6 Mart 2017 Pazartesi

Jon Henrik Fjällgren - İsveçli bir Halk Ozanı


Jon Henrik’i ilk kez bir İsveç TV kanalındaki Sweden’s Got Talent (Talang Sverige 2014) şarkı yarışmasında izledim. Sahneye yerel kıyafetleri içinde bir Sami genci çıktı. Jüri fazla bir beklentisi olmadığını belli eder gibiydi. Sakin bir ifadeyle kazada vefat eden bir arkadaşı için Sami dilinde bir ağıtı seslendireceğini söyledi. Daha ağıtın başında “Ey ya noyo na noyo” kelimelerini  ve eşlik eden melodiyi duyar duymaz tüylerim diken diken oldu. Tarif etmesi zor bir his akışı yaşadım.  Nasıl anlatayım, sanki kaybettiğim pek çok değerli şeye hiç ummadığım bir anda kavuşmuşum gibi bir ferahlama hissiydi. Bazen oluyor böyle şeyler. Şarkının sonunda jürinin gözlerinden akan yaşlar ve yüzlerindeki hayranlık ifadesi, Jon’un yarışmayı kazanacağını daha o zamandan belli ediyordu.


Tabii bu müthiş genci takibime aldım. Performanslarını Youtube’dan defalarca seyrettim. Hayatını araştırdım. İlk dinlediğim ağıtın Daniels’s Joik olduğunu öğrendim. Zaten “Joik” Sami dilinde ağıtlara verilen isimmiş. Kolombiya’da yetim kalan Jon, İsveçli bir Sami ailesi tarafından evlat edinilerek İsveç’e geliyor. Burada bir yandan müzikle ilgileniyor bir yandan da ren geyiği çobanlığı yapıyor. Yarışmadan kazandığı parayla 2014 yılında bir albüm çıkardı: Goeksegh. Albümü son aylarda hem Ipod shuffle’da hem de evde fırsat buldukça dinliyorum ve kısa yoldan bir doz huzur buluyorum.   

4 Mart 2017 Cumartesi

Virüs Gezegeni - A Planet of Viruses (2015)



Virüs Gezegeni kitabının ikinci baskısı Chicago Üniversitesi Yayınlarından 2015 yılında çıktı. Ayrıntıya girmeden viroloji tarihi ve günümüz salgınlarını özetlemesinin yanında, esas olarak virüslerin ne oldukları ve hem dünyamız hem de insanlar açısından önemleri gayet anlaşılır şekilde ortaya konmuş.

Yazar Carl Zimmer New York Times gazetesinde köşe sahibi, NG ve diğer pek çok dergiye de katkıda bulunuyor. 2015 yılı itibariyle 13 kitabı var. Yale Üniversitesinde bilim ve çevre konusunda yazı yazma dersleri veriyor.

Özetle viroloji tarihiyle giriş yaptıktan sonra virüslerin her yerde ve her şartta varolabilen milyonlarca çeşide sahip mikroorganizmalar olduğunun altı çiziliyor. Ebola, kuş gribi, domuz gribi, AIDS gibi virüslerin kökeni ve yayılışı anlatılıyor. Okudukça anlaşılıyor ki adeta virüslerin hakim olduğu bir gezegende yaşıyoruz. Soluk alıp verirken bile bir yandan virüsleri alıp veriyoruz. Reasortman denilen “viral çiftleşme” konusu kolayca anlaşılıyor. Buna göre şu andaki virüslere insan adapte olmuş durumda ama virüsler sürekli bu sistemi hackleyecek yollar bulmaya çalışıyorlar. Reasortman şeklindeki genetik madde alış-verişiyle daha güçlü nesiller ya da silahlar yaratmak için adeta deneme-yanılma yöntemiyle çalışan bir bilim adamı gibi didinip duruyorlar. Normalde domuzdan domuza geçemeyecek bir virüs, farklı bir virüsten ya da canlıdan alıp denediği yeni bir gen sayesinde güçlenip bunu başarabiliyor. Sonra bir başka anahtar kod yaratarak insana da geçmenin bir yolunu bulabiliyor. Reasortman yoluyla gen değiş-tokuşunu virüsler arası okey oyununa da benzetebiliriz. Sürekli taş deneyerek daha kolay sağ kalabilecekleri bir tamamlanma süreci olarak bakılabilir bu duruma. Mesela 2009 domuz gribi tam da böyle bir salgın. 250.000 insanın canını aldı.

Antibiyotiklerin aşırı kullanılmasıyla direnç oluşumlarına karşı bakteriyofaj virüslerin yine gündeme gelmeye başladığına değiniliyor. Mesela bir litre deniz suyunda yüz milyar virüs yaşadığını öğreniyoruz. Daha da ilginci dünyadaki fotosentezin %10’u viral genler sayesinde gerçekleşiyor. Bu da aldığımız her 10 nefesten birinin virüslerin doğrudan ya da dolaylı üretimi olduğu demek.
Aslında insan gibi tüm canlı organizmaların genetik materyalinin, milyonlarca yıldır anlamlı ve işler bir organizma oluşturabilecek şekilde virüslerle inşa edilmiş olabileceği fikri artık deli saçması gibi gelmiyor. Aslnda biz ve onlar yok, sadece sürekli bir DNA değiş-tokuşu ve birbirine karışma söz konusu. Virüsler ne düşmanımız ne de dostumuz, birlikte yaşamanın yollarını bulmamız gereken dünyanın vazgeçilmezlerinden birisi .

Bu konulara ilgisi olanlara tavsiye ederim. Türkçe’ye de çevrilmiş.  

SAVAŞ OYUNLARI (WAR GAMES) (1983)

“...Shall we play a game?”

Video kaset çılgınlığının Türkiye’de hız kazanmaya başladığı yıllarda sevimsiz karton muhafazalar içinde satılan kasetlere alışmış bir çocuk olarak, rafta daha önce olmayan, rengarenk resimlere sahip bir kaç kaset kutusu acayip ilgimi çekmişti. Hemen elime alıp incelemeye başladım. Plastik bir kaptı ama dış kısmı naylonla sarılmıştı ve plastikle şeffaf naylon arasına filmin resmi ve hakkındaki bilgileri içeren süslü bir insert (kapak) yerleştirilmişti. Warner Bros firmasına ait WB logosunu taşıyan bu filmlerin etkileyici kutuları çok hoşuma gitmişti doğrusu. İlk partide sanırım 8-10 tane gelmişti. Ve bu gelenler arasında neler yoktu ki: Beter Böcek (Beetle Juice), Sevimli Aile Tatilde (National Lampoon’s Vacation), veeee...Savaş Oyunları..! (War Games).

Bir kere kapaktaki resim inanılmazdı. Ben yaşlarda bir çocuk (Matthew Broderick) bilgisayarın karşısında bir şeyler oynuyordu. Üstelik yanında da çok güzel bir kız vardı (Ally Sheedy). E ben daha ne isterim  ki bu dünyada deyip hemen kaseti kiraladım. Eve giden yokuşu hızla çıktım. Salona geçtim,  perdeleri sımsıkı kapattım, ve kasedi videoya koyup, televizyonun karşısındaki koltuğa zıpladım. Tüh yahu heyecandan kola almayı unuttuk diye kendi kendime söylendikten sonra mutfaktan kolamı doldurup geldim ve tekrar yerime yerleştim.

Her film benim dış dünyayla bağlarımı bir süre koparır, hatta bazılarını seyrettikten sonra uzun süre geri dönemediğim çok olmuştur ve hala da olur. İçimden bir ses uzun süre etkisinden çıkamayacağım filmlerden biri ile karşı karşıya olduğumu söylüyordu. Açılışta yeni çıkacak filmlerin fragmanlarını seyrettikten sonra nihayet sıra Savaş Oyunlarına geldi. Film bir savunma üssüyle açılıyordu. 10-15 dakika boyunca üsteki bir karışıklığın verilmesinin ardından film benim için esas olarak başladı.
Başroldeki karakterin ismi David Lightman’dı. Matthew Broderick inanılmaz bir oyun çıkarıyordu. Yanında da güzeller güzeli Ally Sheedy ona eşlik ediyordu. Profesör Falken ile General de rollerine çok uygundu. Filmin ana teması bilgisayar oyunlarına meraklı bir gencin, henüz çıkmamış bir kaç yeni oyuna ulaşmaya çalışırken  ABD Hava Kuvvetleri bilgisayarlarına girip Rusya’ya karşı füze fırlatma sistemini (WOPR) harekete geçirmesi üzerine kuruluydu.

Filmin içinde bilhassa Lightman’ın “Galaga” oyununu bitirip okula yetiştiği, kütüphanede şifreyi çözmek için araştırma yaptığı, okulun bilgisayarına girip notlarını değiştirdiği, bir de Jennifer’ın (Ally Sheedy) koşarak Lightman’ın evine gittiği sahneler favorimdi. Elbette sınıftaki “aseksül üreme” esprisini de hatırlamazsak olmaz J.

Modem kavramı ile ilk tanışmam da sanırım bu film aracılığıyla olmuştu. DefCon lafı da o günlerde dilime pelesenk olmuş laflardan biriydi. Şifreyi çözme çalışmaları sırasında Lightman iki arkadaşını ziyaret ediyordu. Bu iki karaktere baktığımızda bilhassa birisinde “geek” lafının tam bir tanımını görür gibi olursunuz.

Film bittikten sonra bir şeyler atıştırıp hemen tekrar izlemiştim. Sonrada defalarca yeniden kiraladım. Hala seyretmekten zevk aldığım filmlerden birisi. Artık eski bir arkadaşım gibi oldu David Lightman ve bu inanılmaz macerası. Matthew Broderick ve Ally Sheedy’yi bu filmden sonra takip etmeye çalıştım. İkisi de nefis filmlerle kariyerlerine devam ediyorlar. Filmin benim üzerimdeki izlerinden birisi de o zamanlar dünyada meydana gelen UFO olaylarını “Bilinmeyen” dergisinden ve çeşitli kitaplardan toplayıp dosyalayabileceğim küçük bir basic programı kodlayıp (aslında bu konuda çok beceriksizimdir hala hayret ederim o zaman nasıl yaptığıma), şifre olarak “Joshua” kelimesini tercih etmemdi.


Lightman’ın kullandığı bilgisayarı gidip bilgisayarcılara sorduğumu bile hatırlıyorum. IMSAI diye bir markası vardı. O zamanlar bilgisayarcılara bayağı kızmış, içimden “bunlar daha IMSAI’yi duymamışlar bile, ohoooooo...” diye söyleniyordum.

Yönetmen koltuğunda John Badham var. “Bird on a Wire” bu yönetmenin diğer bir sevdiğim filmidir. Filmin OST’si de bence başarılıydı. Hele “Beepers” diye bir şarkı vardır ki, Lightman okula gitmeden önce kafe’deki arcade makinasında “Galaga” oyununu oynarken çalar (O da dönemin nefis bir shoot’em-up oyunudur). Hala dinlemeye doyamadığım soundtrack’lerin ve “geek song” ların başındadır.

2008’de “War Games II” adında bir film gösterime girdi. Bu gibi durumlarda önyargılı yaklaşmam ama bence ismi farklı olmalıydı çünkü 1983 yılının efsanevi filmi ile aralarında hiç bir benzerlik yoktu.

O zamanlar çocuk filmi diye küçümseyenler çoktu, şimdilerde sinema klasikleri arasındaki yerini almış durumda.  War Games yeni bir çağın, yani dijital günlerin müjdecisi olan ilk filmlerden birisiydi ve bunu çok başarılı bir şekilde yaptı. Filmde Joshua’nın verdiği bir mesaj, hayatın pek çok alanına uygulanabilir nitelikteydi bence:

“A strange game. The only winning move is not to play.”

(Arşivden)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...