Bir insanın hele de sıradışı işlere imza atmış insanların yaşamlarını 1-2 saatte anlatmak mümkün değil. Aslında doğru da değil. Kitaplara dahi sığmıyor çoğunun “hayat izleri”. Çaresiz, neredeyse her biyografik filmde (biopic) bir “odak” seçilir ve alan sınırlanır, yani özellikle bir dönem ya da boyuta yoğunlaşılır. Burada da çocukluk kısa geçilip, sevdiği kadın ve okuldaki arkadaşlıklarının verilmesi tercih edilmiş. Dolayısıyla kitapların yazım süreci yok. Bunu önceden belirtmekte fayda var.
“Barrow’s Store”
Çocukken ya da gençliğinizde arkadaşlarınızla nerelere
giderdiniz?
Siz cevabı düşüne durun, benim çocukların oturmaya gittikleri mekanı uzun uzun yazasım var. "Barrow’s Store"dan bahsediyorum. Şimdi gel de hayıflanarak sorma, kaç çocuk TR’de şu ortamda bir çay bir meşrubat içti? Ben içmedim açıkçası. Düşünüyorum da en sevdiğim mekan Bağdat caddesi Şaşkınbakkal'daki Kristal büfeydi o yıllarda ama burayla karşılaştırmak mümkün değil, Kristal'in hamburgeri dışında kıyas kabul etmez :)
Siz cevabı düşüne durun, benim çocukların oturmaya gittikleri mekanı uzun uzun yazasım var. "Barrow’s Store"dan bahsediyorum. Şimdi gel de hayıflanarak sorma, kaç çocuk TR’de şu ortamda bir çay bir meşrubat içti? Ben içmedim açıkçası. Düşünüyorum da en sevdiğim mekan Bağdat caddesi Şaşkınbakkal'daki Kristal büfeydi o yıllarda ama burayla karşılaştırmak mümkün değil, Kristal'in hamburgeri dışında kıyas kabul etmez :)
Peki niye bu konuya takıldım? Hepimiz takılmalıyız da ondan. İşte
bu ortamda en azından bir kere bulunmuş bir çocuğun dünyası farklı bir incelik ve zenginlik kazanıyor. Şu ortamda arkadaşlarıyla sohbet eden bir çocuğun
konuştukları, hayatı boyunca kıraathane denilen iğrenç ortamların ya da kıytırık büfelerin önünden geçen
çocuklarınkinden bambaşka oluyor. Hiçbir şey tesadüf değil, uygar bir yaşam tarzının ürünü olan sanat ve bilimi, o yaşam kültürüne sahip olmadan üretemiyorsun. Bir çeşit peruk değil sanat dediğin şey alıp kafana takasın ya da bilim bir fabrika binasından ibaret değil yapınca içinden makineler, icatlar fışkırsın. Uygar ve yalancıktan olmayan kurumların olması, bunların devamlılık gösteren aydınlığında insanların yetişmesi gerekiyor. Kurum deyince sadece üniversiteleri düşünmeyin. Mahallenizdeki kafeler, fırınlar bile bir yaşam kültürünün yansıması aslında. Mahalli gazetelerden tutun pastanelere kadar yüz yılı aşan tarihe sahip pek çok dükkan var uygar dünyada. Sen kurumları yaşattıkça kurumlar da toplumun sağlıklı unsurlarını yaşatıyor. Uygar dünyanın değerlerini ayakta tutuyor. Bilim ve sanat kültürünü teneffüs ederek yetişen çocukların ortaya koyduğu eserler doğal olarak başkalarınınkine benzemiyor. Günümüz TR'sinde şu ortamı sağlayacak bir üniversite kafesi ya da "salonu" dahi olduğunu sanmıyorum. En azından ben rastlamadım. Sorsan ilkel dünyalarda dekanlık, bakanlık, rektörlük yapanlara, üniversite bilim yuvasıdır kafe mi yapacağız derler, halk da alkış tutar bu çiğliklere. Oysa bilimin gelişmesinde, yeni bir fikrin ortaya çıkmasında günlük konuşmalarla iç içe ilerleyen beyin fırtınalarının payının ne kadar büyük olduğunun bilincinde değildir bu halklar. "Çağrışım" dediğiniz büyülü kıvılcımlar, pek çok büyük düşüncenin, eserin doğuşunun ilk adımıdır ve ancak belli ortamlarda insanların etkileşimleri sonucu ortaya çıkabilirler.
Ağaçlar arasında yürümek ve düşünmek. Klişelerin kovulduğu, taptaze düşüncelerin bir kartopunu yuvarlar gibi beraber konuşarak büyütüldüğü ağzın değil aklın daha çok çalıştığı sohbetler etmek. Bazen uzun uzun susmak. Bunun da kıymetini bilmek. Sonra yeniden zihnine akan düşünceleri lisanlara sıkıştırmaya çalışarak dile getirmek. Sohbetle sevişmek, düşünmek. Kuş sesleri arasında kelimeleri koklamak ve yakınlıklar kurmak. Konuşarak, düşünerek bir şeyleri aramak. Yeni dünyalar yaratmak. Aslında ne kadar basit bir eylem. Paraya pula da gerek yok. Yok ama bu yaz "tatil yapan" kaç dangalak bunun hakkını verebildi sizce?
İşte bu filmde de ormanda yürüyüş ve sohbet sahnelerine bayıldım. Önce Edith'le sonra profesörle ağaçlar arasında yapılan düşünceli, sohbetli yürüyüşler harikaydı.
Soljenitsin ve Sokurov’u hatırlayın (link). Ya da Darwin’in Evrim teorisini kurarken bahçesinde yaptığı yürüyüşleri. Bahçe küçük olduğu için attığı tur sayısını anlamak için her turda bir çakıl taşını belirlediği yere yığmasını. O yürüyüşlerin yeni düşüncelere yer açan dinlendirici ve özgürleştirici etkisinin hiç de az olduğunu sanmıyorum. Ya "Dead Poets Society" filmindeki kısacık ama unutulmaz karda yürüyerek Latince çalışan öğrenciler sahnesi? Yeni fikirlerin arasında yürümek isteyenin bu "doğal yürüyüşlerden" uzak durması mümkün değil. O kadar çok örnek var ki siz en iyisi Frederick Gros'un "A Philosophy of Walking" kitabını okuyun, bayılacaksınız. Şurada (link) bahsetmiştim.
Tolkien söyleşilerinde romanlarının somut bir şeylerin sembolü olmadığını belirtir ama insanın yaşadıkları bazen bir şekilde "söylenmesi mümkün olana" dönüşerek ifade edilebildiği, dış dünyaya karışabildiği için çoğu zaman bu süreçlerin birebir eşlenmesi ya da bilinmesi kişinin kendisi için bile mümkün olmuyor. Bilinçaltında şekillenip dünyaya çengellenen yığınla metafor hem hayatlarımıza hem eserlerimize hiç durmadan karışır yaşamlarımız boyunca. Film Tolkien'ın yaşamına ciddi etkileri olmuş üç olgunun savaş, sevgi ve arkadaşlık üzerinden ilerlerken romanlardaki fantastik dünyanın zeminini veriyor ama çıkarımlar yapmayı seyirciye bırakıyor.
Yetim kalınca kardeşi ve kendisiyle ilgilenen papaz, savaşta yakınını kaybedenleri teselli etmek için söyleyecek bir şey bulamadığından bahsediyor filmde:
Yetim kalınca kardeşi ve kendisiyle ilgilenen papaz, savaşta yakınını kaybedenleri teselli etmek için söyleyecek bir şey bulamadığından bahsediyor filmde:
“Words are useless. Modern words anyway. I speak the
lithurgy. There’s a comfort I think in
distance. Ancient things.”.
Geçmişe bilgelik atfederek psikolojik bir rahatlama sağlamak dinin kullandığı yöntemlerden biri. Uzaklık hissinin rahatlatması meselesi ise kendi başına ilginç bir başka
konu. Metaforların bu açıdan ciddi faydaları var. Çoğu zaman insana kendini ifade etmek için bir alternatif sunuyorlar. Mevcut kabullerden nefes almanı
sağlayıp düşüncelerinin topluma karışmasının tek yolu olabiliyorlar. Sadece otoritenin zorbalıklarından sıyırmak değil mesele. Filmdeki gibi utangaçlığı aşmanın da bir yolu olabiliyorlar. Toplumsal
dile, alışkanlıklara, karaktere, beklentilere, kabullere, her türlü yerleşik hale gelmiş düşünceye ya da hisse karşı
araya mesafe koyarak daha özgür adımlar atabiliyorsun. Çok ilerilere sıçramak için geriye doğru bir iki adım atıp engelin üstünden sıçramak gibi görüyorum metafor kullanımını.
Metaforun yaşamlarımızdaki yerine dair askere gitmeden önce Tolkien ile Edith'in şu diyaloğu önemli mesajlar veriyordu:
-It's the “Ascanius"
-Sounds like something out of one
of your stories.
-Yes. Pity the poor
citizens of the kingdom of Ascanius.
-Why shall we pity them?
-For their terrible history. For
their shame.Their regrets.They should forgive themselves. They can't.”
Bu arada metafor ile alegori farkını da bir ara konuşmak isterdim, hatta bunlara bir de analojiyi ekleyebiliriz. Yanlış kullanılıyorlar genelde
Fellowship vs Friendship
Seyrederken artık nereden estiyse aklıma
geldi . Bence iki kavram arasında şöyle bir fark var. Fellowship belli bir amaç, ideal, hedef, iş
etrafında birliktelik anlamını veriyor. Zaten "Fellowship" İngilizce’de meslektaş anlamında da kullanılıyor. Örneğin savaşta bir askeri timin
üyeleri arasında buna benzer bir ilişki var. Tematik bir arkadaşlık gibi. Belki "görevdaşlık" gibi bir kelime uydurulabilir. "Kader birliği" deyimi de yakın bir anlama sahip Türkçe'de. Ya da abuk sabuk şeyleri çağrıştırsa da "ülküdaşlık" kelimesi akla geliyor. Arkadaşlık ise mutlaka belli bir ya da birkaç ortak
amaç veya görev gerektirmiyor. Ortak ilgi alanları ya da mekansal yakınlık yetiyor.
Türkçe’ye gelirsek “Yüzük Kardeşliği” deyince arkadaşlığın da
ötesinde bir bağ, yakınlık anlamına geliyor ki kelime olarak orjinalinden biraz
kaymış gözükse dahi bence “kardeşlik” hikayeye daha çok yakışıyor ve harika bir çeviri .
Diğer dillere baktım, nasıl çevrilmiş diye. Fransızca ve
Almanca çeviriler “Communauté de
l'anneau” ve “Die Gemeinschaft des
Ringes”. Kardeşlikten ziyade grup arkadaşlığı, “yüzük birlikteliği” gibi
bir anlama geliyorlar. Ruslar ise bizim gibi kardeşlik kelimesini seçmişler (Братство кольца).
Hepimiz günlük hayatta birbirimize çeşitli dileklerde
bulunuyoruz. Bazısı bunu dinle harmanlayıp dua formunda söylüyor, bazısı daha
nadini terimlerle ifade ediyor ama ikisinde de ortak bir samimiyetsizliğe çok
rastlıyorum, o da laf olsun diye söylenmeleri. Burada bunun söylenmesi gerekirdi diye düşünüp dillendirilen dilekler.
Bence iyi bir dileğin samimiyeti ve kıymeti için en büyük
ipucu özgünlüğü. Ama öyle bir özgünlük ki farklı olsun diye de söylenmemiş
olacak, tanışıklığın özüne dair bir şeylere vurgu yapacak. Bu özgünlük ve
samimiyet ilişkisi pek çok olayda geçerli. Özgün bir hediyenin de daha samimi
olduğunu düşünürüm mesela. Ya da diyelim ki bir film hakkında konuşuyorsunuz
birisiyle, basmakalıp sözleri tekrarlayan birisini dinlemek bana fenalık
getiriyor. Hep aynı terane. En basiti şimdi bu filmle ilgili yazılan yazılara
bir bakın, çoğu birbirine benzer laflar edilecek, kadronun işleri IMDB’den
sıralanacak ve klişe laflarla eleştiri getirilecek. Esas değerli kısımlar fark
edilmeyecek bile. Kurulması gereken bağlantılar es geçilecek, hiç
konuşulmayacak.
Bu kadar laftan sonra şuraya geleceğim, filmde dörtlü
arkadaş klübünün Tolkien’a en yakın olan şair
üyesi Geoffrey yaralı geldiği hastanede ölüyor ama öncesinde Tolkien’a bir
mektup yazıyor. O mektubun son cümlesinde arkadaşına veda olarak bir dilek
yazmış. İşte o dilek insanın tüylerini diken diken edecek kadar samimi ve
özgündü:
“May u say the things I have tried to say, long after I’m not there to
say”
Size hiç bu kadar güzel dilekte bulunan bir arkadaşınız oldu
mu? Zihinsel yakınlık hissettiğin birine ne güzel bir uzun ömür dileği. Bu çok
başka bir uygarlık seviyesi.
Bir şey söyleyeyim mi, hayatta bu inceliği yakalayın da
ister 40 ister 140 sene, ister fakir ister zengin yaşayın fark etmez. TR’de bir
emekli aylığı ve başını sokacak bir evinin olmasını ifade eden “kendini kurtarmak” aslında budur işte.
“Theory of
Everything” filmi yine Stephen Hawking’in eşiyle ilişkisine ve gençliğine
odaklanıyordu ama adamın fiziksel limitlerine karşın daha sürükleyici bir
kurguya sahipti. “A Beautiful Mind” çoğu
insanın tanımadığı John Nash’in
rahatsızlığına yoğunlaşmış ve ortaya klasikler arasına giren epik bir film
çıkmıştı. BBC yapımı “Creation” filmi Charles Darwin’in karısıyla ve ailesiyle ilişkisini öne çıkaran ama
bu filmden daha ilginç olmayı başarabilen bir başka çalışmaydı. Dolayısıyla
tekerlekli sandalyeye mahkum, konuşamayan ve konuşsa bile söylediklerini çoğu
insanın anlayamayacağı bir adamın hayatı bile daha sürükleyici anlatılırken, bu
filmin kötü bir iş olmamakla birlikte potansiyelinin değerlendirilemediğini
düşünüyorum.
Filmin başarılı olup olmadığını net anlayabilmek için şu
sorunun sorulması şart: “John Nash’i
tanımadan ‘A Beautiful Mind’ filmine
hayran olduk. Peki bu filmde Tolkien
değil de mesela tanımadığmız bir yazarın hayatı anlatılsa filmi seyreder ya
da sever miydik?”.
Bence çoğumuz seyretmez, seyredenler de pek beğenmezdi. Benzerleri hatta çok daha iyileri olan, “düzgün
ama dümdüz” bir film denirdi. Hem sinema hem de grafik roman cephesindeki
biyografik ürünlerin yükselişine ciddi bir katkısı gözükmüyor.
Son kertede kabul edelim ki filmin en büyük albenisi, “Tolkien” ismi.
Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.