24 Eylül 2019 Salı

"Yapayalnız" - Chabouté: Çizgiroman İncelemesi


"Tout Seul" ya da "Alone": Yazan ve çizen Christophe Chabouté

“A la base, j'étais graphiste en freelance dans la pub. J'ai commencé par faire un album de BD dans mon coin, tout seul, juste pour voir si j'étais capable de le faire jusqu'au bout, si je pouvais tenir pendant un an sur un récit. Je l'ai fait, je l'ai mis dans un tiroir et j'ai continué à bosser dans la pub. Au bout d'un moment, je me suis décidé à l'envoyer à un éditeur, pour voir si ça pouvait marcher, si ça allait plaire. J'ai envoyé le manuscrit et ai été publié 15 jours après.”

Chabouté’nin çizgiromana nasıl başladınız sorusuna verdiği yanıt bile bu çizgiromanın yaratılış öyküsü hakkında ipuçları içeriyor.

“Başlangıçta bir barda freelance grafikerdim. Yapayalnız kendi köşemde bir albüm yapmaya giriştim, sonuna kadar sürdürebilir miyim, bir hikaye üzerinde bir sene boyunca çalışabilir miyim, denemek istedim. Sonunda yapabildim ve bitirdiğim ÇRı bir çekmeceye kaldırdıktan sonra barda çalışmaya devam ettim. Bir ara bir yayıncıya gönderip şansımı deneyeyim dedim, bakalım beğenecekler miydi. Gönderdikten 15 gün sonra yaptığım çizgiroman yayınlanmıştı”


Chabouté ilgiyle takip ettiğim 3-5 çizgiroman sanatçısından biri. Tanışıklığım epey eskiye dayanıyor, biri dışında Fransa'da yayınlanmış tüm albümlerini okudum. Geçen gün Hayalkahvem (link) “Yapayalnız çıkmış!” diye mesaj atınca birkaç yıl önce yazıp sonra rafa kaldırdığım ve unuttuğum bir yazıyı elden geçirip nihayet yayınlamaya karar verdim. Bu aralar fazla ÇR okumasam da bu konuda bir yazı Türkçe nette bulunsun.

Kısaca konusunu verelim. Yüzü deforme olduğu için ebeveynlerinin incinmesin diye kayalıklar üzerindeki bir deniz fenerinde insanlardan uzak tuttuğu orta yaşlarda bir adamın onların vefatından sonra sürdürdüğü rutin, sıradışı ve yapayalnız yaşam konu ediliyor. Öyle böyle bir yalnızlık değil ama. Kıskıvrak bir yalnızlık. Katıksız bir yalnızlık. Tercih edilmiş değil içine doğulmuş, kaskatı kesilip çakılakaldığın türden bir yalnızlık bu.

Geçen seferki yazıda (link) Chabouté’ye fazla yer ayırmamış, ÇRa odaklanmıştım. Bu sefer Christophe Chabouté’den de (Kristof Şabute) bahsedelim. Genç gösteriyor ama 1969 doğumlu. Evli. Île d'Oléron’da, yani Fransa’nın gözden uzak bir köşesinde, adada yaşıyor. Bir pub’da grafiker olarak çalışırken ÇR piyasasına girmiş ve hoşuna gidince devam etmiş. Her ne kadar kendisi söyleşilerden nefret etse de, röportajlarından anahtar kısımların derlemesiyle bu farklı ve “yapayalnız” çalışan çizgiromancıyı daha yakından tanıyalım:


Çizgiroman konusunda bir eğitiminiz var mı?
Birkaç yere devam ettim ama hiçbirini sonuna kadar götürmedim.

Niye hep hüzünlü, acıklı hikayeler anlatıyorsunuz?
Mutluluğu anlatmak zor. Çok isterdim ama henüz kendimi bu konuda yeterli görmüyorum

Albümlerinizde yazıya fazla başvurmuyorsunuz?
Çizgiroman hem yazıyı hem de resmi kullanmaya imkan tanıyor. Söylemeyi beceremediğimi resimle, resmetmeyi beceremediğimi de yazıyla vermeye çalışıyorum. Resim yetiyorsa, yazıyla kalabalık etmeye gerek görmüyorum.
Diğer yandan yazıları okurun kendi kafasında eklemesi belki de daha iyi bir şey olabilir. 350 sayfa hiç konuşma olmayan bir albüm yayınladığımda okurlar bana kendi kafalarında uydurdukları diyalogları söylemişlerdi. Bu şekilde okura yapacak bir şeyler bırakmayı seviyorum. Son tahlilde, resimle anlatmayı, yazıyla anlatmaktan daha çok sevdiğimi düşünüyorum.  
   
Çalışma metodunuz nasıl?
Aşamaları var. Önce senaryoyu büyük ölçüde bitiririm. Sonra albümün tamamının storyboard’unu hazırlarım. Sonra çizimler, sonra da çinileme gelir. Çinileme sürecinde genelde bir sonraki albümün çalışmaları da bir yandan başlamış olur. Tek çalıştığım için düzenli gitmem lazım. Ayrıca resimlemeye geçmeden hikayenin ne olacağı, nereye gideceği büyük oranda bellidir.

Hep tek başınıza çalışıyorsunuz. Başkalarıyla ortak projelerde yer almayı istemiyor musunuz?

Hayır. Başkalarıyla tutuk hissediyorum, özgür değilmişim gibi geliyor. Anlatacak kendi hikayelerim var ve bunlar olduğu sürece tek başıma devam edeceğim. Benim kendi kendime olmam lazım, o serbestliğe ihtiyacım var. Tabii yalnız olunca her işinizi kendiniz halletmek zorundasınız ve bu da bazı şeyleri öğrenmek zorunda kalmanıza neden oluyor.

Kimlerden etkilendiniz?
Siyah-beyaz çalışan çoğu ÇRcıdan. Pratt, Baru, Breccia, Comes, liste o kadar uzun ki. Ama ciddi bir etkisi oldu diyebileceğim birisi yok. Her şeyden beslenmeye çalışıyorum: sinema, fotoğraf, müzik. Her alandan alınacak bir şeyler var. Kendimi sadece ÇRla sınırlamak istemiyorum.

solda. Chassiron deniz feneri

Peki Chabouté, “Tout Seul” hakkında neler söylüyor:

Bu albümün çıkış noktası ne oldu?
Yaklaşık 10 yıl önce biri bir soru sormuştu: Issız bir adaya yanında hangi kitabı götürürsün? Cevap vermek için 10 yıl bekledim ve 376 sayfalık bir albümle yanıtlamış oldum. Uzun zamandır süreci devam eden bir çalışmaydı, bir sürü not birikti, hayal gücü ve yalnızlık konuları üzerinde kafa yordum. Zaten ben de ‘yapayalnız’ çalışan biriyim. Masamda, atölyemde, boş beyaz sayfalara karşı yapayalnızım. Yavaş yavaş biriktire biriktire deniz kıyısına taşınana kadar süreç devam etti ve o noktada belki de iyot kokusunun etkisiyle son halini aldı.

Aslında 400-500 sayfaya kadar kendime izin vermiştim ve gidişata göre karar verecektim. Neticede bir sözlüğün bu hikayedeki gibi bir rolü olduğunda ve böyle bir öykü anlattığınızda istediğiniz kadar uzatabilirsiniz ama 376 sayfada karar kıldım. Yoksa bıraksam 2000 sayfa bile çıkardı.

Peki bu projeye yayıncınız nasıl yaklaştı?
Hemen okeylediler. Vents d’Ouest ile çalışmak büyük şans, bana gerçekten güveniyorlar. Teknik sınırlamalar da vardı aslında, 400 sayfaya yakın bir albüm yaptığınızda fiyatı da ona göre oluyor. Benim isteğim küçük formatta olması ve insanların yatarken rahatça okuyabilecekleri ebatta çıkmasıydı.

Yapım aşamasında deniz fenerlerini ziyaret ettiniz mi?
Deniz fenerleriyle ilgili kitaplar okuyup o yaşamı öğrenmeye çalıştım. Hikaye açısından bu okumalar bir şey katmadı ama atmosfer konusunda yardımcı oldular. Model aldığım deniz feneri ise Chassiron feneri oldu. Zaten yaşadığım yerde olduğundan ziyarette zorlanmadım. Yalnız bu fener biraz içerde olduğu için maketini yaparak çizimlerde kullanacağım üç boyutlu modeli elde etmiş oldum. Ben de adada yaşadığım için deniz ve dalgaların insan üzerindeki etkisini çok iyi hissedebiliyorum.


"Tout Seul" Tiyatro Uyarlaması
“Yapayalnız” çizgiromanı 2014 yılında tiyatroya da uyarlandı. Düşük bütçeli bir prodüksiyondu ama ÇR uyarlamaları açısından bu denemeleri önemsiyorum. Projeyi sahneye koyan Nathalie Lhosta-Clos. Bir saate yakın süresi var.

Youtube’dan bakma fırsatım oldu. Bir eleştiri olarak müziklerde sadece tuba’nın kullanılmasını beğenmedim. Tuba bildiğin boru gibi bir sesi olan tamamlayıcı bir enstrüman. Bu kadar dokunaklı ve duygulara hitap eden bir eserde tuba’nın katkısının değil zararının olduğunu düşüyorum. Sesi duyulduğu anda atmosferi dağıtıyor ve kulak tırmalıyor.  Bir piyano ya da kemanın inceliği lazım bu temsile (link)


"İnsan bilmek isteyen bir canlıdır”
“Qu’est-ce qui vous ferait plaisir?
“Des images du monde.”

Geçtiğimiz aylarda Ahmet Arslan isimli felsefecinin konuşmalarını dinledim. Televizyonda lafı eğip bükmeden dürüstçe konuşabilen nadir insanlardan biri. Aslında sırf bu bile başlı başına bir övgüyü hak ediyor artık bu memlekette, düştüğümüz rezil hali siz anlayın. Neyse, seminer gibi uzun konuşmalar bunlar. Youtube’da var. İlkçağ felsefesi’ni ele alan 5 ciltlik bir kitap çalışması piyasada bulunabiliyor. Adam Aristo’dan alıntılıyor ve diyor ki “İnsan doğal olarak bilmek ister. En büyük özelliklerimizden biri bu, insan bilmek isteyen bir canlıdır.” Aristo’nun yüzyıllar önce tüm bilgeliğiyle ortaya koyduğu bu tespit çok doğru. Herkes için olmasa da en azından bir kısmımız için :)

Ahmet Arslan

Bizler televizyon ya da bilgisayarın başındayken, fenerinde tek başına oturan adamcağızın da akşamları uğraştığı bir meşgalesi var. “Bilmek” güdüsünü tatmin ettiği bir kaynağa sahip. Kalın sözlüğünü  iki eliyle tutup masaya bırakarak bir nevi yaşamın tesadüfi tarafını simüle edip, gözlerini kapadıktan sonra açılan sayfaların üzerinde bir noktaya işaret parmağını götürüyor. Artık hangi maddeye denk geldiyse onu okuyor. Ama günümüzün pozcuları gibi “şunları okuyorum bunları seyrediyorum, buraları geziyorum” demek için değil. Okumakla kalmıyor üzerinde düşünüyor, kendi yaşamına uyarlıyor. Adeta ortaçağda elinde tek bir yazma eser olan ve onu defalarca okuyan insanlar gibi didik didik ediyor. Tahayyül, tasavvur ve taakkul aşamalarından geçip o sınırlı olanaklarıyla, çoğumuzdan çok daha has bir tefekkür gerçekleştirebiliyor. Adamın hayal gücünün dış dünyayla en büyük bağlantısı elindeki o tek kitap ve bunu o kadar iyi kullanıyor ki berbat şartlarına rağmen. Bilmek istemenin en yalın haline nefis bir örnek adamın çabası. Malumatfuruşluk yapmak için senede 50 kitap okuyacağına 20 tane oku, 100 tane film seyredeceğine 30 tane seyret. Ama okuduğunu, seyrettiğini doğru dürüst anla, düşün, değerlendir. Kendine kat. Hak ettiği zamanı ver. Yoksa içerik sana ulaşmadıktan sonra, niceliği ne kadar arttırsan ve ortalıkta sallasan boş sevgili okuyucu.


“The Mountain” (1956) diye burada da bahsettiğim bir film vardır (link). Alp dağlarında tek başına yaşayan yaşlı Zacharia kulübesinde yapayalnız otururken uzak ülkelere dair resimli kitapları büyük bir iştahla okurdu. Çizgiromanda adamın tek başına sözlüğünü okuduğu karelere bakarken aklıma onun çocuksu bir merakla ve bilme isteğiyle dolu gözleri geldi. Aynı ışığa unutulmaz Goonies filmindeki Sloth karakterinde de rastlamak mümkündü. 

Evet, şartlar ne olursa olsun insan bilmek isteyen ve bu yolda ilerleyen bir canlı olmalı. Biliyormuş gibi yapmaya çalışan değil.

Oltalar elimizde, hayat denizinde nasibimizi arıyoruz
Yapayalnız, dış dünyayla zihinsel olarak kitabı, fiziksel olarak da oltası aracılığıyla iletişim kuruyor. Balık yerine ara sıra denize atılmış dış dünyaya ait eşyaları yakaladığında o kadar seviniyor ki. Hepsini toplayıp oyuncak gibi odasında biriktirmek en büyük hobisi. En sade haliyle verilmiş bu eylem aslında daha sofistike olarak hepimizin yaşamlarında her gün tekrarlanıp duran iletişim ve alışveriş döngüsünün ta kendisi. Sonsuz bir fiziksel ve zihinsel alışveriş sürecimiz var dışımızdaki dünyayla. Her yeni gün oltayı atıyoruz yaşama. Bazen yüz para kazanıyoruz, bazen 1 para bulamıyoruz. Bazen krallar gibi karşılanıyoruz bazen küfür kıyamet kovuluyoruz. Güne dualarla değil de “rastgele” diyerek başlamak en iyisi belki de. Aslında aynı kapıya çıkıyor ikisi de.   

“Pathos” ve “Kavanozdaki Balık”
Yirmi sene önce falandı. Yurt dışında serserilik ediyorum. Sevgilimle balık aldık, akşam yiyeceğiz. Bir ara mutfaktan beni çağırdı, setin üstündeki balıkları gösterdi. Hiç aklımdan çıkmayan bir manzaradır hala. Balıkların 3-5 tanesi resmen zıp zıp zıplıyor. Nasıl kendilerini yerden yere atıyorlar anlatamam. Hele gözleri. O faltaşı gibi açık gözlerle sanki bize bakıp yalvarıyorlar. O an korkunç hissetmiştim kendimi. Sanki bir ağaçtım ve tepeme bir yıldırım düşünce göğsümde açılan yarıktan fırtına içime doluşup organlarımı alt üst ediyormuş gibi bir haldeydim. Uyanış. Black Mirror dizisinin “Black Museum” bölümünde TCKR şirketinin yaptığı symphatic diagnoser cihazını takmışım da o balıkların tüm hissetiklerini doğrudan ben de hissediyormuşum gibi gözlerim kararmış, nefesim kesilmişti. Koştum bir torbaya su doldurdum, hepsini oraya attım. Eve yarım saat mesafede bir nehir vardı, gittik oraya bıraktık balıkları.

Bu olayı nereden hatırladım ve niye anlattım? ÇRdaki Yapayalnız karakteri Türkçe edisyonun kapağında verildiği gibi ara sıra balık tutup yiyor. Bir de masasında arkadaşı yaptığı bir balık var. Onunla da sohbetleri oluyor. Neyse, bir gün yine tuttuğu balıkları yerken, akvaryumdaki arkadaşının ona baktığını hissediyor. Sanki arkadaşımsın ama benim kardeşlerimi yiyorsun der gibi baktığını düşünüyor. Canavar dediklerinin hassasiyetine bak! Alıyor dünyayı tanıma oyunu oynadığı sözlüğü, kavanozunun önüne koyup yerken görmesini engelliyor. Sonra da büyük bir düşüncesizlik yaptığını hissederek, “Özür diliyor” arkadaşından. Bazısına aptallık gibi gelen bu inceliklerin, insanın o bilinmezlikle dolu ve her daim şaşırtmaya devam eden “pathos” mucizesinin en sıradışı ve belki en de olağanüstü dışavurumu olduğuna bir kez daha bu ÇR aracılığıyla şahit oluyoruz.

Çizgiromanda “Kavanozdaki balık” ile adamın kesif yalnızlığı arasında kurulan paralellik, ister istemez 11 yaşındaki Paloma’nın kendisini kavanozdaki balığıyla bir tuttuğu ve bunun üzerine bir felsefe geliştirdiği, defalarca seyrettiğim Fransız sinemasının unutulmaz şaheseri “Le Herisson” filmini hatırlattı. “Kavanozdaki balık” öğesinin anahtar rolü açısından bile bu iki eserin mukayesesini yapmak çok ilginç olabilir. Evet, neden olmasın, bundan sonra o filmden bahsedip bu karşılaştırma üzerine konuşmak geldi içimden. Program sil baştan :)

solda. Florea Paul Daniel'in resmi. sağda Yapayalnız'dan bir kare.

“Eli Eli Lamma Sabachtani”  
Bu Chabouté yazısında geçen seferki gibi albümün ayrıntısına girmeden, bizdeki dandik ÇR camiasının fark etmesi zor bir ayrıntıyı buraya almakla yetineceğim. Çizgiroman içindeki karelerden birinde deniz fenerinin dikine şekliyle üzerinden geçen bulutun yatay kesiti İsa’nın Golgotha’da gerildiği çarmıhı andıran bir görüntü oluşturuyor. Biliyorsunuz o çarmıhta çakılı kaldığı anlar, İsa’nın en “yapayalnız” olduğu anlardı. Hatta bana göre inanç konusunda Muhammed’den daha ileri olan İsa’nın bile kafasını yukarı kaldırıp “Eli Eli Lama Sabachtani” dediği İncil’de geçer. Yani “Tanrım, Tanrım, Beni neden bıraktın?”. Bu açıdan baktığımızda “Tout Seul” içerisinde böyle bir karenin geçmesinin zekice ve tam yerini bulan bir gönderme olduğunu düşünüyorum.  


“Elephant Man” ve Mutlu Son?
Albümün sonuna gelindiğinde “Yapayalnız” cesaret eder ve kabuğunu kırmaya karar verir. Başka bir deyişle farklı dünyaları bizzat görmek ister. Bavullarını toplar, tekneyi beklerken öykü sona erer. Peki sonrası? Sizce doğru bir karar mıydı? Sizce bu mutlu son sayılabilir mi? Zombiler gibi deforme yüze sahip bir insanın, üstelik 50 yaşında ilk kez tek başına toplum içine çıkmasının nasıl travmatik etkileri olacağını düşünebiliyor musunuz? Sizce değer mi? Ben bu konuda kararsızım. Romantizmin kanatlarıyla havalanarak işte kendini buldu, zincirlerini kırdı, özgürlüğü seçti falan diye düşünmek çocuksu geliyor. Kendimizi kandırmayalım, toplumun hali ortada. Bu barbar kalabalığın adamcağıza yaşatacaklarını hayal bile edemiyorum. Tamam, yaşam keyif çatma yeri değil, mücadeleden ibaret bir köşe kapmaca ama bile bile ıstıraba koşmak da akıllıca gelmiyor. Sanki mecbur olmadığı sürece ayda bir iki kere dışarıdaki dünyayı ziyaret etse ve biraz tanısa daha mantıklı olurdu. Bavulları toplayıp topyekün gitmesi büyük bir hata ve korkunç bir trajedinin ilk adımı gibi geliyor. Diğer yandan, ÇRın tamamını alegorik bir hikaye olarak alırsanız, bu spekülasyon ihmal edilebilir elbette.  

Aslında isterdim ki Chabouté tıpkı “Fables Ameres”de olduğu gibi ikinci bir albüm yapsın ve bu adamın dış dünyada yaşadıklarını anlatsın. Eminim ki ilk albümle karşılaştırılamayacak dramlarla dolu bir hikayeye şahitlik ederdik.

Chabouté bunu yapar mı yapmaz mı bilemem ama sinemada çok benzer bir hikayede bu konu ve sonrasında olanlar işlendi. Hem de müthiş çarpıcı bir üslupla. “Elephant Man” (1980) filminden bahsediyorum. Bu çizgiromanı ilk okuduğumda hemen aklıma gelen o efsane film. Aynı zamanda David Lynch’in ilk işlerinden birisi. Film gerçek bir olayı anlatır ve John Hurt’ün ağır bir makyaj ve maskeyle canlandırdığı “John Merrick” isimli deforme vücutlu adamla, Anthony Hopkins’in oynadığı doktorun ilişkisi üzerinden halkın barbarlığı anlatılır. Hikayenin başında doktorun John Merrick’i sirk canavarı olarak sergileyen adamın elinden kurtarıp üniversiteye getirmesi aslında Chabouté’nin ÇR’ındaki karakterin bavuluyla dış dünyaya açılışı gibi düşünebilirsiniz. David Lynch canavar gibi bakılan karakterin toplum içine çıkışı ve gördüğü tepkileri derinlikli ve gerçekçi bir dille anlatır ve ÇRdaki adamın feneri terk edişi sonrası neler yaşayacağına dair güçlü bir öngörü sunuyor sayılabilir. Üstelik John Merrick doktorun koruması altında dünyaya çıkmıştı, Yapayalnız ÇR’ında böyle bir himaye de yok. En ufak bir üstünlük kurma fırsatını kaçırmayan, her türlü farklılığı aşağılama sebebi sayan Sodomik bir toplumun böyle bir malzeme bulduğunda nasıl bir toplu kötülük ayini başlatacağını o kadar iyi biliyorum ki.


Yazıyı yine kara kalabalığın her türlü aşağılamasına maruz kalmış bir başka “farklı” insanla, Tyrion Lannister’la bitirelim. Bran’ın pencereden itildikten sonra komaya girmesi üzerine Cersei çocuğun ölmesinin daha acısız olacağını söylediğinde, küçücük bedenine sığmayan o büyük ruhuyla Tyrion şu cevabı veriyordu:

“I have to disagree. Death is so final, yet life is full of possibilities.”

Evet, belki de o milyonda bir iyi ihtimalin peşinde koşması gerekiyordur insanın. Ve ben sonunu karanlık görsem de “Yapayalnız” granit bir tabut gibi içine sıkıştığı adadan, hücre hapsinde yaşadığı o daracık fenerden, yani ufacık kavanozundan ne pahasına olursa olsun çıkıp, içinde minnacık da olsa iyi ihtimalleri de barındıran devasa bir olasılıklar denizine açılmaya karar vermekle, doğru olanı yapmıştır belki de.

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...