kocaman dikensi yapılar var: papillae. Besin defalarca çiğnendiği için bu sırada dışarı kaçmamasına hizmet eder diyorlar. İşlevsel olarak balinalardaki baleen plates (humpback whale mesela) gibi geldi bana.

DULLA

Üst dudak yarıklı. Tek hörgüçlülerde rotting yani çiftleşme mevsiminde yumuşak damak kökenli dulla denilen bir yapı var. Normalde sönük bir balon gibi ama bu dönem şişiyor ve ağızdan ikinci bir dil gibi sarkar. Genelde köpük de eşlik eder. Dişileri çeker. Bir çeşit inflatable sack. Aslında Hooded seal’da da buna benzer bir durum var. Nazal mukoza şişerek burundan dışarı çıkıyor. Hem iletişim hem gözdağı hem de üreme konusunda işlevi var.

Deve sürekli kendi ağzına kusarak yemeği tekrar tekrar çiğner. Rahatsız edildiğinde hemen tükürmesi bunları da kapsayabilir. Aslında develer dev bir recycling sistemine sahip diyebiliriz.

EXPLOSIVE HEAT DEATH
Çölde terledikçe kaybedilen su yerine konamazsa kanınız da su kaybederek akışkanlığını gittikçe kaybediyor ve sonu ölüme kadar gidebiliyor. Buna explosive heat death denir. Develer su kaybını asgarileştiren mekanizmalarıyla bu durumdan çok az etkilenir.

KAN
İnsan ve pek çok memelide  eritrositler içe basık disk şeklinde. Hipo- ya da hiper-osmotik ortamlarda şişebiliyor ya da büzüşebliyorlar. Bunun sonucu içerikleri dışarı saçılabiliyor, ya da tıkanma meydana gelebiliyor ve işlevlerini kaybedebiliyorlar. Develerde eritrositler smaller, flatter and more oval.

KALIN BAĞIRSAK

Develerde kalın bağırsak aşırı uzun. Bu adaptasyonun sebebi de suyun geri emiliminin daha etkin yapılabilmesi.

BURUN KONKALARI (turbinates)

Devede konkalar büyük ve nemli yüzey alanları fazla. Burundan hava çekildiğinde nem buharlaşır, konhaları kaplayan damarları soğutur. Bu soğumuş kan, beyne sıcak kan taşıyan damarın etrafında rete yani bir ağsı yapı oluşturarak beyne ulaşmadan sıcaklığı düşürülerek beyin fazla ısınmaktan korunmuş olur. Bilgisayarda CPU’nun korunması gibi bir mekanizma.

MESANE
Develerde mesane insandakinden bile ufak. Su deve fizyolojisinde çok kıymetli ve çarçur etmemek için her türlü anatomik ve fizyolojik adaptasyonu sergiliyor. O derece ki sinekten su çıkartmak diye bir tabir kullanılabilir bence. Tam bir recycling mucizesi. Üç gün su içmedikten sonra bir seferde 100 litreden fazla su içebilir.

AYAK
İki toe ventralinde pad dokuları var. Shock-absorber olarak görev yapıyorlar. Ayrıca tendonları çok güçlü. Bu sayede kasların yükü azalıyor ki bu da enerji tasarrufu ve daha az sıcaklık ortaya çıkması anlamına geliyor. Mesela aşil tendonları çok güçlü.


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...