İkinci dünya savaşı yılları. TR’de Sovyet karşıtı devlet
destekli kışkırtmalar ve kırımlar ayyuka çıkar. Çevirmen, şair ve ressam Ermeni
Aram (Onur Saylak) çıkardığı dergiden ötürü
polisin hedefi olur. Bunlar yetmezmiş gibi varlık vergisi eziyeti başlar. 1915 tehcirine
dair kabuslaşmış anılar Aram’ın düşüncelerini amansızca kemirirken, devletin
bitmek bilmeyen düşmanlığı bir kez daha saldırganlaşır. Sovyet Gürcistan’ı sınırındaki
bir dağ köyüne kaçarak biri Rus (Meryem-Sofiya Khandamirova) diğeri Türk (Mikail-Mustafa Uğurlu)
bir ailenin yanına sığınıp, beklemeye ve düşünmeye başlar.
Defalarca seyrettiğim “Sonbahar”
filminden tanıdığım Özcan Alper’in
filmi. Başrolde yine Onur Saylak
var. İkisi de sevdiğim sinema sanatçıları. Mustafa
Uğurlu yine harika oynuyor. "Hırsız Polis"in unutlmaz "Aksak"ı Murat Daltaban ve Menderes Samancılar ekrana yakışıyor. Her zamanki gibi filmden yola çıkarak konuşmak istediğim birkaç konu seçtim, onlardan bahsedeceğim.
Ermeni Meselesi, Soykırım Siyaseti, Devlet ve Toplum
Aram’ın kaçmadan önce adada Zehra’yla konuşmasından bir
cümle önemli:
“Kendimizi kandırıyoruz Zehra. Bu dergi olmasa başka bahane
bulacaklar. Zaten mesele çıkardığımız dergide değil ki…”
Açıkça düşündüklerimi yazdıkça rahatlıyorum. Yine öyle
yapacağım. Ermenileri 1915 tehciriyle çoluk çocuk kovaladık. Efendim isyan
ediyorlardı, arkadan vuruyorlardı. Doğru, bağımsızlık kışkırtmasıyla
fırsatçılık yapmaya kalkanları oldu ve karşılıklı kabul edilemez katliamlar yapıldı. Benim
anlamadığım şu, niye sadece gençlerden eli silah tutanları ve erkeklerini
sürmedik? Kadınlar ve çocuklardan kalmak isteyenleri burada tutabilirdik. Kaçınılmaz bir ölüme yollamak niye? Bugün Suriyeli’lere gösterilen “din
kardeşliği”ne dayandırılan ensar ruhu neden onlara gösterilmedi? Çünkü
yüzyıllardır “din partizanlığı” vicdanın yerine kullanılır oldu bu topraklarda. Üstelik din dedikleri de alçakça bir çıkar ortaklığı. Niye onların kadınlarına, çocuklarına, yaşlılarına merhametli davranmadık? Bunu
yapabilirdik pekala. Bence topyekün göndermek işimize geldi, biz de fırsatçılık
yaptık, Aram’ın dediği gibi aranan bahane bulundu ve toplum ayıklanmış oldu.
Diğer yandan yine arada kalıyorum çünkü bunun bir soykırım olduğuna da katılmıyorum. O
tanım dünyada tartışmalı ve sorunlu. Her savaşan ya da birbirini öldüren iki millet için biri diğerine
soykırım yaptı demeye başlarsak işin cılkı çıkar. Naziler her işgal ettiği
ülkede Yahudileri ayırıp topladı ve işkencelerle öldürdü. Bu farklı bir sistematik
yaklaşım ve soykırım. Dünyada Yahudi soyunu bitirmeye yönelik bir katliam
dizisi var karşımızda. Yine İspanyolların Güney Amerika'ya çıkar çıkmaz gittikleri her yerde sistematik olarak tüm yerli halkı katletmesi bana göre soykırım. Ama mesela Sırpların topraklarını işgal etmek için Boşnakları
öldürmesi, Japonların Çin’i işgal edince yaptıkları bana göre soykırım değil, mass
killing, mass slaughter, massacre gibi kelimelerle ifade edilebilir. Yani kitlesel katliam. Korkunç olaylar ve
tam bir vahşet. En ağır şekilde cezalandırılmalılar ama bunun için soykırım
kelimesine ihtiyaçları yok.
Yaşatmayan Yabancı Düşmanlığı
Varlık vergisi
vermeyenleri çalışma kamplarına göndermek! Sonrasında Rumlara 6-7 Eylül olaylarıyla yapılanlar! Mükellefiyet zulmü! Madımak otelinde canlı canlı yakılarak
katledilen canlar! Bunlar bitti, geçmişte kaldı zannetmeyin, aynı anlayış bugün
de devam ediyor. Hoşuna gitmeyen her muhalife Gülenci damgası vurup ya zindanlarda süründüren ya da yaşamlarını zindana
çeviren AKP zihniyetiyle hiçbir farkı olmayan zalimlikler aslında. Aynı
fırsatçılık aynı bahaneler. Günah keçisi yapıp ülkeden gönderebilecek ne Ermeni
ne Rum azınlık kalmayınca şimdi Cumhuriyetçileri “azgın azınlık” olarak niteleyip namussuzca kin kusan bir alçaklık.
“Çete devletin” son marifeti. Bu daralma ve daraltma böyle devam edecek gibi gözüküyor. En sonunda kendi
kanından, ailesinden olmayan herkesi ikinci sınıf insan yerine koyan bir
ortaçağ mutlakiyetine kadar yolu var bu
zalimliğin.
Birlik ve beraberliğin avladığı kaçak yaşamlar
Aram: “Nasıl bir hayat hangi toprağa
bağlar beni…”
Aram: “Kimsin sen? Hiçbir yere ait
değilsin. Yersiz yurtsuzsun. Varlığım bir misafir gibi yaşamaya daha ne kadar
devam edecek?”
Masis Aram'a: “Ak sürüdeki kara koyun
gibisin sen, nereye gitsen bilinirsin, tanınırsın”
Meryem: “Aram, bu ormanda daha ne
kadar kalabilirsin bu halde?”
Aram: “Rüzgarı kemiriyor gözyaşları.
Ağıttan başka bir şey duyulmuyor”
Film William Faulkner’dan, aşağı yukarı filmin ana teması
hakkında fikir veren bir sözle açılıyor.
“The past is never dead. It is not even passed.”
Bir sıkışmışlık var filmin insanlarında. Meryem, Mikail,
Aram hepsi sıkışmış kalmış. Bozuk bütünün boğduğu bireyler. Birlik ve
beraberliğin avladığı kaçak yaşamlar.
Kendisini seçilmiş, Tanrılarının kayırdığı bir millet olarak
gören barbar toplumların içinde yaşamak zor. Konuşsan ayrı konuşmasan ayrı
dert. Ahmaklıklarını mı anlatacaksın alçaklıklarını mı? Devletin müdahalesine
fırsat kalmıyor çoğunlukla, hani “babasının oğlu” derler ya, “devletinin halkı”
sana her adımında “yabancılığını” hissettiriyor. Davranış ve düşünce
paternlerinin farklı olması ve yaşamak için mecbur olduğun sosyal ilişkiler bir
müddet sonra işkenceye dönüşüyor ve insanlardan iyice soğuyorsun. Uygar bir toplumun
içinde sergileyeceğin potansiyelin çok uzaklarına savrulduğunun farkına
vardıkça kederin seni daha fazla boğuyor. Çekiliyorsun. Çentik çentik kemiriliyorsun.
“Тёмная ночь”
Bir sahnede sabah Meryem sırtını o eski model radyolardan
birine vermiş memleketinden bir şarkı dinliyor. Nefis bir parça. Burada anmak
isterim. İsmi “Тёмная ночь”, “Два бойца” (1943) (iki asker) filmindeki iki askerden birini oynayan Mark Bernes’in vokaliyle meşhur olan bu
şarkının bestecisi Nikita Bogoslovsky.
Cephede ailesine özlem duyan, sevdiklerine hasretini
mısralara döken bir konusu var. Meryem ve Aram karakterlerinin yurtlarından
kaçmak zorunda kalmış sağ kalmaya çalışan insanlar olduğunu
düşündüğünüzde, evde yalnızken bu
şarkıyı dinlemeleri ayrı bir anlam, derinlik ve duygu katıyor filme. Daha ilk
mısradaki “Steplerde rüzgarın hışırtısı yerine
sadece mermilerin vızıltısı duyuluyor” vurgusu bile içinde bulundukları
habis ortamın şarkı yoluyla dillendirilen bir yansıması gibi. Karanlığın hüküm
sürdüğü bir çevrenin ortasında kısılıp kalmışlar.
Konuştukça canım birkaç Rus filmi yazmak istedi gelecek günlerde. Özlemişim.
Konuştukça canım birkaç Rus filmi yazmak istedi gelecek günlerde. Özlemişim.
Petrus van Schendel |
Sinematografi
Filmin görüntü yönetmeni Andreas Sinanos. Ağırlıklı
olarak puslu dış mekanlar ve lamba ışığında yarı aydınlık iç mekanlar
kullanılmış. Özellikle kulübenin içindeki portre benzeri sahnelerde Chiaroscuro resim tarzını akla getiriyor. Geçenlerde rastladığım Van Schendel’in “mum ışığı
etrafında insanlar” temalı resimlerinin "lambalı" versiyonları gibi. Hem iç hem de dış mekanlarda puslu, buğulu, belirsiz bir ortam var. Karakterlerin iç ve dış dünyalarının sıkışmış belirsizliği görsel olarak dar mekanlar ve bulanık görüntülerle iyi verilmiş.
Sevdim, tavsiye ederim. Özcan Alper'i takibe devam. Şarkıyla bitirelim:
Темная ночь только пули свистят по степи
Только ветер гудит в проводах тускло звезды мерцают
В темную ночь ты любимая знаю не спишь
И у детской кроватки тайком ты слезу утираешь
Как я люблю глубину твоих ласковых глаз
Как я хочу к ним прижаться сейчас губами
Темная ночь разделяет любимая нас
И тревожная черная степь пролегла между нами
Верю в тебя в дорогую подругу мою
Эта вера от пули меня темной ночью хранила
Радостно мне я спокоен в смертельном бою
Знаю встретишь с любовью меня что б со мной ни случилось
Смерть не страшна с ней не раз мы встречались в степи
Вот и теперь надо мною она кружится
Ты меня ждешь и у детской кроватки не спишь
И поэтому знаю со мной ничего не случится
Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.