26 Haziran 2019 Çarşamba

Rüzgarın Hatıraları (Memories of the Wind) (2015)

İkinci dünya savaşı yılları. TR’de Sovyet karşıtı devlet destekli kışkırtmalar ve kırımlar ayyuka çıkar. Çevirmen, şair ve ressam Ermeni Aram (Onur Saylak) çıkardığı dergiden ötürü polisin hedefi olur. Bunlar yetmezmiş gibi varlık vergisi eziyeti başlar. 1915 tehcirine dair kabuslaşmış anılar Aram’ın düşüncelerini amansızca kemirirken, devletin bitmek bilmeyen düşmanlığı bir kez daha saldırganlaşır. Sovyet Gürcistan’ı sınırındaki bir dağ köyüne kaçarak biri Rus (Meryem-Sofiya Khandamirova) diğeri Türk (Mikail-Mustafa Uğurlu) bir ailenin yanına sığınıp, beklemeye ve düşünmeye başlar.

Defalarca seyrettiğim “Sonbahar” filminden tanıdığım Özcan Alper’in filmi. Başrolde yine Onur Saylak var. İkisi de sevdiğim sinema sanatçıları. Mustafa Uğurlu yine harika oynuyor. "Hırsız Polis"in unutlmaz "Aksak"ı Murat Daltaban ve Menderes Samancılar ekrana yakışıyor. Her zamanki gibi filmden yola çıkarak konuşmak istediğim birkaç konu seçtim, onlardan bahsedeceğim.


Ermeni Meselesi, Soykırım Siyaseti, Devlet ve Toplum
Aram’ın kaçmadan önce adada Zehra’yla konuşmasından bir cümle önemli:

“Kendimizi kandırıyoruz Zehra. Bu dergi olmasa başka bahane bulacaklar. Zaten mesele çıkardığımız dergide değil ki…”

Açıkça düşündüklerimi yazdıkça rahatlıyorum. Yine öyle yapacağım. Ermenileri 1915 tehciriyle çoluk çocuk kovaladık. Efendim isyan ediyorlardı, arkadan vuruyorlardı. Doğru, bağımsızlık kışkırtmasıyla fırsatçılık yapmaya kalkanları oldu ve karşılıklı kabul edilemez katliamlar yapıldı. Benim anlamadığım şu, niye sadece gençlerden eli silah tutanları ve erkeklerini sürmedik? Kadınlar ve çocuklardan kalmak isteyenleri burada tutabilirdik. Kaçınılmaz bir ölüme yollamak niye? Bugün Suriyeli’lere gösterilen “din kardeşliği”ne dayandırılan ensar ruhu neden onlara gösterilmedi? Çünkü yüzyıllardır “din partizanlığı” vicdanın yerine kullanılır oldu bu topraklarda. Üstelik din dedikleri de alçakça bir çıkar ortaklığı. Niye onların kadınlarına, çocuklarına, yaşlılarına merhametli davranmadık? Bunu yapabilirdik pekala. Bence topyekün göndermek işimize geldi, biz de fırsatçılık yaptık, Aram’ın dediği gibi aranan bahane bulundu ve toplum ayıklanmış oldu.


Diğer yandan yine arada kalıyorum çünkü bunun bir soykırım olduğuna da katılmıyorum. O tanım dünyada tartışmalı ve sorunlu. Her savaşan ya da birbirini öldüren iki millet için biri diğerine soykırım yaptı demeye başlarsak işin cılkı çıkar. Naziler her işgal ettiği ülkede Yahudileri ayırıp topladı ve işkencelerle öldürdü. Bu farklı bir sistematik yaklaşım ve soykırım. Dünyada Yahudi soyunu bitirmeye yönelik bir katliam dizisi var karşımızda. Yine İspanyolların Güney Amerika'ya çıkar çıkmaz gittikleri her yerde sistematik olarak tüm yerli halkı katletmesi bana göre soykırım. Ama mesela Sırpların topraklarını işgal etmek için Boşnakları öldürmesi, Japonların Çin’i işgal edince yaptıkları bana göre soykırım değil, mass killing, mass slaughter, massacre gibi kelimelerle ifade edilebilir. Yani kitlesel katliam. Korkunç olaylar ve tam bir vahşet. En ağır şekilde cezalandırılmalılar ama bunun için soykırım kelimesine ihtiyaçları yok. 


Yaşatmayan Yabancı Düşmanlığı 
Varlık vergisi vermeyenleri çalışma kamplarına göndermek! Sonrasında Rumlara 6-7 Eylül olaylarıyla yapılanlar! Mükellefiyet zulmü! Madımak otelinde canlı canlı yakılarak katledilen canlar! Bunlar bitti, geçmişte kaldı zannetmeyin, aynı anlayış bugün de devam ediyor. Hoşuna gitmeyen her muhalife Gülenci damgası vurup ya zindanlarda süründüren ya da yaşamlarını zindana çeviren AKP zihniyetiyle hiçbir farkı olmayan zalimlikler aslında. Aynı fırsatçılık aynı bahaneler. Günah keçisi yapıp ülkeden gönderebilecek ne Ermeni ne Rum azınlık kalmayınca şimdi Cumhuriyetçileri “azgın azınlık” olarak niteleyip namussuzca kin kusan bir alçaklık. “Çete devletin” son marifeti. Bu daralma ve daraltma böyle devam edecek gibi gözüküyor. En sonunda kendi kanından, ailesinden olmayan herkesi ikinci sınıf insan yerine koyan bir ortaçağ mutlakiyetine kadar yolu var bu zalimliğin.      


Birlik ve beraberliğin avladığı kaçak yaşamlar 

Aram: “Nasıl bir hayat hangi toprağa bağlar beni…”

Aram: “Kimsin sen? Hiçbir yere ait değilsin. Yersiz yurtsuzsun. Varlığım bir misafir gibi yaşamaya daha ne kadar devam edecek?”   

Masis Aram'a: “Ak sürüdeki kara koyun gibisin sen, nereye gitsen bilinirsin, tanınırsın”

Meryem: “Aram, bu ormanda daha ne kadar kalabilirsin bu halde?”

Aram: “Rüzgarı kemiriyor gözyaşları. Ağıttan başka bir şey duyulmuyor”

Film William Faulkner’dan, aşağı yukarı filmin ana teması hakkında fikir veren bir sözle açılıyor.

“The past is never dead. It is not even passed.”

Bir sıkışmışlık var filmin insanlarında. Meryem, Mikail, Aram hepsi sıkışmış kalmış. Bozuk bütünün boğduğu bireyler. Birlik ve beraberliğin avladığı kaçak yaşamlar. 


Kendisini seçilmiş, Tanrılarının kayırdığı bir millet olarak gören barbar toplumların içinde yaşamak zor. Konuşsan ayrı konuşmasan ayrı dert. Ahmaklıklarını mı anlatacaksın alçaklıklarını mı? Devletin müdahalesine fırsat kalmıyor çoğunlukla, hani “babasının oğlu” derler ya, “devletinin halkı” sana her adımında “yabancılığını” hissettiriyor. Davranış ve düşünce paternlerinin farklı olması ve yaşamak için mecbur olduğun sosyal ilişkiler bir müddet sonra işkenceye dönüşüyor ve insanlardan iyice soğuyorsun. Uygar bir toplumun içinde sergileyeceğin potansiyelin çok uzaklarına savrulduğunun farkına vardıkça kederin seni daha fazla boğuyor. Çekiliyorsun.  Çentik çentik kemiriliyorsun.   


“Тёмная ночь”
Bir sahnede sabah Meryem sırtını o eski model radyolardan birine vermiş memleketinden bir şarkı dinliyor. Nefis bir parça. Burada anmak isterim. İsmi “Тёмная ночь”, “Два бойца” (1943) (iki asker)  filmindeki iki askerden birini oynayan Mark Bernes’in vokaliyle meşhur olan bu şarkının bestecisi Nikita Bogoslovsky.

Cephede ailesine özlem duyan, sevdiklerine hasretini mısralara döken bir konusu var. Meryem ve Aram karakterlerinin yurtlarından kaçmak zorunda kalmış sağ kalmaya çalışan insanlar olduğunu düşündüğünüzde,  evde yalnızken bu şarkıyı dinlemeleri ayrı bir anlam, derinlik ve duygu katıyor filme. Daha ilk mısradaki “Steplerde rüzgarın hışırtısı yerine sadece mermilerin vızıltısı duyuluyor” vurgusu bile içinde bulundukları habis ortamın şarkı yoluyla dillendirilen bir yansıması gibi. Karanlığın hüküm sürdüğü bir çevrenin ortasında kısılıp kalmışlar.

Konuştukça canım birkaç Rus filmi yazmak istedi gelecek günlerde. Özlemişim. 



Petrus van Schendel 

Sinematografi
Filmin görüntü yönetmeni Andreas Sinanos. Ağırlıklı olarak puslu dış mekanlar ve lamba ışığında yarı aydınlık iç mekanlar kullanılmış. Özellikle kulübenin içindeki portre benzeri sahnelerde Chiaroscuro resim tarzını akla getiriyor. Geçenlerde rastladığım Van Schendel’in “mum ışığı etrafında insanlar” temalı resimlerinin "lambalı" versiyonları gibi. Hem iç hem de dış mekanlarda puslu, buğulu, belirsiz bir ortam var. Karakterlerin iç ve dış dünyalarının sıkışmış belirsizliği görsel olarak dar mekanlar ve bulanık görüntülerle iyi verilmiş.

Sevdim, tavsiye ederim. Özcan Alper'i takibe devam. Şarkıyla bitirelim:

Темная ночь только пули свистят по степи
Только ветер гудит в проводах тускло звезды мерцают
В темную ночь ты любимая знаю не спишь
И у детской кроватки тайком ты слезу утираешь
Как я люблю глубину твоих ласковых глаз
Как я хочу к ним прижаться сейчас губами
Темная ночь разделяет любимая нас
И тревожная черная степь пролегла между нами
Верю в тебя в дорогую подругу мою
Эта вера от пули меня темной ночью хранила
Радостно мне я спокоен в смертельном бою
Знаю встретишь с любовью меня что б со мной ни случилось
Смерть не страшна с ней не раз мы встречались в степи
Вот и теперь надо мною она кружится
Ты меня ждешь и у детской кроватки не спишь
И поэтому знаю со мной ничего не случится









Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...