22 Mayıs 2019 Çarşamba
Why Reading Matters (Belgesel) (BBC)
Notlar
Rita Carter
The brain changes as it is not a natural thing to read and write.
Human brain was built for smelling, hearing but when faced with a new challenge, reading, it rearranged its existing parts.
Early humans discriminated animal tracks, wild animals, and primitive weapons. All required honing the visual skills.
Hippocampus works in knowing the space we are in. Cab drivers use it quite frequently. So hippocampus of Londn cab driwers were significantly larger than the ordinary people. So brain arranges itself according to the requirements. Reshapes, restructures itself.
A man of 60 age suddenly loses reading ability. He can read the letters but they don’t evoke a word or image in his mind. Just like looking at another language. The reason was a stroke.
Doctors searched for the responsible area in his brain by MRI.
Some patients, after stroke, looks at word yacht and sees it as food. No connection again.
A lot of areas of the brain were found to be involved in those studies. Not one big chunk. No reading center, but a highly complex network.
Because reading is not a normal human activity, parts of brain involved in reading also do other things.
Pronounciation is very hard in English. The brain builds a complex modification to itself as it learns a hard new language.
Brain accomodates with your intellectual skills just like muscles of a bodybuilderdo. In other words, use it or lose it.
Electroencephalograph – elektroankefalograf okunur
If the brain is intrigued by the meaning of a word, it sends out distinct electrical response. (400msecs after reading the word = N400)
If the grammar intrigues brain, sends out signals after 600msecs = P600 (that’s odd but it means something)
N400 brain signal : says “that doesn’t make any sense, nonsense” = Semantic error eg: “They thought so well of the hero that they printed him”
Brain response to syntatic errors and meaning error. These appear to be separate processes.
P600 response from brain: no violation of meaning
A test: examining response against sentences of different grammar and sense characteristics.
While reading normal sentence both in sense and grammar. Brain signals are baseline (saying that its normal)
“They thought so well of the hero that they candled him.” Demonstrated both N400 and P600
“They thought so well of the hero that they godded him” gives out fundamentally p600 effect. Message is: Grammatical issue at hand. Cause in this sentence shakespeare creates a verb from a noun.
So it seems, shakespeare used these odd different words every so often, in order to make the reader not relax for long. Thrwe oddball words now and hten to keeo the suspense.
Comment of the literature prof: this is like an evolutionary tool, the brain encountered many odd and strange situations during reading the shajespeare pieces, and subsequently evolves to overcome them, adapt to them, it primes the mind for difficulties, prepares mind to be able to take different pathways from the obvious or ordinary ones. So shakespeare literally electrifies the brain a lot. He frequently turns a noun into a verb.
Fictional works may indeed be the most energetic cerebral workouts.
Phrenology – Charlotte Bronte was curious about this craze of 19th century. Concocting characteristics of a person by the bumps in one’s head.
Reading brings about empathy, its not just reading or learning. Novels make you symphatize with other people.
Amygdala is thought to be heavily involved in emotions. But also play a role when you try to understand others’ emotions.
Dancing movements are controlled by motor cortex of brain. But even when we watch those action in other people, the same region fires up in us. Other people’s actions are mirrored in our own brains. Not only dancing and motorcortex; music, climbing, talking as well.
So our own brain does the things we watch as well. (Bara: interesting, think about horror movies)
Bara: Brain undergoes an evolutionary path and changes in Western civilization. Eg: first their brain get used to reading and formed itself accordingly, then came the others, in the 3rd world, people jump into the futher steps without completing the very first, reading. That may be causing new diseases and behavior pathologies.
Mirror neurons
When we read or see omeone scratching his head, involuntarly our hand aims to the same. Empathy in action.
Magnetoencephalography (MEG) is used for mapping out the active areas of brain while reading or watching. The action words (verbs) appear and disappear and together they form sentences. Meanwhile, they observe the areas firing up in your brain as the words go on. On the screen those areas light up.
Other people’s actions are mirrored in our brains to a certain degree.
Empathy in action: when a human grabs a banana, monkey tries to grab too.
The reader becomes the book and the book becomes the reader.
Humans – interdependent species.
Reading provides much more than mere transfer of knowledge. It muscles up the empathy network in brain.
Bara: Gene leap, genlerimiz büyük ölçüde grand parents ağırlıklı şekilleniyor olabilir mi? despite our parent? Quite interesting thought!!!
Reading gives us rehearsal stage. We edit, and rehearse events of real life in our brain.
There are also therapeutic book groups for people with psychological problems in England.
Reading is the best antidepressant for some.
Our neural circuits change as we read.
Bara: We face the structure of another brain when reading a book. So our brain tries to know it and pick some traits of it. Books are like brain maps of other people. We read them and evlve around htem as we read. We explore different opportunities and brain structures which we quickly adapt.
In 2005, 218 million books were bought in England.
30% rise since mid 1990s
Vox Pops = sokaktaki adamın görüşleri, man on the street interview, MOTS
Usually the interviewees are shown in public places, and supposed to be giving spontaneous opinions in a chance encounter — unrehearsed persons, not selected in any way
Some say video games give no empathy but some say they do. There is one thing certain, video games reduce reading rates among teenagers.
21 Mayıs 2019 Salı
"Animal Life": Hayvan Yaşamları (Kitap) (2008)
Çocukluğumdan beri hayvanlara meraklıyımdır. Önce kendini
yakın hissetme, yemek verme, sevme gibi davranışlarla kendini belli etti, hayvan - insan arkadaşlığını konu alan filmlere kitaplara daha fazla ilgi duymaya
başladım, sonra işin öğrenme boyutu da eklenince iyice zevkli bir hal aldı. Mesela çocukken Gelişim yayınlarından "Hayvanlar Ansiklopedisi" diye bir kaynak fasikül fasikül yayınlanırdı. Haftalıktı galiba. Bakkallara bile dağıtılırdı bu tip yayınlar o dönem, ben de koşa koşa gidip alırdım çizgiroman, dergi, ansiklopedileri. O zamanlar daha oyun bilgisayarları bile yoktu, yani bu yayınlar dünyayla tek bağımız gibiydi. Hayvanlar Ansiklopedisinin dili ağırdı ama özellikle resimlerine bayılırdım. Sonradan Frankfurt hayvanat bahçesinin de müdürlüğünü yapmış meşhur bir Alman zoolog olan Bernhard Grzimek'in eseri olduğunu öğrendim. Bir gün ondan da bahsetmek isterim.
Hayvanlar
alemi uçsuz bucaksız bir alan, her yeni bilgi kırıntısı yepyeni meraklar
uyandıran bir devasa bilim dalı. Hele işin içine fizyoloji, anatomi ya da etoloji gibi
dalları da dahil ettiğinizde karşınızdaki muazzam çeşitlilik hayran bırakıyor
ve bitmek bilmez bir öğrenme isteği doğuruyor.
Ülkemizde de hayvansever insanlar
var. Sayıları az değil. Fakat bunlarda bir eksiklik gözlemliyorum. Bakın bir olay üzerinden anlatacağım. Bir
sahil kasabasında yaşarken sabahları yürüyüş yapıyordum. Yolumun üstünde martılara ekmek atan
insanlar oluyordu. Onları gördükçe içimi bir mutluluk kaplar, yürüyüşüm daha
da keyifli olurdu. Sonra bu insanlarla konuşmaya başladım. Aralarında genci yaşlısı kadını adamı her türlü insan vardı. Hoşbeşten sonra konuyu ekmek attıkları
martıların farklarına getirdim. Bazılarının daha küçük, bazılarının sarı
gagalı, bazılarının siyah ayaklı, bazılarının lekeli kanatlı olduğunu ve farklı türler olup olmadığını
sordum. Hiçbirinden bir cevap alamadım. Hatta 30 küsur yıldır martıları
besliyorum diyen adam bile bir şey diyemedi.
Foto net'ten, karşılaştıklarımdan biri değil. |
Yanlarından ayrılıp daha ıssız kesimlere doğru yürürken
düşündüm. Sabahın köründe kalkıp martıları beslemeleri ne kadar saygıdeğer bir işti.
Kedi köpek besleyenler de çok vardı. Kesinlikle değerli bir davranıştı. Fakat bu sevginin niye bir merak yaratmadığını
sorguladım. 30 yıl martılara yemek vereceksin ve farklılıklarını merak
etmeyeceksin. İnternet çağında olmamıza karşın evinde bir bakmayacaksın. Bunların ayağı kırmızıyken diğerinin niye sarı diye belki
300 yıl devam etse 300 yıl merak etmeyecek. Evinde iki tuşa basıp öğrenme ihtiyacı duymayacak. Burada bir
eksiklik olmalıydı.
Belki de sadece martılarla ya da hayvanlarla ilgili bir durum
değil bu. Bilgiye yönelik merak konusunda bir zayıflığımız var. Böyle bir
geleneğimiz yok gibi gözüküyor. Oysa olmalı. Ülkede kaynak kitap sektörünün durumuna
baktığımızda kolayca görülebilecek bir toplumsal gerçeğimiz bu. Halbuki sevmek bir
başlangıç olmalı, bizi öğrenmeye götüren kutsal bir başlangıç. Sevdiğimiz
konular ne olursa olsun bilgi açlığı hissettirmeli. Öğrenmekten zevk alan
insanlara dönüştürmeli bizi. Sevgi bir köprü görevi görmeli, yakınlaştırmalı,
başkalaştırmalı, donatmalı bizleri.
Dünyada hayvanlarla ve başka bir çok konuyla ilgili ekip çalışması ürünü şahane kitaplardan çok var. Zaten bu
gevezeliğimin sebebi de bunlardan birinden haberdar etmek insanları. Kitabımızın ismi “Animal Life”. American Museum and Natural History’nin hazırladığı bu eser konuya
ilgi duyanlar için başucu kitabı olabilir. Roman gibi baştan sona da, ilginizi
çeken kısımları parça parça da okuyabilirsiniz. Yaşadığımız görsel çağa
uygun olarak nefis fotoğraflarla bezeli ve yazı kısmı tadında tutulmuş. Neredeyse
her sayfada ortalama 3-4 foto var. Süs kitabı kadar cazip görselleri olmasına karşın kısa ama öz metinleriyle bir kaynak kitap. Hiç sıkılmadan sayfalarca okuyuveriyorsunuz.
Charlotte Uhlenbroek |
"Animal Life" kitabının ilk edisyonu 2008 yılında çıktı. Baş Editör Charlotte Uhlenbroek. Bir zoolog. Dünyanın dört yanında hayvanlarla ilgili projelerde görev almış bir isim. BBC'nin efsane Natural History Unit kısmında yıllarca belgesel hazırladı ve sundu. Yığınla belgeseli ve kitapları var. Kendini TV'den geri çekmeden önce bayrağı Attenborough'dan alacak diye yazılıyordu.
İşin taksonomisinden (sınıflandırma) başlıyor, evrim, anatomi,
davranış, üreme, avlanma gibi pek çok ana konuda yüzlerce hayvandan örnekler
veriyor. Toplamda 500 küsur sayfa.
Fotoğraf yönünden alabildiğine zengin olmasının yanında
ilüstrasyonlar, şemalar, bilgi kutucukları, tablolar ve diyagramlarla anlamayı kolaylaştıran bir
ekip çalışmasının ürünü. Bazen sayfalarca yazının anlatamadığını bir şema hemen
anlamanızı sağlayabiliyor.100 tane belgesel seyretseniz alamayacağınız teorik bilgi
derli toplu bir şekilde verilmiş.
Sadece yetişkinler için değil, çocuklar ya da gençler için
de değerli bir çalışma. Okullardaki biyoloji kitapları diğer derslerde olduğu
gibi insanı biyolojiden soğutacak kadar berbat. Öğretmenlerin çoğunun ruhsuzluğunu söylemeye bile gerek yok. Zoolojiye ilgi duyan,
hayvanları seven çocukları işin farklı bir boyutuyla tanıştırması açısından da
bu tarz kitaplar çok faydalı. Belki bir çocuğun hayatta ne yapmak istediğine
karar vermesine, yaşamını düzenlemesine, anlam katmasına yardımcı olabilir. Hala tekrar tekrar karıştırıyorsam, çocukken elime geçse herhalde Kur'an hatmedenler gibi
ezberlerdim böyle bir kitabı. Aslında buna benzer çok kitap var ve bu sadece
birisi. Hepsini temsilen burada yer vermek istedim. Artık blogda yavaş yavaş kitaplardan bahsetme zamanı da geldi.
Çinlilerin 2014 yılında çevirdiği bu kitabın Türkçesi yok. Daha da kötüsü bu konuda benim bildiğim doğru dürüst tek bir Türkçe kitap yok..! Dolayısıyla bir kez daha tekrarlayalım. Dil öğrenin arkadaşlar. Türkçe'yi korumak ayrıdır, Türkçe'ye hapsolmak ayrı. Turiste yol tarif etmek, gezilerinizde anlaşabilmek, kız tavlayabilmek ya da daha kolay iş bulabilmek için değil, öncelikle yaşamınızı uygarlaştırmak ve bilgiyle donatmak için, sevdiğiniz alanlarda kendinizi geliştirebilmek için, eleştirel bir bakış kazanabilmek için, dilin düşüncelerinize bulaştırdığı zihniyetlerden kurtulabilmek için, medeni dünyanın konuştuklarından geri kalmamak için dil öğrenmek zorundasınız. Geçmişimizle övünüp duruyoruz ama anadiliyle yetinebilecek kalitede işler ortaya koyabilmiş bir milletin çocukları değiliz ne yazık ki. Böyle söyleyince aklıma Bedri Rahmi Eyüboğlu geldi. O unutulmaz şiirindeki gibi 3 tane olmasa da bir tane bilmeye, hem de çok iyi bilmeye mecbursun genç kardeşim. Sırası gelmişken o acı gerçeği ifade eden şiirinin son kısmını da buraya alıntılayalım:
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin
En azından üç dil
Çünkü sen ne tarih ne coğrafya
Ne şu ne busun
Oğlum Mernuş
Sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun.
Bedri Rahmi Eyüboğlu
Charlotte Uhlenbroek'in sunuş yazısı, bu tanıtımın kapanış cümleleri olsun. Hayvanlarla ilgili bir şeyler öğrenmek isteyen herkese bu kitabı tavsiye ederim.
“This book reflects the extraordinary body of work carried
out by biologists who have devoted years, often whole lifetimes, to the patient
observation of animals in the field and in the lab and to designing ingenious
experiments to learn why animals behave in the ways they do. Some species have
been very well studied and we know an extraordinary amount of detail about their behavior; others are barely known
and as yet we only have tantalizing glimpses into their lives.
Written by a team of respected biologists and illustrated
with fantastic photography that jumps off the page at you, this book really puts the “life” into wildlife. The great biologist
E.O. Wilson said, “Once you know an animal’s behavior… you
know its essence.” I hope that this book helps capture the essence of animal life on this planet and makes us ever more
determined and equipped to protect it.”
http://www.kolbykirk.com/news/2008/09/22/first-look-animal-life-by-charlotte-uhlenbroek/ |
http://www.kolbykirk.com/news/2008/09/22/first-look-animal-life-by-charlotte-uhlenbroek/ |
Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.
17 Mayıs 2019 Cuma
Odd Man Out (Ölümden Kuvvetli) (1947)
“This story is told against a background of political unrest
in a city of Northern Ireland. It is not
concerned with the struggle between the law and an ilegal organisation but only
with the conflict in the hearts of the
people when they become unexpectedly involved”
Filmin başındaki yazı
İrlanda'nın bağımsızlığı için mücadele eden beş kişilik bir grup siyasi davalarına ve
mağdurlara para desteği bulabilmek için mecburen bir soygun planlar. İşler ters gidince
ekip, yaralı liderleri Johnny McQueen’i (James Mason) almadan gitmek zorunda kalır. Film
adamın tek başına sokaklarda kendini kurtarmaya çalışırken karşılaştıkları
ekseninde ilerliyor.
Carol Reed filmi. Etkileyici bir film noir sinematografisi hakim. Siyah beyaz. Belfast sokakları, sisler, izbe köşeler, endişeli bakışlar, koşuşan karaltılar, gezinen gölgeler.
"Ölümden Kuvvetli" abuk sabuk bir Türkçe çeviri, ölüm lafının daha çok ilgi çektiği düşünülüyor herhalde film isimlerinde. "Odd Man Out" tek başına bırakılmışlığı, dışlanmışlığı ifade ediyor. Film boyunca "terk edilmiş" Johnny şehrin kendi küçük dünyalarına çekilmiş insanlarıyla karşılaşıyor ve hiçbiri kendini riske atmıyor. Hatta bu durum daha filmin başında arabadan düştüğünde örgüt arkadaşlarının bile kendilerini riske atmamasıyla çarpıcı bir şekilde kendini belli ediyor. "Düşenin" dostu olmuyor. Dışarıda kalmış bir adamın çaresizliği ekrandan çığlık atıp duruyor. Kimse duymuyor.
“The Fugitive”
diye bir film vardı biliyorsunuz. Orada kaçak adamın kendini kurtarma hikayesi
gerilim ve macera odaklı veriliyordu. Burada ise daha ilginç ve sıradışı bir
yol seçmişler. Girişte çıkan yazıda belirtildiği gibi adamın kurtuluş macerasından ziyade karşılaştığı karakterlerin
hayatları ve ona karşı yaklaşımları merkeze alınmış. Kaçağı bir prob gibi
kullanarak toplumun öncelikleri ve iki yüzlü ahlakı ekrana yansıtılmaya
çalışılmış. Bence harika bir fikir ama senaryo bu amacı besleyecek kadar zengin
yazılamamış ne yazık ki. Oysa biraz daha usta bir kalemden çıksa mükemmel bir
film olabilirmiş izlenimi verdi. Bu haliyle dahi kendini düşündürerek
seyrettiren çok kaliteli bir iş ortaya çıkmış.
Filmin başında İrlandalı örgütün şefi Johnny McQueen’in
tespiti politik göndermelere de sahipti:
“In prison you have time to think. If only we could throw the guns away,
make our cause in the parliaments.”
Bir devlet insanlara hakkını arayabileceği bir adalet
sistemi sunmak zorunda. İnsanları seçeneksiz bırakıp sonra da bize isyan
ettiler diye suçlayamazsınız. Büyük Yaşar Kemal'in tabiriyle "İnce Memed" benzeri “mecbur insanlar” yaratıp sonra bunları canavarlaştıran hiçbir
toplumun feraha çıkamadığına her gün bir kez daha şahit oluyoruz.
Bir sahnede diğer iki soyguncuya evini açan bir yaşlı kadın var.
Görseniz kucaklaşmalar falan bunları pek iyi karşılıyor. Sonra yan odaya
geçince karının yüzü değişiyor, yılanlaşıyor, polisin
gözüne girebilmek için telefon açıp onları ihbar ediyor. Aynı yüzsüzlükle
polis geliyormuş hemen kaçmanız lazım deyip kapının önünde bekleyen polislere
kurşunlatıyor. Sonra da komiseri eve alıp konuşuyorlar. İşte o sahnede ikisini buzlu
camın ardındaki karaltılar olarak gösteriyor kamera ve harika bir resim meydana
çıkıyor. Toplumun içinde pek yaygın olan riyakar insan tipinin iyi bir
portresiydi.
Buna karşın Johnny’yi evine götürüp bakan iki kadında (Rosie and Maudie sisters) toplumun nispeten aydınlık bir yüzünü görebiliyorsunuz. Gerçekçi bir bakış. Kocalarının
dırdırına karşın yapabilecekleri yardımı yapıp gönderiyorlar. Ellerinden geldiği kadar yardımlarını eksik etmiyorlar ama neticede evlerinde de tutmuyorlar.
Johnny bir bombardıman sığınağına kaçıp saklanıyor.
Oradayken bir genç çiftin konuşmalarına kulak misafiri olduğunda genç kesimin
çıkmazlarını dinlemiş oluyorsunuz. Belki de göremediğimiz bombalar atılıp
duruyor gençlerin üzerine. Düşünüyorsunuz.
Bana kalırsa Johnny’nin karşılaştığı insanlardan toplumun
çoğunluğunu temsil eden karakter arabacıydı diyebilirim. Söyledikleri günümüzde
TR’de yaşanan karanlığın başlıca mimarı olan iğrenç zihniyeti de aynen yansıtıyordu:
“I’m not for u or against u. But I cant afford to get mixed up in this”
Özet: Bana dokunmayan
yılan bin yaşasın.
İlerleyen sahnelerde aynı binada oturan ressam, doktor ve paragöz adamın eline düşüyor Johnny. Ressamın tek derdi adamın yüzündeki ifadeyi sanatıyla ölümsüzleştirmek, doktor'un derdi onu tedavi ederek bir başarı hikayesi oluşturmak, ödül peşindeki garibanın hedefi ise adamı en fazla para verecek olan tarafa teslim etmek ya da daha doğru bir tabirle "satmak". Tüm bu insanları görünce adamcağızın kimin özgürlüğü için savaştığını da sorgulamadan geçemiyorsunuz. "Bu alçaklar için değer miydi?" sorgusu yankılanıyor zihinlerde. Diğer yandan bu üçlünün sahneleri filmin genel akışında absürde taşarak biraz sırıtıyordu sanki.
Filmdeki polis karakteri “Sefiller”deki
“Javert” gibi derinleştirilebilirdi
fakat zayıf kalmış. Bir sahnede rahibe şöyle diyor:
“In my profession father, there is no good or bad. There is innocence
and guilt, thats all”
Vicdanını günün kanunlarına indirgemek çoğu insanın başvurduğu bir kolaycılık. Hatta korkaklık. Böylece hem başın derde girmiyor hem de ne toplumun ne devletin tepkisini çekmemiş oluyorsun. Her şeyi kanunlara yükleyerek sorumluluktan kurtuluyor ve kendi kendini doğru olanı yapmış sayarak aklıyorsun. Oysa bariz durumlar dışında kanunlar adaleti temsil etmekten o kadar uzak ki. Hele TR'de.
Yıllar önce bir gece polis kapıyı çalmıştı. Birinci kattaydık. Evde de asker kaçağı bir arkadaşım vardı, göz deliğinden polisleri görünce hemen gidip uyandırdım ve arka pencereden kaçırdım. Polisler niye geç açtın falan dediler ama yapacakları bir şey yoktu tabii. İşin komiği meğer bizden önce dairede kalan biri için gelmişler, boşuna heyecanlanmışız. Sonradan çok gülmüştük. Bir başka olayda da İzmir'de daireme giren iki hırsız yakaladım. Üstelik ikisi de kadındı, çingene. Bir daha yakalarsam teslim ederim diye korkuttum ama serbest bıraktım. TR'de hukuka da emniyete de güvenmiyorum. Vicdanım daha değerli benim için.
Filmin ana karakterlerinden birisi de Kathleen adındaki kadındı. Her şeyden bağımsız olarak adamı düşünen tek insan oydu. Lukey isimli örgütten arkadaşının da ciddi yardımı oldu ama o daha ideolojik bazlı bir destek gibi geldi bana. Kathleen ise Johnny’ye aşıktı ve polisten önce bulup kaçırmak istiyordu. Aslında sistem içinde kendisine biçilmiş rolün hakkını vermekten başka bir şey düşünmeyen ve toplumun riyakarlığının bir parçası olmuş rahibin beş para etmez öğütlerine kadının cevabı yine not düşülmesi gereken samimi tespitler içeriyordu:
Kathleen: “I only know what
I feel is stronger than my religion, stronger than myself”
Rahip: “Kathleen where s ur faith?”
Kathleen: “My faith is in my
love”
Film polisin de, rahibin de suçlunun da demir parmaklıkların aynı tarafında gösterildiği bir sahneyle son buluyor. Tüm karmaşa içinde bu ayrıntıyı yakaladığınızda zaten pek çok şey yerine oturuyor.
Dilerim inancını aklından ve vicdanından yoğuran bir insan olarak
yaşarsınız. Kanun, din, devlet, gelenek ya da toplum şahit gösterilerek dayatılan alçakça yargıların pençesinde şahsiyetsizleştirilmiş zavallılardan olmazsınız. Yoksa sizden ilk hesap soracak, o dilinizden düşürmediğiniz Allah'ınız olacak.
buzlu camın ardındaki karaltılar |
Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.
Etiketler:
Carol Reed,
Film,
İnceleme,
James Mason,
Kara Film,
Noir,
Odd Man Out,
Ölümden Kuvvetli
16 Mayıs 2019 Perşembe
Hostiles (Vahşiler) (2017) (Western Filmi)
Siz bu sorunun cevabını düşünürken ben kısaca filmi
özetleyeyim. Yeni tarihli bir Western. “3:10
to Yuma”dan sonra Christian Bale’in
rol aldığı ikinci kovboy filmi. Kızılderili şefini oynayan Wes Studi'yi burada da bahsettiğim (link) PBS kanalında yayınlanan Çeroki sürgünü belgeselinde yine bir kızılderiliyi canlandıran isim olarak hatırlıyorum. Yönetmen ve senarist Scott Cooper.
Yüzbaşı Joseph
Blocker (Christian Bale) kanser olan Cheyenne şefi Yellow Hawk (Wes Studi) ve ailesini onlardan nefret etse de sağ salim
kendi topraklarına götürmekle görevlendirilir. Yolculuk, herkesin hem
kendisiyle hem birbiriyle hesaplaştığı bir maceraya evrilir.
“If we are not regularly deeply
embarrassed by who we are, the journey to self-knowledge hasn’t begun.” Alain de Botton
Bu açıdan bir yol
filmi sayabiliriz ve her yolculukta olduğu gibi burada da karakterler ciddi
değişimlerden, hatta dönüşümlerden geçiyor. Yüzbaşı ve kızılderililer dışında diğer askerler ve ailesini yerlilerin katlettiği kadın da
bu başkalaşımdan payını fazlasıyla alıyor. Karşılıklı sorgulamalardan ziyade şahit oldukları olaylar, insanların kendini ve bulundukları tarafı sorgulamasına yol açıyor.
Beyazlar yerlilere “hostiles”
adını takmış. Kötü niyetli, düşmanca
davranan anlamında. Fakat yolculuk süresince tüm vicdanlı karakterler düşmanlık
ifade eden böyle bir sıfatın sadece bir ırka ya da gruba ait olamayacağına
şahitlik edip gerçekle yüzleşerek pişmanlıklarının ateşinde arınıyorlar.
Filmi seyrederken özellikle TR'de yaşadıklarım geçti aklımdan. İlişkilerinde aşırı bağlayıcı olan bir toplumuz. İster aile içinde olsun ister arkadaşlıklarda biraz çete mantığıyla hareket ediliyor. Yani yakın çevrendense ya da tanıdığınsa sürekli kollayacaksın, öveceksin, yanında duracaksın. Herkeste bir gruplaşma merakı, birbirine kayıtsız şartsız aptal aptal kefil olma durumu var. Bireyselliğe saygı duymayan bir toplumuz, ancak tek tip bir çoklaşmanın içinde kendimize güvenebiliyoruz. Kişisel gelişim yerlerde sürünüyor. Beklendiği gibi hareket etmezsen güvenilmez bir insansın. Çevrendekilere değil de aklına ve vicdanına sadık kalırsan yandın. Birden "hain" ilan edilmen, "rahatsızlık yaratan" bir "mikrop mayk" muamelesi görmen işten bile değil :) Siyasette yersizce sık sık kullanılan bu söylemin toplumun içinde de güçlü bir temeli var aslında.
Melankoli
Bir sahnede Yüzbaşı’nın en yakın arkadaşı Çavuş Thomas Metz melankoliden
yakınıyor ve konuşurken yüzünün yarısı karanlık çekilmiş. Bu sinematografiyi
görünce melankoliyi düşündüm. Belki melankoli ile depresyonun farkı bu. Depresyonda tamamen
karanlıktasın, melankolide hala aydınlık kalan, tutunduğun bir şeyler var. Kendini tam bırakmamışsın ama ilerlemek de beyhude geliyor. Susan Sontag melankoliyi şöyle tarif
ediyor: “Depression is melancholy
minus its charms.” Melankolinin tıbbi tarifleri de var ama sınıflamış olmak
için yapılmış gibiler. Zaten söz konusu
psikiyatri olduğunda tıbba kesinlikle güvenemeyiz. Nihayetinde, biraz romantik gözükse de benim en akla yakın bulduğum tanımı büyük Victor Hugo yapmış: “Melancholy is the happiness of being sad.” Bu tarife göre içinde bir miktar suçluluk hissi barındırması da muhtemel. Neyse çok uzayacak, bu konuya
ayrı bir başlık altında döneyim en iyisi. Belki de "Melancholy" filminde uzun uzun konuşmak zevkli olabilir.
melankoli |
"Ur spirit within me,
mine within u”.
Yine bir saldırı sırasında Yüzbaşı’nın kızılderilere çok
ihtiyacı olmasına karşın kelepçelerini çıkarmaması aslında kendi kafasındaki
kelepçeleri söküp atamayışının yansıması
olarak hoşuma giden bir detaydı.
Şefin beyaz kadına teşekkürünü duyar duymaz not aldım, o
kadar iyi bir kindness tarifiydi ki: “Thank
u for ur kindness. Ur spirit within me, mine within u”.
Derinlikli karakterlere sahip, oyunculukları başarılı, “intikam”
temasının ötesine geçebilen, şiddet içeren ama aksiyona yaslanmayan, klişeleri bir adım ileri taşıyabilen, revizyonist
bir son dönem Western örneği.
15 Mayıs 2019 Çarşamba
Dull Margaret (Grafik Roman): Broadbent ve Dix
Pieter Bruegel (baba)
fantastik öğelerin ağır bastığı, yoruma çağıran ilginç bir 16 yy ressamı. Burada birkaç kez bahsi geçmişti. Jim Broadbent yığınla filmini seyrettiğim bir aktör. Hele de Mike Leigh ile olan çalışmalarını
tekrar tekrar izlemekten bıkmam. ”Guardian”
epeydir hayatımda yer alan rafine
lezzetlerden birisi. TR’de çıkan 10 tane gazeteyi okuyacağınıza birkaç sayfa Guardian okuyun, seminere gitmiş gibi olursunuz her gün.
İyi güzel de niye Pieter
Bruegel, Jim Broadbent ve Guardian’dan
arka arkaya bahsettim?
2018’de çıkan bir
grafik roman üçünü bir araya getiriyor da ondan. Nasıl mı? Jim Broadbent Alzheimer olan annesine bakarken hem ailesinin yıllardır yaşadığı deniz kıyısındaki bölgeden hem de
Bruegel’in "Dulle Griet" tablosundan esinlenerek bir hikaye yazar, filme çekmek ister.
Prodüksiyon maliyetleri falan gözünü korkutunca grafik romana yönelir. Guardian’dan tanıyıp beğendiği Dix’e eposta atar ve süreç gelişerek
2018 yılında çalışmanın "Dull Margaret" ismiyle grafik roman olarak raflarda yerini almasıyla sonlanır.
Benzer bir yapım sürecini yine bir aktörün yazdığı “Indeh” (Ethan Hawke / Greg
Ruth) grafik romanında yaşadığımızı burayı takip edenler hatırlayacaktır (link).
Konu
Dull Margaret yılan balığı avlayıp satarak hayatını kazanan fakir
bir kadın. Kasabadan uzakta yıkık dökük bir barakada tek başına yaşıyor.
İtilip kakılan, sefalet içinde ama en önemlisi yalnız bir insan. En son pazara
gidişinde kendisine yapılan haksızlığın öfkesiyle büyü işlerine girip hiçbir
şeyin eskisi gibi olmayacağı bir sürecin fitilini ateşliyor.
Pieter Bruegel "Dulle Griet" |
Bruegel ve "Dulle Griet"
Tıpkı bir önceki yüzyıl eser vermiş Bosch gibi Pieter
Bruegel’i de bugünün korku sinemasının 16.yy'daki öncülerinden biri gibi
görürüm. Dönemin Hollanda’sında, hatta Avrupa’sında konulu resimlerin ana teması dini açıdan Kutsal
Kitap, örfi açıdansa genelde halk masalları ya da atasözleri oluyordu. Bruegel kalabalık insan manzaralarıyla, toplumunun öyküleri ve inanışlarını resmetmesinin yanında, dönemin dilini de yansıtıyor. Rastgele değil kompozisyonları, resimlerin her bir köşesi bir tiyatro sahnesi, bir deyimler sözlüğü sayfası gibi. Herhangi bir resmini saatlerce düşünüp, her bir figür ya da objeden yepyeni hikayelere yelken açabiliyorsunuz.
Grafik romana ilham kaynağı olan “Dulle Griet” tablosu (1563) “şirret
kadın” temasını merkezdeki zırhlı kadın ve etrafındaki kavga dövüş
içindeki diğer kadınlar üzerinden yansıtan bir resim olarak kabul ediliyor. O dönem Hollanda’sında “şirret kadınlara” cehennemde bile kimsenin
dokunmaya cesaret edemeyeceği söylenirmiş. Bruegel bu deyime örneklerle
doldurmuş tablosunu. "Yağma" unsuru adeta bir koltukta 4 karpuz taşır gibi yüklendiği ganimetlerle betimlenirken, bir açgözlülüğe de işaret ediyor gibi.
Grafik roman’daki yılan balığı açısından da bir bilgi vermek açıklayıcı olacaktır. O dönem yine şöyle bir atasözü varmış: “Kuyruğundan yakalanmış yılan balığı,
yarısı yakalanmamış yılan balığıdır”. Yani “erken sevinme sonra dövünme!” gibi bir anlamı
var. Bunu da ben uydurdum şimdi yazarken :) Dolayısıyla çizgiromana
baktığımızda başta kadının sepetindeki yılan balığını göz göre göre kaçırması
ve sonrasında yaşadıkları, bu atasözü bilindiğinde daha anlamlı gözüküyor.
Hikaye
Çetin Altan
insanoğlunun başında iki büyük bela var derdi. “Biri parasızlık diğeri de yalnızlık”.
Haklıydı. Artık fakirlikten konuşmak
TR’de tabu olsa da; herkes gezilerinden, yediklerinden, giydiklerinden bir kontes edasıyla bahsetse de, parasızlık çoğumuzun hayatına eli kırbaçlı bir efendi
gibi hükmetmeye devam ediyor. Canavarlar yok sayınca yok olmuyor. İşte bu albümde de evrenin bir köşesindeki zamansız
diyarlardan birinde, bu iki illetin pençesinde kıvranan insanlardan birinin
yaşadıklarına şahitlik ediyoruz. Yalnız bir kadın. Ne para ve ne de bir
arkadaş. Ne bir ses ne bir nefes. Yaşam zor. Yaşam saldırgan. Tek başına insan. Yolunu şaşırıyor kadıncağız sonunda. Ne
yapsın ki…
Hani peri masalları vardır ya, ben bu albümü bir “cadı masalı”na benzettim. Bir cadıya dönüşümün
öyküsünü buldum okurken. Tamamen dışlanmış hissettiğiniz noktada artık karşı
taraftaki en ufak bir iyiyi de gözünüz görmüyor ve dönüşüyorsunuz. Yılmaz Erdoğan “Ben senin
beni sevebilme ihtimalini sevdim” diyordu ya, “Toplumun iyi davranabilme ihtimaline yönelik umudunu kaybetmek” de
çok tehlikeli bir başkalaşımı tetikler. Artık herkes, her ilişki, yaşamın her
anı sizin için bir "tehdit" ve daha da ötesinde“intikam
mastürbasyonu” olur. Köleliğinin intikamını daha da zalim bir efendi olarak çıkarmak istersin. Poe’nun deyimiyle korkunç bir “maelstrom”a kapılmıştır insan ve kendini kurtarmak çok zordur. Yaşayan bilir.
Resimleme
Ürkütücü bir acayipliği var karakterlerin. İnsanlıktan
çıkmakla çıkmamak arasında kararsızlar, "araf'talar" sanki. Hem şekil hem de davranış olarak. Albüme çamur
ve yosun renklerinin bulamaçlaşmış silik ve soluk tonları hakim. Gökyüzü ve
deniz, mavinin griye komşu tonlarını paylaşıyor. İnsanların yüzlerinde en fazla ağızları belirgin. Tıpkı Bruegel’in
resmindeki cehennemin kapısında olduğu gibi. Dix’in farklı ilüstrasyonlarına
baktığımızda hikayeden çok bir çizim stili olarak genel bir tercih olduğu
anlaşılıyor. Deniz, başlarda kadının sırtındaki elbiseyle aynı renkte, "coğrafya kaderdir” diye diretir gibi
yapışmış kadına. Büyüden sonra ise kadının kırmızı bir elbise giymesiyle
çevresinden, kendi doğasından kopuşu veriliyor belki.
Okudukça daha başka çağrışımlarla da karşılaşıyorsunuz. Kimi kişisel kimi ortak. Yine albümün daha ilk sayfalarında bana hatırlattığı, yılan
balıklarının merkezi rolünün de etkisiyle, alegori’nin alasının yapıldığı “Teneke
Trampet” oldu.
Kafamda düşünceler uçuşturması hoşuma gitti. Biraz şiirsel biraz
fantastik biraz masalsı, koyu ve depresif bir grafik roman denemesi, bir "varolamazlık öyküsü", bir “cadı masalı”.
Dix'in çizgilerinde kapalı ya da küçük gözler ve yüzün en belirgin öğesi olarak "iri dişli büyük ağızlar" dikkat çekiyor. |
Dix |
Etiketler:
BD,
Bruegel,
Çizgiroman,
Dix,
Dulle Griet,
Fantagraphics,
Frankofon,
Grafik Roman,
inceleme,
Jim Broadbent,
Manga
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)