24 Eylül 2019 Salı

"Yapayalnız" - Chabouté: Çizgiroman İncelemesi


"Tout Seul" ya da "Alone": Yazan ve çizen Christophe Chabouté

“A la base, j'étais graphiste en freelance dans la pub. J'ai commencé par faire un album de BD dans mon coin, tout seul, juste pour voir si j'étais capable de le faire jusqu'au bout, si je pouvais tenir pendant un an sur un récit. Je l'ai fait, je l'ai mis dans un tiroir et j'ai continué à bosser dans la pub. Au bout d'un moment, je me suis décidé à l'envoyer à un éditeur, pour voir si ça pouvait marcher, si ça allait plaire. J'ai envoyé le manuscrit et ai été publié 15 jours après.”

Chabouté’nin çizgiromana nasıl başladınız sorusuna verdiği yanıt bile bu çizgiromanın yaratılış öyküsü hakkında ipuçları içeriyor.

“Başlangıçta bir barda freelance grafikerdim. Yapayalnız kendi köşemde bir albüm yapmaya giriştim, sonuna kadar sürdürebilir miyim, bir hikaye üzerinde bir sene boyunca çalışabilir miyim, denemek istedim. Sonunda yapabildim ve bitirdiğim ÇRı bir çekmeceye kaldırdıktan sonra barda çalışmaya devam ettim. Bir ara bir yayıncıya gönderip şansımı deneyeyim dedim, bakalım beğenecekler miydi. Gönderdikten 15 gün sonra yaptığım çizgiroman yayınlanmıştı”


Chabouté ilgiyle takip ettiğim 3-5 çizgiroman sanatçısından biri. Tanışıklığım epey eskiye dayanıyor, biri dışında Fransa'da yayınlanmış tüm albümlerini okudum. Geçen gün Hayalkahvem (link) “Yapayalnız çıkmış!” diye mesaj atınca birkaç yıl önce yazıp sonra rafa kaldırdığım ve unuttuğum bir yazıyı elden geçirip nihayet yayınlamaya karar verdim. Bu aralar fazla ÇR okumasam da bu konuda bir yazı Türkçe nette bulunsun.

Kısaca konusunu verelim. Yüzü deforme olduğu için ebeveynlerinin incinmesin diye kayalıklar üzerindeki bir deniz fenerinde insanlardan uzak tuttuğu orta yaşlarda bir adamın onların vefatından sonra sürdürdüğü rutin, sıradışı ve yapayalnız yaşam konu ediliyor. Öyle böyle bir yalnızlık değil ama. Kıskıvrak bir yalnızlık. Katıksız bir yalnızlık. Tercih edilmiş değil içine doğulmuş, kaskatı kesilip çakılakaldığın türden bir yalnızlık bu.

Geçen seferki yazıda (link) Chabouté’ye fazla yer ayırmamış, ÇRa odaklanmıştım. Bu sefer Christophe Chabouté’den de (Kristof Şabute) bahsedelim. Genç gösteriyor ama 1969 doğumlu. Evli. Île d'Oléron’da, yani Fransa’nın gözden uzak bir köşesinde, adada yaşıyor. Bir pub’da grafiker olarak çalışırken ÇR piyasasına girmiş ve hoşuna gidince devam etmiş. Her ne kadar kendisi söyleşilerden nefret etse de, röportajlarından anahtar kısımların derlemesiyle bu farklı ve “yapayalnız” çalışan çizgiromancıyı daha yakından tanıyalım:


Çizgiroman konusunda bir eğitiminiz var mı?
Birkaç yere devam ettim ama hiçbirini sonuna kadar götürmedim.

Niye hep hüzünlü, acıklı hikayeler anlatıyorsunuz?
Mutluluğu anlatmak zor. Çok isterdim ama henüz kendimi bu konuda yeterli görmüyorum

Albümlerinizde yazıya fazla başvurmuyorsunuz?
Çizgiroman hem yazıyı hem de resmi kullanmaya imkan tanıyor. Söylemeyi beceremediğimi resimle, resmetmeyi beceremediğimi de yazıyla vermeye çalışıyorum. Resim yetiyorsa, yazıyla kalabalık etmeye gerek görmüyorum.
Diğer yandan yazıları okurun kendi kafasında eklemesi belki de daha iyi bir şey olabilir. 350 sayfa hiç konuşma olmayan bir albüm yayınladığımda okurlar bana kendi kafalarında uydurdukları diyalogları söylemişlerdi. Bu şekilde okura yapacak bir şeyler bırakmayı seviyorum. Son tahlilde, resimle anlatmayı, yazıyla anlatmaktan daha çok sevdiğimi düşünüyorum.  
   
Çalışma metodunuz nasıl?
Aşamaları var. Önce senaryoyu büyük ölçüde bitiririm. Sonra albümün tamamının storyboard’unu hazırlarım. Sonra çizimler, sonra da çinileme gelir. Çinileme sürecinde genelde bir sonraki albümün çalışmaları da bir yandan başlamış olur. Tek çalıştığım için düzenli gitmem lazım. Ayrıca resimlemeye geçmeden hikayenin ne olacağı, nereye gideceği büyük oranda bellidir.

Hep tek başınıza çalışıyorsunuz. Başkalarıyla ortak projelerde yer almayı istemiyor musunuz?

Hayır. Başkalarıyla tutuk hissediyorum, özgür değilmişim gibi geliyor. Anlatacak kendi hikayelerim var ve bunlar olduğu sürece tek başıma devam edeceğim. Benim kendi kendime olmam lazım, o serbestliğe ihtiyacım var. Tabii yalnız olunca her işinizi kendiniz halletmek zorundasınız ve bu da bazı şeyleri öğrenmek zorunda kalmanıza neden oluyor.

Kimlerden etkilendiniz?
Siyah-beyaz çalışan çoğu ÇRcıdan. Pratt, Baru, Breccia, Comes, liste o kadar uzun ki. Ama ciddi bir etkisi oldu diyebileceğim birisi yok. Her şeyden beslenmeye çalışıyorum: sinema, fotoğraf, müzik. Her alandan alınacak bir şeyler var. Kendimi sadece ÇRla sınırlamak istemiyorum.

solda. Chassiron deniz feneri

Peki Chabouté, “Tout Seul” hakkında neler söylüyor:

Bu albümün çıkış noktası ne oldu?
Yaklaşık 10 yıl önce biri bir soru sormuştu: Issız bir adaya yanında hangi kitabı götürürsün? Cevap vermek için 10 yıl bekledim ve 376 sayfalık bir albümle yanıtlamış oldum. Uzun zamandır süreci devam eden bir çalışmaydı, bir sürü not birikti, hayal gücü ve yalnızlık konuları üzerinde kafa yordum. Zaten ben de ‘yapayalnız’ çalışan biriyim. Masamda, atölyemde, boş beyaz sayfalara karşı yapayalnızım. Yavaş yavaş biriktire biriktire deniz kıyısına taşınana kadar süreç devam etti ve o noktada belki de iyot kokusunun etkisiyle son halini aldı.

Aslında 400-500 sayfaya kadar kendime izin vermiştim ve gidişata göre karar verecektim. Neticede bir sözlüğün bu hikayedeki gibi bir rolü olduğunda ve böyle bir öykü anlattığınızda istediğiniz kadar uzatabilirsiniz ama 376 sayfada karar kıldım. Yoksa bıraksam 2000 sayfa bile çıkardı.

Peki bu projeye yayıncınız nasıl yaklaştı?
Hemen okeylediler. Vents d’Ouest ile çalışmak büyük şans, bana gerçekten güveniyorlar. Teknik sınırlamalar da vardı aslında, 400 sayfaya yakın bir albüm yaptığınızda fiyatı da ona göre oluyor. Benim isteğim küçük formatta olması ve insanların yatarken rahatça okuyabilecekleri ebatta çıkmasıydı.

Yapım aşamasında deniz fenerlerini ziyaret ettiniz mi?
Deniz fenerleriyle ilgili kitaplar okuyup o yaşamı öğrenmeye çalıştım. Hikaye açısından bu okumalar bir şey katmadı ama atmosfer konusunda yardımcı oldular. Model aldığım deniz feneri ise Chassiron feneri oldu. Zaten yaşadığım yerde olduğundan ziyarette zorlanmadım. Yalnız bu fener biraz içerde olduğu için maketini yaparak çizimlerde kullanacağım üç boyutlu modeli elde etmiş oldum. Ben de adada yaşadığım için deniz ve dalgaların insan üzerindeki etkisini çok iyi hissedebiliyorum.


"Tout Seul" Tiyatro Uyarlaması
“Yapayalnız” çizgiromanı 2014 yılında tiyatroya da uyarlandı. Düşük bütçeli bir prodüksiyondu ama ÇR uyarlamaları açısından bu denemeleri önemsiyorum. Projeyi sahneye koyan Nathalie Lhosta-Clos. Bir saate yakın süresi var.

Youtube’dan bakma fırsatım oldu. Bir eleştiri olarak müziklerde sadece tuba’nın kullanılmasını beğenmedim. Tuba bildiğin boru gibi bir sesi olan tamamlayıcı bir enstrüman. Bu kadar dokunaklı ve duygulara hitap eden bir eserde tuba’nın katkısının değil zararının olduğunu düşüyorum. Sesi duyulduğu anda atmosferi dağıtıyor ve kulak tırmalıyor.  Bir piyano ya da kemanın inceliği lazım bu temsile (link)


"İnsan bilmek isteyen bir canlıdır”
“Qu’est-ce qui vous ferait plaisir?
“Des images du monde.”

Geçtiğimiz aylarda Ahmet Arslan isimli felsefecinin konuşmalarını dinledim. Televizyonda lafı eğip bükmeden dürüstçe konuşabilen nadir insanlardan biri. Aslında sırf bu bile başlı başına bir övgüyü hak ediyor artık bu memlekette, düştüğümüz rezil hali siz anlayın. Neyse, seminer gibi uzun konuşmalar bunlar. Youtube’da var. İlkçağ felsefesi’ni ele alan 5 ciltlik bir kitap çalışması piyasada bulunabiliyor. Adam Aristo’dan alıntılıyor ve diyor ki “İnsan doğal olarak bilmek ister. En büyük özelliklerimizden biri bu, insan bilmek isteyen bir canlıdır.” Aristo’nun yüzyıllar önce tüm bilgeliğiyle ortaya koyduğu bu tespit çok doğru. Herkes için olmasa da en azından bir kısmımız için :)

Ahmet Arslan

Bizler televizyon ya da bilgisayarın başındayken, fenerinde tek başına oturan adamcağızın da akşamları uğraştığı bir meşgalesi var. “Bilmek” güdüsünü tatmin ettiği bir kaynağa sahip. Kalın sözlüğünü  iki eliyle tutup masaya bırakarak bir nevi yaşamın tesadüfi tarafını simüle edip, gözlerini kapadıktan sonra açılan sayfaların üzerinde bir noktaya işaret parmağını götürüyor. Artık hangi maddeye denk geldiyse onu okuyor. Ama günümüzün pozcuları gibi “şunları okuyorum bunları seyrediyorum, buraları geziyorum” demek için değil. Okumakla kalmıyor üzerinde düşünüyor, kendi yaşamına uyarlıyor. Adeta ortaçağda elinde tek bir yazma eser olan ve onu defalarca okuyan insanlar gibi didik didik ediyor. Tahayyül, tasavvur ve taakkul aşamalarından geçip o sınırlı olanaklarıyla, çoğumuzdan çok daha has bir tefekkür gerçekleştirebiliyor. Adamın hayal gücünün dış dünyayla en büyük bağlantısı elindeki o tek kitap ve bunu o kadar iyi kullanıyor ki berbat şartlarına rağmen. Bilmek istemenin en yalın haline nefis bir örnek adamın çabası. Malumatfuruşluk yapmak için senede 50 kitap okuyacağına 20 tane oku, 100 tane film seyredeceğine 30 tane seyret. Ama okuduğunu, seyrettiğini doğru dürüst anla, düşün, değerlendir. Kendine kat. Hak ettiği zamanı ver. Yoksa içerik sana ulaşmadıktan sonra, niceliği ne kadar arttırsan ve ortalıkta sallasan boş sevgili okuyucu.


“The Mountain” (1956) diye burada da bahsettiğim bir film vardır (link). Alp dağlarında tek başına yaşayan yaşlı Zacharia kulübesinde yapayalnız otururken uzak ülkelere dair resimli kitapları büyük bir iştahla okurdu. Çizgiromanda adamın tek başına sözlüğünü okuduğu karelere bakarken aklıma onun çocuksu bir merakla ve bilme isteğiyle dolu gözleri geldi. Aynı ışığa unutulmaz Goonies filmindeki Sloth karakterinde de rastlamak mümkündü. 

Evet, şartlar ne olursa olsun insan bilmek isteyen ve bu yolda ilerleyen bir canlı olmalı. Biliyormuş gibi yapmaya çalışan değil.

Oltalar elimizde, hayat denizinde nasibimizi arıyoruz
Yapayalnız, dış dünyayla zihinsel olarak kitabı, fiziksel olarak da oltası aracılığıyla iletişim kuruyor. Balık yerine ara sıra denize atılmış dış dünyaya ait eşyaları yakaladığında o kadar seviniyor ki. Hepsini toplayıp oyuncak gibi odasında biriktirmek en büyük hobisi. En sade haliyle verilmiş bu eylem aslında daha sofistike olarak hepimizin yaşamlarında her gün tekrarlanıp duran iletişim ve alışveriş döngüsünün ta kendisi. Sonsuz bir fiziksel ve zihinsel alışveriş sürecimiz var dışımızdaki dünyayla. Her yeni gün oltayı atıyoruz yaşama. Bazen yüz para kazanıyoruz, bazen 1 para bulamıyoruz. Bazen krallar gibi karşılanıyoruz bazen küfür kıyamet kovuluyoruz. Güne dualarla değil de “rastgele” diyerek başlamak en iyisi belki de. Aslında aynı kapıya çıkıyor ikisi de.   

“Pathos” ve “Kavanozdaki Balık”
Yirmi sene önce falandı. Yurt dışında serserilik ediyorum. Sevgilimle balık aldık, akşam yiyeceğiz. Bir ara mutfaktan beni çağırdı, setin üstündeki balıkları gösterdi. Hiç aklımdan çıkmayan bir manzaradır hala. Balıkların 3-5 tanesi resmen zıp zıp zıplıyor. Nasıl kendilerini yerden yere atıyorlar anlatamam. Hele gözleri. O faltaşı gibi açık gözlerle sanki bize bakıp yalvarıyorlar. O an korkunç hissetmiştim kendimi. Sanki bir ağaçtım ve tepeme bir yıldırım düşünce göğsümde açılan yarıktan fırtına içime doluşup organlarımı alt üst ediyormuş gibi bir haldeydim. Uyanış. Black Mirror dizisinin “Black Museum” bölümünde TCKR şirketinin yaptığı symphatic diagnoser cihazını takmışım da o balıkların tüm hissetiklerini doğrudan ben de hissediyormuşum gibi gözlerim kararmış, nefesim kesilmişti. Koştum bir torbaya su doldurdum, hepsini oraya attım. Eve yarım saat mesafede bir nehir vardı, gittik oraya bıraktık balıkları.

Bu olayı nereden hatırladım ve niye anlattım? ÇRdaki Yapayalnız karakteri Türkçe edisyonun kapağında verildiği gibi ara sıra balık tutup yiyor. Bir de masasında arkadaşı yaptığı bir balık var. Onunla da sohbetleri oluyor. Neyse, bir gün yine tuttuğu balıkları yerken, akvaryumdaki arkadaşının ona baktığını hissediyor. Sanki arkadaşımsın ama benim kardeşlerimi yiyorsun der gibi baktığını düşünüyor. Canavar dediklerinin hassasiyetine bak! Alıyor dünyayı tanıma oyunu oynadığı sözlüğü, kavanozunun önüne koyup yerken görmesini engelliyor. Sonra da büyük bir düşüncesizlik yaptığını hissederek, “Özür diliyor” arkadaşından. Bazısına aptallık gibi gelen bu inceliklerin, insanın o bilinmezlikle dolu ve her daim şaşırtmaya devam eden “pathos” mucizesinin en sıradışı ve belki en de olağanüstü dışavurumu olduğuna bir kez daha bu ÇR aracılığıyla şahit oluyoruz.

Çizgiromanda “Kavanozdaki balık” ile adamın kesif yalnızlığı arasında kurulan paralellik, ister istemez 11 yaşındaki Paloma’nın kendisini kavanozdaki balığıyla bir tuttuğu ve bunun üzerine bir felsefe geliştirdiği, defalarca seyrettiğim Fransız sinemasının unutulmaz şaheseri “Le Herisson” filmini hatırlattı. “Kavanozdaki balık” öğesinin anahtar rolü açısından bile bu iki eserin mukayesesini yapmak çok ilginç olabilir. Evet, neden olmasın, bundan sonra o filmden bahsedip bu karşılaştırma üzerine konuşmak geldi içimden. Program sil baştan :)

solda. Florea Paul Daniel'in resmi. sağda Yapayalnız'dan bir kare.

“Eli Eli Lamma Sabachtani”  
Bu Chabouté yazısında geçen seferki gibi albümün ayrıntısına girmeden, bizdeki dandik ÇR camiasının fark etmesi zor bir ayrıntıyı buraya almakla yetineceğim. Çizgiroman içindeki karelerden birinde deniz fenerinin dikine şekliyle üzerinden geçen bulutun yatay kesiti İsa’nın Golgotha’da gerildiği çarmıhı andıran bir görüntü oluşturuyor. Biliyorsunuz o çarmıhta çakılı kaldığı anlar, İsa’nın en “yapayalnız” olduğu anlardı. Hatta bana göre inanç konusunda Muhammed’den daha ileri olan İsa’nın bile kafasını yukarı kaldırıp “Eli Eli Lama Sabachtani” dediği İncil’de geçer. Yani “Tanrım, Tanrım, Beni neden bıraktın?”. Bu açıdan baktığımızda “Tout Seul” içerisinde böyle bir karenin geçmesinin zekice ve tam yerini bulan bir gönderme olduğunu düşünüyorum.  


“Elephant Man” ve Mutlu Son?
Albümün sonuna gelindiğinde “Yapayalnız” cesaret eder ve kabuğunu kırmaya karar verir. Başka bir deyişle farklı dünyaları bizzat görmek ister. Bavullarını toplar, tekneyi beklerken öykü sona erer. Peki sonrası? Sizce doğru bir karar mıydı? Sizce bu mutlu son sayılabilir mi? Zombiler gibi deforme yüze sahip bir insanın, üstelik 50 yaşında ilk kez tek başına toplum içine çıkmasının nasıl travmatik etkileri olacağını düşünebiliyor musunuz? Sizce değer mi? Ben bu konuda kararsızım. Romantizmin kanatlarıyla havalanarak işte kendini buldu, zincirlerini kırdı, özgürlüğü seçti falan diye düşünmek çocuksu geliyor. Kendimizi kandırmayalım, toplumun hali ortada. Bu barbar kalabalığın adamcağıza yaşatacaklarını hayal bile edemiyorum. Tamam, yaşam keyif çatma yeri değil, mücadeleden ibaret bir köşe kapmaca ama bile bile ıstıraba koşmak da akıllıca gelmiyor. Sanki mecbur olmadığı sürece ayda bir iki kere dışarıdaki dünyayı ziyaret etse ve biraz tanısa daha mantıklı olurdu. Bavulları toplayıp topyekün gitmesi büyük bir hata ve korkunç bir trajedinin ilk adımı gibi geliyor. Diğer yandan, ÇRın tamamını alegorik bir hikaye olarak alırsanız, bu spekülasyon ihmal edilebilir elbette.  

Aslında isterdim ki Chabouté tıpkı “Fables Ameres”de olduğu gibi ikinci bir albüm yapsın ve bu adamın dış dünyada yaşadıklarını anlatsın. Eminim ki ilk albümle karşılaştırılamayacak dramlarla dolu bir hikayeye şahitlik ederdik.

Chabouté bunu yapar mı yapmaz mı bilemem ama sinemada çok benzer bir hikayede bu konu ve sonrasında olanlar işlendi. Hem de müthiş çarpıcı bir üslupla. “Elephant Man” (1980) filminden bahsediyorum. Bu çizgiromanı ilk okuduğumda hemen aklıma gelen o efsane film. Aynı zamanda David Lynch’in ilk işlerinden birisi. Film gerçek bir olayı anlatır ve John Hurt’ün ağır bir makyaj ve maskeyle canlandırdığı “John Merrick” isimli deforme vücutlu adamla, Anthony Hopkins’in oynadığı doktorun ilişkisi üzerinden halkın barbarlığı anlatılır. Hikayenin başında doktorun John Merrick’i sirk canavarı olarak sergileyen adamın elinden kurtarıp üniversiteye getirmesi aslında Chabouté’nin ÇR’ındaki karakterin bavuluyla dış dünyaya açılışı gibi düşünebilirsiniz. David Lynch canavar gibi bakılan karakterin toplum içine çıkışı ve gördüğü tepkileri derinlikli ve gerçekçi bir dille anlatır ve ÇRdaki adamın feneri terk edişi sonrası neler yaşayacağına dair güçlü bir öngörü sunuyor sayılabilir. Üstelik John Merrick doktorun koruması altında dünyaya çıkmıştı, Yapayalnız ÇR’ında böyle bir himaye de yok. En ufak bir üstünlük kurma fırsatını kaçırmayan, her türlü farklılığı aşağılama sebebi sayan Sodomik bir toplumun böyle bir malzeme bulduğunda nasıl bir toplu kötülük ayini başlatacağını o kadar iyi biliyorum ki.


Yazıyı yine kara kalabalığın her türlü aşağılamasına maruz kalmış bir başka “farklı” insanla, Tyrion Lannister’la bitirelim. Bran’ın pencereden itildikten sonra komaya girmesi üzerine Cersei çocuğun ölmesinin daha acısız olacağını söylediğinde, küçücük bedenine sığmayan o büyük ruhuyla Tyrion şu cevabı veriyordu:

“I have to disagree. Death is so final, yet life is full of possibilities.”

Evet, belki de o milyonda bir iyi ihtimalin peşinde koşması gerekiyordur insanın. Ve ben sonunu karanlık görsem de “Yapayalnız” granit bir tabut gibi içine sıkıştığı adadan, hücre hapsinde yaşadığı o daracık fenerden, yani ufacık kavanozundan ne pahasına olursa olsun çıkıp, içinde minnacık da olsa iyi ihtimalleri de barındıran devasa bir olasılıklar denizine açılmaya karar vermekle, doğru olanı yapmıştır belki de.

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

23 Eylül 2019 Pazartesi

The Journey of Natty Gann (1985) (film)

Amerika’da ekonomik buhran yılları. Ekmek aslanın ağzında. İşçi arkadaşlarının hakkını savunan Sol Gann (Ray Wise) memleketin diğer ucuna sürülür ve hemen gitmezse kovulacağı söylenir. Zaten eşini kaybetmiş olan adam küçük kızı Natty Gann’i (Meredith Salenger) kaldıkları otelin sahibesine emanet eder ve çaresiz trene biner. Fakat işler beklendiği gibi gitmez, kadın kızı terk edilmiş olarak devlete ihbar edince, kızı da babasını bulmak için binlerce kilometre sürecek bir yolculuğa tek başına çıkmak zorunda kalır.    

Yine çocukken video kasetini seyredince aklımda yer eden, yıllar sonra tekrarladığımda hala beğendiğimi gördüğüm güzel yaşlanmış bir film. Evet, filmler/diziler de insanlar gibi aslında, bazısı tekrar seyredilmiyor, bazısı benzer tatlar verebiliyor.

Natty Gann yol boyunca çeşit çeşit insanla karşılaşıyor. Ama en iyi arkadaşı bir kurt oluyor. Yol boyu kıza göz kulak oluyor desek yeridir. Disney yapımı diğer filmlerle kıyasladığımda, bir Disney filminden beklenebilecek en yüksek drama dozuna sahip diyebilirim. Hatta belki de beklenmeyecek kadar.

Çocuk-hayvan dostluğunu konu alan basit komedi-macera filmlerinden değil kesinlikle. Dramatik bir bakışa sahip olmasının yanında oyuncuların yeteneği, sinematografi ve James Horner’ın müzikleriyle duygulu bir gerçekçilik sunuyor. Harry (John Cusack) gibi yolda karşılaştığı karakterlerin filme ciddi katkısı var. Kızın yolculuğu boyunca o yılların sefalet içindeki Amerika’sından verdiği kesitlerle döneminin perişanlığını yansıtmayı ihmal etmiyor.     

Arşivlik.







Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

12 Eylül 2019 Perşembe

"Dobra žena" filmi: Mirjana Karanovic

Kocasının Yugoslavya savaşında işlediği suçları öğrenince vicdanıyla mücadeleye girişen Milena'nın hikayesi.

Ayna karşısında üstü çıplak bir orta yaşlı kadın sahnesiyle film açılıyor. Mirjana Karanoviç çok beğendiğim bir Sırp aktris. Bu filmde ilk kez yönetmenliği de deniyor, hatta senaryonun yazarlarından biri de kendisi. Daha önce “Grbavica” diye bir filmde seyretmiştim, harikaydı, herkese tavsiye ederim, TRT2’de bile yayınlandı, geceleyin tekrarını izleme şansı bulmuştum. Bir ara fırsat olursa ondan konuşmayı da çok isterim. 

Sırp aktris diyorum ama 92-95 savaşının Boşnakların gözünden anlatıldığı pek çok filmde oynadı.   

Bu film Karanoviç’in ilk yönetmenliği olduğu için kurgu ve sinematografi açısından Jasmila Zbanic'in Grbavica filmi kadar iyi ve ustalıklı değil. Ağır aksak bir ilerleyişi, klasik bir anlatımı var.

Boşnakça pek çok açıdan Bulgarca’ya benziyor.  Mesela bir yerde “imam neşto za tebe” (sana bir şey getirdim) diyor kadın. Bulgarca’da da tıpatıp aynı şekilde söylerler. Yine bunlar “zdravo” diyor, Bulgarlar “zdravey”. Merhaba yani. Biraz değişerek Rusça çok kelime girmiş anlayacağınız. Türkçe mirası da yok değil. Sırf şu filmde budala, çizme gibi çok kelime yakaladım. Ama budala saçmalık anlamında kullanılıyor gibi geldi. Bir kez daha anladım ki bir Balkan dilini bilen, diğerlerini çok kolay öğrenebilir ve iyi kötü her gittiği yerde anlaşır. Konuşulanların %20-30'unu kelime bazında anlıyordum seyrederken.   



İyi bir insan mı yoksa iyi bir eş mi olmak?
Filmin esas meselesi burada düğümleniyor. Efendim ikisi birden olmuyor mu? Her zaman olmuyor işte. “Dobra žena” Boşnakça hem iyi eş hem de iyi kadın anlamlarına gelebiliyor ve "dobra jena" olarak telaffuz ediliyor. Hatta Bulgarca ve Rusça’da da "jena" için benzer bir “double entendre” çift anlamlılık durumu var. Hangisi olduğuna siz karar vereceksiniz filmden sonra. Aslında aynı kelime oyunu “Grbavitsa” isminde de vardı biliyorsunuz, Esma'nın sırrına açık bir atıftı.

Bazen küçük resimde doğru olanı yaparsan büyük resimde yanlış yapmış olabiliyorsun. Yerel vs Evrensel değerler. Amansız bir çakışma ve uyumsuzluk. Buradaki duruma gelmeden önce farklı alanlardan örnek verelim. Mesela ülkendeki rezilliği değiştirebilmek için yazdığında vatan haini muamelesi görebiliyorsun. Arkadaş grubunla ters düşüp sorunlu ve güvenilmez ilan edilebiliyorsun. Ailene karşı çıkıp hayırsız damgası yiyebiliyorsun. Neticede hepsinin temelindeki prensip aynı. Doğru bildiğini yapmak mı yoksa sürünün bir parçası olarak kalmak mı? İş gelip idealist bir amaç uğruna kendi konfor alanını riske etmeye dayanıyor. Yapabilen o kadar az ki! Yapılmalı mı, o da ayrı bir konu. Haydi her konuda idealist olalım diyecek kadar salak değilim. Önce yaşamımızı sürdürmemiz lazım. Hayatın içinde durmadan idealist kararlar vermek pek mümkün gözükmüyor realist bakıldığında. Neticede toplum sana bir bardak su vermiyor ama başına bir şey gelse yakının yardım edecek, her konuda aptal aptal toplumun menfaatini değil, önce şahsi menfaatlerimizi düşünmekten yanayım. Yerine göre düşünmek gerekiyor belki. Kabul edelim ki ufak tefek olaylarda yakınlarına körlemesine destek olunabilir ve çoğumuz oluyoruzdur ama ciddi bir sorun varsa sonunda yüzleşmek zorunda kalıyorsun, erteledikçe durum kötüye gidiyor. Ayrımı iyi yapmak lazım. 


Filmde kadın tesadüfen silinmiş bir video kasetin sonunda, savaşta kocasının ve arkadaşlarının insanları infaz ettiğini görüyor. O saatten sonra içi içini yiyor. Hikaye kadının zihninde büyüyen rahatsızlığı, aynı zamanlarda ortaya çıkan bir meme tümörünün büyümesiyle sembolize edip paralel anlatı kurarak seyirciye aktarıyor.

Kadın düşünceli, kadın tedirgin, kadın ne yapacağını bilmiyor. Filmde söylenmiyor ama kim bilir kaç kez içinden keşke o görüntüleri hiç bulmasaydım demiştir kadıncağız. İnsan bilmek istemez bazen çünkü bilmediğin şey sana sorumluluk yüklemez. Bilerek bilmemeyi seçersin. En çok atlanan korkaklık türüdür aslında bu. Bilerek bilmemeyi seçmek. İnsanın en büyük kaypaklıklarından birisidir. Neticede kadının kocası. Çocuklar var. Bir düzen var. Şimdi bunları nasıl yok sayacaksın. Ya da kimin ne bok yediği belli olmayan bir savaşta yaptıkları için sorumlu tutabilir misin adamı yıllar sonra? O da kesin değil. Tutsan bile tüm düzenini yıkmayı göze alabilir misin? Değer mi? Bunlar uzaktan kolay gelebilir ama şu yazıyı 1000 kişi okuyorsa, ben de dahil 999’unun götü yemez, açık konuşalım, birbirimizi yemeyelim sevgili okuyucu. 


Aslında Milena da cesaret edemezdi bence, zaten etmemeliydi belki de, ama “perfect storm” dedikleri bir bileşke oluştu kadının hayatında ve bu karara savurdu. Bir kere tümörün aynı zamanlarda tespit edilmesi kadının hayata bakışında ciddi bir değişikliğe yol açtı. Kızının liberal çalışmaları yine etkili oldu. Sokakta savaş suçlarını araştıran kadına rast gelmesi ve çalıştığı yeri öğrenmesi ayrı bir katkı sağladı ve işini kolaylaştırdı. Ama tüm bunlara rağmen bana kalırsa yine de söylemeyecekti. Ne zaman ki kocası ve arkadaşı, tehdit eden diğer arkadaşlarını kaza süsü vererek öldürdü, işte film orada koptu. Çünkü olaylar bugüne sarkmış oldu. Kendi hayatına dokundu. Tazelendi. Neredeyse her gün konuştuğu arkadaşının kocası öldürüldü. Zamanın ötesinde tolere edilebilecek, savaş zamanıydı canım diyerek geçiştirilebilecek, ötelenebilecek bir suç ansızın şimdiye taşınarak hoyratça tekrarlandı. İşte bardağı taşıran bence buydu. O noktada kadın artık sessiz kalamadı çünkü kendini kandırabileceği, sığınabileceği, gölgesinde soluklanabileceği, korumak isteyeceği “mutlu ve güvenli bir şimdiki zaman” paramparça edilmiş oldu. Korumak istediği bugünü, unutmak istediği düne çevirmiş oldu kocası bu son cinayetiyle. Böylece kendi ipini çekti aslında.

Diğer yandan savaşta her türlü alçaklığı yapmış insanların bugün iyi aile babası, güleryüzlü komşu gibi rollerle aramızda dolaşması insanın olağandışı durumlarda esen sert rüzgarlarla nasıl sürüklenebildiğini, başkalaşabildiğini de fısıldıyor insana. Şartlar öylesine etkili ki yaşamlarımızda. Bu da bir güvensizlik hissettiriyor, zeminin ne kadar kaygan olduğunu hatırlatıyor Tarih, iyi komşuların aniden değişen siyasi söylemlerle bir hiç uğruna birbirini kestiği örneklerle dolu hem TR'de hem dünyada.   

Film, sinematografi ve kurgu açısından öne çıkmamasına karşın hikayesiyle ve Karanoviç’in varlığıyla akılda kalan bir iş olmayı başarıyor.

Filmle ilgili konuşulabilecek irili ufaklı başka konular da var ama yazı için bu kadarı yeter de artar bile. Balkan filmleri seyir listemde sırada Grbavica'nın yönetmeni Jasmila Zbanic'in "Na Putu" diye bir filmi var. Sonrasında Bulgar sinemasına dönüş yapacağım. 


Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

Fright Night Part 2 (Korku Gecesi 2) (1990)

Charlie Brewster (William Ragsdale) ve Peter Vincent’ın (Roddy McDowall) yeni bir vampir grubuna karşı mücadelesi.

İlk film 80lerin korku/komedi tarzındaydı ve alanında “Lost Boys” ile beraber efsanelerimdendi. Bu filmin senaryosu da Tom Holland’a ait ama yönetmenliği Tommy Lee Wallace’a bırakmış (1990 yapımı efsane IT filminin de yönetmeni).    

Genel olarak eski dostları yeni bir macerada görmek keyifli olsa da ilk filmin çıtasının altında kalıyor. Score yine Brad Fiedel imzalı olmasına karşın OST bu kez daha zayıf. Vampir grubunda Brian Thompson (Cobra, Lionheart) gibi tanıdık isimler var ama yine ilk filmdeki tad yok. Bunları söylerken Julie Carmen (In the Mouth of Madness) baş vampir rolünde başarılı. Traci Lind, Charlie’nin yeni sevgilisini oynuyor ve yakışmış.

IMDB’den Trivia’lara baktım. Özellikle iki bilgi gözüme çarptı. İlk filmdeki kız arkadaşı  Amanda Bearse (Married with Children) ve arkadaşını canlandıran Stephen Geoffreys’e (Evil Ed) teklif götürülmüş ama kabul etmemişler. İkincisi de filmin dağıtımcısı Menendez’le üçüncü bir film daha düşünüyorlarmış ama daha bu film gösterime girmeden adam oğulları tarafından öldürülünce hem o film yatmış hem de bu film sinemalarda çok sınırlı gösterilip tanıtılamamış.

İlk filmi sevenlere ya da 80ler vampirli korku komedilerinden hoşlananlara tavsiye ederim. İlki kadar iyi değil ama “Lost Boys”un devam filmleri gibi dandik olmadığı da ortada. Hele ilk filmi sevdiyseniz eğlendiriyor.    








Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

10 Eylül 2019 Salı

"Yorumsuz"

Vrir - "Talking to an Empty Chair"























“Yorumlar” kısmının olmadığından haberim var, özellikle kaldırdım. Dolayısıyla bu konuda mesaj atmanıza gerek yok. Zaten yaklaşık 6 aydır böyle. 

Gelen mesajların büyük çoğunluğu abuk sabuk, bir katkısı olmuyor. 
Yayınlasan bir dert, yayınlamasan ayrı dert. 
Müsaadenizle hiç değilse kişisel bloglarda ne yapacağımıza kendimiz karar verelim. 

Burası ne “kadınlar matinesi” ne “erkekler kıraathanesi” ne de “okul kantini”. Boş konuşulmasına tahammülüm yok. 

Özet:
Yorumları beğenmedim ve kapattım.
“Yorumsuz” devam edilecek. 

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

4 Eylül 2019 Çarşamba

"Belki biz birbirimize yalan söylüyoruzdur"


Çalmadık kapı bırakmayan 2 çocuk annesi Yasemin Ayverdi Gülseren bir türlü iş bulamaz. Sonunda Diyarbakır sokaklarında seyyar ciğercilik yapmaya başlar. Hem de gecenin karanlığında. Akşam çocuklarını doyurduktan sonra kendi güzel tabiriyle ciğere giderek aile bütçesine katkıda bulunur.

Gittikçe yapmacıklaşan va yalancılaşan toplumun arasında samimi konuşan insanların doğallığı ve mücadeleciliği insana umut veriyor. Yasemin hanım klişeleri tekrarlamaya tenezzül etmemiş, sözü söyleme kurban etmemiş, belli ki ne hissediyorsa ne düşünüyorsa allayıp pullamadan onu söylemiş. Tespitleri çoğumuzun içinde kıvrandığı ama vitrinden kaçırdığı “çaresizlik girdabı”nı birebir yansıtmaktan çekinmiyor. Aslında kendi durumu üzerine düşünürken, toplumun haline de uyarlanabilecek gerçekçi gözlemler yapıyor.

Son derece başarılı hazırlanmış ve sunulmuş bu ajitasyonsuz haberi dört beş kez arka arkaya seyrettim. Nedense özellikle ensemi ter bastı. Suçluluk mu hissettim çaresizlik mi duygudaşlık mı bilemiyorum. Belki hepsinden biraz vardı.

Umarım çocuklarına bakmaktan başka bir isteği olmayan bu Diyarbakır'daki hanımefendi emeklerinin karşılığını alır ve daha az yorucu bir işle yaşamına devam eder.

Birkaç kere seyredip ilham aldığım ve etkilendiğim bir haber videosu ve “yaşam kesiti” oldu. 



Birkaç alıntı:

“Ben ne kadar onlara bu durumun zorluğunu yasıtmasam da onlar aslında bu işin zorluğunun farkındalar. Belki de onlar bana yansıtmıyordur. Bilemem. Belki biz birbirimize yalan söylüyoruzdur.  Onlar evcilik oynuyor, ben de evcilik oynuyorum.”

Aslında kendi ailevi durumu üzerine düşürken toplumun haline de uyarlanabilecek gözlem dolu ve gerçekçi bir tespit yapıyor. Nefis. 

“Sorumluluğun cinsiyeti olmaz”

“Bu bir ekonomik sıkıntı. Ben bu saatte çocuklarımla evde oturmayı isterdim.”

“Herkes her şeyi söylüyor ama kimse benim ne şartlarda buraya geldiğimi göz önünde bulundurmuyor. “

“Ben işimi seviyor muyum? Hayır, daha iyi yerlerde olabilirdi. Yaptığım işi sevmeye çalışıyorum.”

“Şu an yaptığım iş beni gocunduruyor mu? Hayır, kesinlikle hayır. Zorluyor mu? Kolay değil. Ruhen de bedenen de kolay değil. Yoruluyorum. Çocuklarımla vakit geçirmek istiyorum. Ben bunu istiyorum ya, çocuklarımın elinden tutup gezmek için çıkmak istiyorum. Ben niye gecenin bir yarısı çıkıp gelip burada bunu yapayım ki? Niye yapayım? Demek ki şartlar bunu gerektiriyor. İmkanım bu. İyi şartlarda olmuş olsam, iyi işim, imkanım olsa yapmam herhalde.”

“Demem o ki aslında biz bir girdabın içindeyiz. İçinde bulunduğumuz durumu güzelleştirmeye çalışıyoruz”


Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

1 Eylül 2019 Pazar

About Schmidt (Schmidt Hakkında) (2002) (film)

Emekli olduktan sonra boşluğa düşen, hemen ardından bir de üstüne karısını kaybeden sigortacı Schmidt’in (Jack Nicholson) kendini yola vuruşu ve onaylamadığı biriyle evlenmek üzere olan kızının (Hope Davis) yanına karavanıyla (RV) yolculuğu.

Yönetmen Alexander Payne. Yol filmlerini seven bir adam (“Nebraska”, “Sideways” ). "Nebraska" bu filme çok benziyor ama beni sıkmıştı. "Sideways" bence üç film arasında açık ara en iyisi. Bunda yönetmenden çok oyuncuların payı olduğunu düşünüyorum. 

Kızı rolünde Hope Davis (American Splendor, Wayward Pines) var, severim. “Orgazmik” bir Kathy Bates tüm fettanlığı ve çıplaklığıyla ekranlarda :) Dermot Mulroney (The Last Outlaw) damat rolünde.

Tür olarak komedram. Kendini boşlukta bulan, hayatta ne yapacağını şaşırmış bir yaşlı ve emekli adamın eğlenceli olmaya çalışan öyküsü. “Sideways” filminde dozu iyi ayarlanmış ve yakışmış komedi, burada fazla abartılı geldi. Yalnızlık, içinden geçenleri söyleyememe, emeklilik sonrası boşlukta kalma alt temalarının yoğun yer tuttuğu filmde komedi dozuna ek olarak mizahın tarzı da sırıtıyor ve hikayeyi sulandırıyor.


Hayatta tutunacak anlamlı bir dal ararken adamcağız bir yardım organizasyonuna para göndererek Afrikalı bir çocuğa destek oluyor ve çevresindekilere söyleyemediği duygu ve düşünceler o çocuğa yazdığı mektuplarla seyirciye aktarılıyor. Yani mektuplar adamın iç sesi gibi film boyunca. 

Robert de Niro’nun son dönemdeki en başarılı filmi olan “Everybody’s Fine” (2009)  ile benzer çok noktaları var. Fakat drama ağırlık veren o film bundan çok daha başarılıydı. Ne yönden? Mesela unutulmayacak duygusal sahneler serpiştirilmişti filmin içine, burada öyle bir sahne yok. Orada müzikler (hele Paul McCartney’nin film için bestelediği sondaki şarkı ve genel olarak müzikal yönetmenlik daha etkileyiciydi. Ayrıca yine hikaye o filmde  daha derli topluydu, ne yapacağını baştan bilen, iyi planlanmış, senaryosu ustalıklı bir filmdi, burada film senaryodan ziyade Jack Nicholson’a yaslanıyor gibi.

Seyredilebilir orta karar bir yapım ama daha iyisini beklerdim. Alexander Payne'in yol hikayelerinin "Sideways" dışında bana hitap ettiğini söyleyemeyeceğim.


"Entegre İşler": Memuriyet vs Meslek
Filmden hareketle ne konuşalım? "Organize İşler"den daha korkutucu bir iş türü söyleyeyim mi size? "Entegre İşler". İlk kez mi duyuyorsunuz? Normal, kendi bulduğum bir tabir, bakın anlatayım.

Schmidt'in yaşadığına benzer "şoklar" emeklilik gelip çatınca çoğu insanın karşısına dikiliveriyor. Hatta çoğu zaman emekliliği falan bile beklemiyor ama şimdi son aşamasına odaklanalım. Özetle "emekli oldum, şimdi ne yapacağım?" sendromu diyebiliriz. Evde geyik peşinde aslanlar gibi dolaşıp tamir edecek bir şeyler arayan ya da temizlenmedik yer bırakmayan tipleri herkes bilir :) Hele bir de yaşam partnerinizi yakın bir dönemde kaybederseniz, olay iyice patolojik bir hal alır. Torunlara, komşulara falan sarmaya başlayıp iyice kafayı yersiniz. Aslında bu sendrom, hastalıklı bir yaşamın terminal aşaması, yani son evresidir. Ama yeni ortaya çıkmış sanılır. Peki bu hastalık nedir?

Hayatta sadece tüm adımları belli bir otomatize sistemin parçası olmaktan ibaret bir işten başka bir ciddi uğraşınız olmadığında, kontrol edemediğiniz bir sistemin parçası olmuş, ona entegre olmuş olursunuz. Entegre olduğunuz üst sistemin robotu olmak demektir bu aslında. Bu sisteme ister devlet deyin ister şirket. İster memuriyet deyin ister işçilik, fark etmez. İşin aracılığıyla tüm varlığınla bir başka sisteme eklemlendiğinde, o sistem olmayınca amaçsız bir halde ortada kalman gayet doğal.



Entegre işlerle hayata tutunan insanlar yaşama eğreti ve geçici bir tutunma ile bağlanıyor. Gerçek bir iş değil aslında. Kişiliğine de zararları var. Hatta sağlığına da. Sistemin memuriyetine yüklediği rol ile karakterin kaynaşıyor ve bu genelde senin zararına oluyor. Pek çok şey baskılanıyor ve sen kendi kendini kandırarak bunları normalize ediyorsun. Riyakar bir şahsiyetsizliğin temelleri atılıyor.

Burada entegre işler deyince sadece devlet memurluğunu anlamayın, özel sektörde de adını koymadığımız, işçilik olarak geçen ama aslında dibine kadar memuriyet olan yığınla iş var. En basitinden tezgahtarlık bile özü itibarıyla aslında işçilik değil bir çeşit özel sektör memuriyetidir. İngilizce'de "clerks"derler zaten. İşçilik özünde hizmet sektöründe olmayan, bir şeylerin parçalanmasında, yapımında, dönüştürülmesinde çalışanlar için kullanılmalı. Evet bu memuriyetlerin ekonomik bir getirisi oluyor ve bir iş çevresi sunuyor ama bunlar yaşamını çok da zenginleştirmeyen şeyler aslında. Katkılı ve suni gıdalarla beslenmek gibi. Bağımlılık yaratıyor. Uyduruk önemler ve değerler yaşamına bulaşıyor. Günü kurtarıyorsun ama gittikçe bozuluyorsun. Kısa vadeli çözümler, uzun vadede çözümsüzlükleri doğuruyor. 

Örnek verelim; mesela bankacılık, öğretmenlik, tapu memurluğu ya da bu filmdeki gibi sigortacılık tarzı işler belki para getirir, gelip geçici sosyal ilişkiler sağlar ama size doğrudan bir şey kazandırmaz; ancak yaşadıklarınızla, maddi birikimlerinizle dolaylı kazanımlarınız olur. Emeklilik sonrası Schmidt gibi kendinizi boşlukta bulur, kıç üstü oturup depresyona girersiniz. Ne yapmak istiyorsun dediklerinde "dünyayı gezmek istiyorum" diyerek komik olanlar arasına katılırsınız. 50-60 yaşından sonra dünyayı gezme hayali kurmak sadece ne kadar boş bir yaşamınız ve kişiliğiniz olduğunu gösterir :)) Kaliteli insan o saatten sonra zamanını kendini geliştirdiği alanlara saklamak ister. Aptal aptal gezmek değil.


Uzun lafın kısası, işte bu tarz bağımlı ve otomatize işlere ben "entegre işler" diyorum. Büyük sistemin bir parçası haline gelmeden, o düzene entegre olmadan yaşayamayan işler bunlar. Oysa marangozluk, aşçılık, botanistlik, terzilik, grafikerlik, bilgisayar programcılığı gibi özünde yaratıcılık ve kalifiye işçilik içeren, tek başına da varolabilen, önü açık, belli bir sistemin parçası olma şartı olmayan işler yaşam boyu zevkle sürdürülebilir, hatta birkaç ömür yetecek kadar merak ve çalışma isteği uyandırabilir. Dünyanın her yerinde icra edilebilir. Sizi yaşama bağladığı gibi yaşamı da her gün türlü örnekle size bağlar. Elden ayaktan düşmediğiniz sürece size arkadaşlık edebilirler. Dolayısıyla buradaki tarife göre "entegre iş" olarak ifade edilebilecek, yani "üst yapılanmalara doğrudan bağımlı" bir işiniz varsa, en azından saydıklarım gibi "kendi ayakları üzerinde durabilen" bir meslek ya da ustalık edinmenizde ve vakit buldukça en azından hobi olarak sürdürmenizde fayda var. Hele bir de bu iş yetenekli olduğunuz bir alana denk gelmişse durdurabilene aşk olsun.

Aslında TR gibi ilkel ülkelerde 66 yaşına kadar sağ salim gelebilmek başlı başına bir başarı gibi gözükse de kendinizi memuriyetten ibaret robotik ve tek başınıza kaldığınızda bir anlam ifade etmeyen işlere teslim ederseniz, sonunda ne geriye ne ileriye bakmaya mecaliniz kalmaz ve 66 yaşındaki Schmidt gibi şu acınası cümleleri kurabilirsiniz:

Warren Schmidt: "I know we're all pretty small in the big scheme of things, and I suppose the most you can hope for is to make some kind of difference, but what kind of difference have I made? What in the world is better because of me?"














Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...