21 Ağustos 2019 Çarşamba

"The Night Eats the World": Hasta Kalabalık

Sam isimli bir gencin kendisi uyurken patlak vermiş zombi istilasıyla karşılaşınca apartmanında tek başına yaşam mücadelesi.

Yönetmen Dominique Rocher. İlginç bir bilgi vereyim, buna benzer aynı tarihli bir başka film olan "Dans le Brume" ile pek çok benzerlikleri var  (çatılara kaçma mesela) ve fikir yine Rocher'ye aitmiş. Bu arada bence o daha iyi filmdi, bir ara bahsedeceğim. Sam rolündeki Anders Danielsen Lie ise, burada bahsettiğim siyasi-suspense tarzı Norveç dizisi “Nobel”den tanıdığım bir aktör.

“People hiding out in apartments”
Aksiyondan ziyade tek başına ve sınırlı alanda sürdürdüğü hayat üzerine odaklanılmış. Fakat ne “I am Legend”da köpeği Sam’le koca şehirde tek başına yaşayan Robert Neville’i ne de Lost’ta yeraltı istasyonunda 3 yıl tek başına nöbetçilik yapan Desmond Hume’u seyrederken ekrandan yansıyan yoğun yalnızlığı hissettirmedi. İçimden bir duygudaşlık dalgası yükselmedi nedense. Günümüzde yaşadığı dairenin sınırlarına sıkışmış insanla bir paralellik düşündürüyor ama dediğim gibi yetersiz kalıyor. Kan ve vahşet arayanlar zaten uzak dursun çünkü zombi istilası var belki ama filmin meselesi başka. 

Bazen yalnızlıktan zombileri bile özleyecek hale geliyor Sam. Bazen sokakta gördüğü bir kediyi evine alıp arkadaşlık edebilmek için hayatını tehlikeye atabiliyor. Anlayacağınız film boyunca zombilerden çok hasmane bir ortamda yalnızlığın altı çiziliyor. Aslında tüm zombi anlatılarında altta bu vardır ama genelde bol aksiyon ve vahşetle seyirci avlama yoluna giden filmciler ortaya birbirinin aynı işler çıkarttığı için olayın o tarafı ihmal edilir. Burada tam tersi aksiyon kısmı ihmal edilmiş bilinçli olarak.  


“Being on my own saved me”
Yalnız olduğu için ya da toplumdan farklı bir yerde olduğu için üzülürken, bu hali sayesinde hayatı kurtulan karakterlerin sayısı hem edebiyatta hem sinemada az değildir. Mesela çok sevdiğim “30 Days of Night” filminde kasaba dışında yalnız hayatını sürdüren Beau Brewer isimli adamın vampir istilasından paçayı kurtabildiğini hatırlarsınız.

Albert Camus’nün “L’etranger” romanından, Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar” kitabına kadar klasik edebiyatta da toplumdan ayrı yaşayan insan örnekleri akla geliyor. Gerçek bir olayın bir gazeteci ağzından akıcı bir şekilde aktarıldığı “The Stranger in the Woods” kitabında ise meçhul bir sebeple yalnızlığı seçmiş biriyle tanışıyorduk. Yine sinemada “To Kill a Mockingbird” filminden Boo Radley karakteri unutulmaz bir başka isim. Tabii Boo Radley deyince şu acı gerçeği de hatırlıyoruz. Toplum her türlü melaneti önce kendisinin dışında yaşayan, öteki sayılanlarda arar. Dolayısıyla yalnızlığı seçen insanlar ne gariptir ki hep daha fazla suçlanır. Böyle de bir riski vardır. 


İşte bu filmdeki karakter de kendi kendine aynı şeyi söylüyor: “Being on my own saved me”. Doğru söze ne denir :)

Konu açılmışken biraz laflayalım. Yalnız kalmak, ya da iletişimini ciddi ölçüde sınırlamak psikologlar, yaşam koçları, kariyer danışmanları ya da psikiyatristlerce düzeltilmesi gereken bir araz olarak öne sürülse de, bazı insanlar için bunun bilinçli bir seçim olabileceği nedense es geçiliyor. Belki adam o yaşamı ideal görmüyor, istemiyor. Belki de onu ısrarla kalabalığa soktuğunuzda hem kendisine hem çevresindeki insanlara zarar vermiş olacaksınız. Belki o insanın verimi yalnızken zirve yapabiliyor. 


"La Nuit a Devoré le Monde"
Bazen düşünürüm, mutluluk deyince hep bir aile ya da arkadaş ortamında etrafına gülücükler saçan insan imajı geliyor akıllara. Ne kadar yanlış. Bunda sermaye sahiplerinin toplumları aileler ya da cemaatler halinde daha kolay kontrol edebileceği gerçeğinin de payı var doğal olarak. Anlayacağınız toplu yaşam pompalanıyor, uyduruk ortak değerler inşa edilmeye çalışılıyor. Ticaretin de işine geliyor çünkü az reklamla ürünlerin tanınırlığı enfeksiyon gibi insandan insana kolayca yayılabiliyor. Otobüste bile gördüğün telefondan pantolona, kitaptan çantaya yığınla ürün sarıyor etrafını. Oysa ormanda bir kulübede köpeğiyle yaşayan ya da köyde tarlasıyla ilgilenen bir adam niye faydası olmayacak zımbırtılara özensin ki. Niye cep telefonunu her sene bir üst modelle değiştirsin mesela? Bir gömlek ne kadar değişebilir ki her yıl? Niye pantolonun lekelendi diye kaldırıp atasın? İşin özü kendi yaşamını başkalarına göre ayarlamayan insanı kandırmak her açıdan daha zor.

Walkind Dead dizisinin ilk bölümünde böyle bir sahne vardı. Onu hatırlattı. 

Çevrenin iyi ya da kötü özellikleriyle insanda bir değişim, gelişim hatta dönüşüm gerçekleştirebileceği yadsınmamalı elbette, mutlaka ciddi katkıları olur, fakat bir noktadan sonra patolojik yönleri ağır basan bir çevreye ve ruh hastasına dönmüş, adeta zombileşmiş insan topluluklarına karışmamak ve uzak durmak daha faydalı olabilir. Ya da bazı insanların yalnızlığa yatkın bir kişiliği oluyor ve bunu zorladığınızda kötü sonuçlar ortaya çıkabiliyor. Örnek kendim :) Dolayısıyla hele de insan gibi kompleks bir organizmayı tektipleştirmek ve tek bir doğru olduğunu iddia etmek art niyetten kaynaklanmıyorsa, ahmaklık gibi geliyor bana. Çocukluğumdan beri yalnız yaşamayı ve yalnız çalışmayı daha  çok seviyorum. Geldiğim noktada kendi açımdan bu konudaki son kararımı paylaşarak bitireyim:

”Keşke sağlıklı bir toplum olsaydı da bir parçası olsaydım, isterdim aslında, bazen hayal ettiğim bile oluyor, ama sokakları dolduranlara baktığımda düşüncem yıllardır değişmedi, iyi ki bu namussuzların arasına karışmamışım”


Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...