“A la base, j'étais graphiste en
freelance dans la pub. J'ai commencé par faire un album de BD dans mon coin, tout seul, juste pour voir si j'étais
capable de le faire jusqu'au bout, si je pouvais tenir pendant un an sur un
récit. Je l'ai fait, je l'ai mis dans un tiroir et j'ai continué à bosser dans
la pub. Au bout d'un moment, je me suis décidé à l'envoyer à un éditeur, pour
voir si ça pouvait marcher, si ça allait plaire. J'ai envoyé le manuscrit et ai été publié 15
jours après.”
Chabouté’nin çizgiromana
nasıl başladınız sorusuna verdiği yanıt bile bu çizgiromanın yaratılış
öyküsü hakkında ipuçları içeriyor.
“Başlangıçta bir barda freelance
grafikerdim. Yapayalnız kendi
köşemde bir albüm yapmaya giriştim, sonuna kadar sürdürebilir miyim, bir hikaye
üzerinde bir sene boyunca çalışabilir miyim, denemek istedim. Sonunda
yapabildim ve bitirdiğim ÇRı bir çekmeceye kaldırdıktan sonra barda çalışmaya
devam ettim. Bir ara bir yayıncıya gönderip şansımı deneyeyim dedim, bakalım
beğenecekler miydi. Gönderdikten 15 gün sonra yaptığım çizgiroman
yayınlanmıştı”
Chabouté ilgiyle takip ettiğim 3-5 çizgiroman sanatçısından
biri. Tanışıklığım epey eskiye dayanıyor, biri dışında Fransa'da yayınlanmış tüm albümlerini okudum. Geçen gün
Hayalkahvem (link) “Yapayalnız çıkmış!” diye mesaj atınca birkaç yıl önce yazıp sonra
rafa kaldırdığım ve unuttuğum bir yazıyı elden geçirip nihayet yayınlamaya
karar verdim. Bu aralar fazla ÇR okumasam da bu konuda bir yazı Türkçe nette
bulunsun.
Kısaca konusunu verelim. Yüzü deforme olduğu için
ebeveynlerinin incinmesin diye kayalıklar üzerindeki bir deniz fenerinde
insanlardan uzak tuttuğu orta yaşlarda bir adamın onların vefatından sonra
sürdürdüğü rutin, sıradışı ve yapayalnız yaşam konu ediliyor. Öyle böyle bir yalnızlık değil ama. Kıskıvrak bir yalnızlık. Katıksız bir yalnızlık. Tercih edilmiş değil içine doğulmuş, kaskatı kesilip çakılakaldığın türden bir yalnızlık bu.
Geçen seferki yazıda
(link) Chabouté’ye fazla yer ayırmamış,
ÇRa odaklanmıştım. Bu sefer
Christophe
Chabouté’den de (Kristof Şabute) bahsedelim. Genç gösteriyor ama 1969
doğumlu. Evli.
Île d'Oléron’da, yani
Fransa’nın gözden uzak bir köşesinde, adada yaşıyor. Bir pub’da grafiker olarak
çalışırken ÇR piyasasına girmiş ve hoşuna gidince devam etmiş. Her ne kadar
kendisi söyleşilerden nefret etse de, röportajlarından anahtar kısımların derlemesiyle
bu farklı ve “yapayalnız” çalışan çizgiromancıyı daha yakından tanıyalım:
Çizgiroman konusunda bir
eğitiminiz var mı?
Birkaç yere devam ettim ama
hiçbirini sonuna kadar götürmedim.
Niye hep hüzünlü, acıklı
hikayeler anlatıyorsunuz?
Mutluluğu anlatmak zor. Çok
isterdim ama henüz kendimi bu konuda yeterli görmüyorum
Albümlerinizde yazıya fazla
başvurmuyorsunuz?
Çizgiroman hem yazıyı hem de resmi
kullanmaya imkan tanıyor. Söylemeyi
beceremediğimi resimle, resmetmeyi beceremediğimi de yazıyla vermeye
çalışıyorum. Resim yetiyorsa, yazıyla kalabalık etmeye gerek görmüyorum.
Diğer yandan yazıları okurun
kendi kafasında eklemesi belki de daha iyi bir şey olabilir. 350 sayfa hiç
konuşma olmayan bir albüm yayınladığımda okurlar bana kendi kafalarında
uydurdukları diyalogları söylemişlerdi. Bu şekilde okura yapacak bir şeyler
bırakmayı seviyorum. Son tahlilde, resimle
anlatmayı, yazıyla anlatmaktan daha çok sevdiğimi düşünüyorum.
Çalışma metodunuz nasıl?
Aşamaları var. Önce senaryoyu
büyük ölçüde bitiririm. Sonra albümün tamamının storyboard’unu hazırlarım.
Sonra çizimler, sonra da çinileme gelir. Çinileme sürecinde genelde bir sonraki
albümün çalışmaları da bir yandan başlamış olur. Tek çalıştığım için düzenli gitmem lazım. Ayrıca resimlemeye
geçmeden hikayenin ne olacağı, nereye gideceği büyük oranda bellidir.
Hep tek başınıza çalışıyorsunuz.
Başkalarıyla ortak projelerde yer almayı istemiyor musunuz?
Hayır. Başkalarıyla tutuk
hissediyorum, özgür değilmişim gibi geliyor. Anlatacak kendi hikayelerim var ve
bunlar olduğu sürece tek başıma devam edeceğim. Benim kendi kendime olmam lazım, o serbestliğe ihtiyacım var. Tabii
yalnız olunca her işinizi kendiniz halletmek zorundasınız ve bu da bazı şeyleri
öğrenmek zorunda kalmanıza neden oluyor.
Kimlerden etkilendiniz?
Siyah-beyaz çalışan çoğu ÇRcıdan.
Pratt, Baru, Breccia, Comes, liste o kadar uzun ki. Ama ciddi bir etkisi oldu
diyebileceğim birisi yok. Her şeyden beslenmeye çalışıyorum: sinema, fotoğraf,
müzik. Her alandan alınacak bir şeyler var. Kendimi sadece ÇRla sınırlamak
istemiyorum.
|
solda. Chassiron deniz feneri |
Peki Chabouté, “Tout Seul” hakkında neler söylüyor:
Bu albümün çıkış noktası ne oldu?
“Yaklaşık 10 yıl önce biri bir soru sormuştu: Issız bir adaya yanında hangi kitabı götürürsün? Cevap vermek için
10 yıl bekledim ve 376 sayfalık bir albümle yanıtlamış oldum. Uzun zamandır
süreci devam eden bir çalışmaydı, bir sürü not birikti, hayal gücü ve yalnızlık
konuları üzerinde kafa yordum. Zaten ben
de ‘yapayalnız’ çalışan biriyim. Masamda, atölyemde, boş beyaz sayfalara
karşı yapayalnızım. Yavaş yavaş biriktire biriktire deniz kıyısına taşınana
kadar süreç devam etti ve o noktada belki de iyot kokusunun etkisiyle son
halini aldı.
Aslında 400-500 sayfaya kadar kendime
izin vermiştim ve gidişata göre karar verecektim. Neticede bir sözlüğün bu
hikayedeki gibi bir rolü olduğunda ve böyle bir öykü anlattığınızda istediğiniz
kadar uzatabilirsiniz ama 376 sayfada karar kıldım. Yoksa bıraksam 2000 sayfa bile çıkardı.
Peki bu projeye yayıncınız nasıl
yaklaştı?
Hemen okeylediler. Vents d’Ouest ile çalışmak büyük şans,
bana gerçekten güveniyorlar. Teknik sınırlamalar da vardı aslında, 400 sayfaya
yakın bir albüm yaptığınızda fiyatı da ona göre oluyor. Benim isteğim küçük
formatta olması ve insanların yatarken rahatça okuyabilecekleri ebatta
çıkmasıydı.
Yapım aşamasında deniz
fenerlerini ziyaret ettiniz mi?
Deniz fenerleriyle ilgili
kitaplar okuyup o yaşamı öğrenmeye çalıştım. Hikaye açısından bu okumalar bir
şey katmadı ama atmosfer konusunda yardımcı oldular. Model aldığım deniz feneri
ise Chassiron feneri oldu. Zaten
yaşadığım yerde olduğundan ziyarette zorlanmadım. Yalnız bu fener biraz içerde
olduğu için maketini yaparak çizimlerde kullanacağım üç boyutlu modeli elde
etmiş oldum. Ben de adada yaşadığım için deniz ve dalgaların insan üzerindeki etkisini
çok iyi hissedebiliyorum.
"Tout Seul" Tiyatro Uyarlaması
“Yapayalnız” çizgiromanı 2014 yılında tiyatroya da uyarlandı. Düşük bütçeli bir
prodüksiyondu ama ÇR uyarlamaları açısından bu denemeleri önemsiyorum. Projeyi sahneye koyan Nathalie Lhosta-Clos. Bir saate yakın süresi var.
Youtube’dan bakma fırsatım oldu. Bir eleştiri olarak
müziklerde sadece tuba’nın kullanılmasını
beğenmedim. Tuba bildiğin boru gibi bir sesi olan
tamamlayıcı bir enstrüman. Bu kadar dokunaklı ve duygulara hitap
eden bir eserde tuba’nın katkısının değil zararının olduğunu düşüyorum. Sesi
duyulduğu anda atmosferi dağıtıyor ve kulak tırmalıyor. Bir piyano ya da kemanın inceliği lazım bu
temsile
(link).
"İnsan bilmek isteyen
bir canlıdır”
“Qu’est-ce qui vous
ferait plaisir?
“Des images du monde.”
Geçtiğimiz aylarda Ahmet
Arslan isimli felsefecinin konuşmalarını dinledim. Televizyonda lafı eğip bükmeden dürüstçe konuşabilen nadir insanlardan biri. Aslında sırf bu bile başlı başına
bir övgüyü hak ediyor artık bu memlekette, düştüğümüz rezil hali siz anlayın.
Neyse, seminer gibi uzun konuşmalar bunlar. Youtube’da var. İlkçağ felsefesi’ni
ele alan 5 ciltlik bir kitap çalışması piyasada bulunabiliyor. Adam Aristo’dan
alıntılıyor ve diyor ki “İnsan doğal
olarak bilmek ister. En büyük özelliklerimizden biri bu, insan bilmek isteyen
bir canlıdır.” Aristo’nun yüzyıllar önce tüm bilgeliğiyle ortaya koyduğu bu
tespit çok doğru. Herkes için olmasa da en azından bir kısmımız için :)
|
Ahmet Arslan |
Bizler televizyon ya da bilgisayarın başındayken, fenerinde
tek başına oturan adamcağızın da akşamları uğraştığı bir meşgalesi var. “Bilmek”
güdüsünü tatmin ettiği bir kaynağa sahip. Kalın sözlüğünü iki eliyle tutup masaya bırakarak
bir nevi yaşamın tesadüfi tarafını simüle
edip, gözlerini kapadıktan sonra açılan sayfaların üzerinde bir noktaya işaret
parmağını götürüyor. Artık hangi maddeye denk geldiyse onu okuyor. Ama
günümüzün pozcuları gibi
“şunları
okuyorum bunları seyrediyorum, buraları geziyorum” demek için değil.
Okumakla kalmıyor üzerinde düşünüyor, kendi yaşamına uyarlıyor. Adeta ortaçağda
elinde tek bir yazma eser olan ve onu defalarca okuyan insanlar gibi
didik didik ediyor.
Tahayyül, tasavvur
ve taakkul aşamalarından geçip o sınırlı olanaklarıyla, çoğumuzdan çok daha
has bir
tefekkür gerçekleştirebiliyor.
Adamın hayal gücünün dış dünyayla en büyük bağlantısı elindeki o tek kitap ve
bunu o kadar iyi kullanıyor ki berbat şartlarına rağmen. Bilmek istemenin en yalın haline nefis bir örnek adamın çabası. Malumatfuruşluk yapmak için senede 50 kitap okuyacağına 20 tane oku, 100 tane film seyredeceğine 30 tane seyret. Ama okuduğunu, seyrettiğini doğru dürüst anla, düşün, değerlendir. Kendine kat. Hak ettiği zamanı ver. Yoksa
içerik sana ulaşmadıktan sonra, niceliği ne kadar arttırsan ve ortalıkta sallasan boş sevgili okuyucu.
“The Mountain” (1956)
diye burada da bahsettiğim bir film vardır
(link). Alp
dağlarında tek başına yaşayan yaşlı
Zacharia
kulübesinde yapayalnız otururken uzak ülkelere dair resimli kitapları büyük
bir iştahla okurdu. Çizgiromanda adamın tek başına sözlüğünü okuduğu karelere bakarken
aklıma onun çocuksu bir merakla ve bilme isteğiyle dolu gözleri geldi. Aynı ışığa unutulmaz
Goonies filmindeki
Sloth karakterinde de rastlamak mümkündü.
Evet, şartlar ne olursa olsun insan bilmek isteyen ve bu yolda ilerleyen bir canlı
olmalı. Biliyormuş gibi yapmaya çalışan değil.
Oltalar elimizde,
hayat denizinde nasibimizi arıyoruz
Yapayalnız, dış
dünyayla zihinsel olarak kitabı, fiziksel olarak da oltası aracılığıyla iletişim
kuruyor. Balık yerine ara sıra denize atılmış dış dünyaya ait eşyaları
yakaladığında o kadar seviniyor ki. Hepsini toplayıp oyuncak gibi odasında
biriktirmek en büyük hobisi. En sade haliyle verilmiş bu eylem aslında
daha sofistike olarak hepimizin yaşamlarında her gün tekrarlanıp duran iletişim
ve alışveriş döngüsünün ta kendisi. Sonsuz bir fiziksel ve zihinsel alışveriş
sürecimiz var dışımızdaki dünyayla. Her yeni gün oltayı atıyoruz yaşama. Bazen yüz para kazanıyoruz,
bazen 1 para bulamıyoruz. Bazen krallar gibi karşılanıyoruz bazen küfür kıyamet
kovuluyoruz. Güne dualarla değil de “rastgele”
diyerek başlamak en iyisi belki de. Aslında aynı kapıya çıkıyor ikisi de.
“Pathos” ve “Kavanozdaki Balık”
Yirmi sene önce falandı. Yurt dışında serserilik ediyorum.
Sevgilimle balık aldık, akşam yiyeceğiz. Bir ara mutfaktan beni çağırdı, setin
üstündeki balıkları gösterdi. Hiç aklımdan çıkmayan bir manzaradır hala.
Balıkların 3-5 tanesi resmen zıp zıp zıplıyor. Nasıl kendilerini yerden yere
atıyorlar anlatamam. Hele gözleri. O faltaşı gibi açık gözlerle sanki bize bakıp
yalvarıyorlar. O an korkunç hissetmiştim kendimi. Sanki bir ağaçtım ve tepeme
bir yıldırım düşünce göğsümde açılan yarıktan fırtına içime doluşup organlarımı
alt üst ediyormuş gibi bir haldeydim. Uyanış. Black Mirror dizisinin “Black
Museum” bölümünde TCKR
şirketinin yaptığı symphatic diagnoser
cihazını takmışım da o balıkların tüm hissetiklerini doğrudan ben de hissediyormuşum
gibi gözlerim kararmış, nefesim kesilmişti. Koştum bir torbaya su doldurdum,
hepsini oraya attım. Eve yarım saat mesafede bir nehir vardı, gittik oraya
bıraktık balıkları.
Bu olayı nereden hatırladım ve niye anlattım? ÇRdaki
Yapayalnız karakteri Türkçe edisyonun kapağında verildiği gibi ara sıra balık
tutup yiyor. Bir de masasında arkadaşı yaptığı bir balık var. Onunla da
sohbetleri oluyor. Neyse, bir gün yine tuttuğu balıkları yerken, akvaryumdaki
arkadaşının ona baktığını hissediyor. Sanki arkadaşımsın
ama benim kardeşlerimi yiyorsun der gibi baktığını düşünüyor. Canavar
dediklerinin hassasiyetine bak! Alıyor dünyayı tanıma oyunu oynadığı sözlüğü, kavanozunun
önüne koyup yerken görmesini engelliyor. Sonra da büyük bir düşüncesizlik
yaptığını hissederek, “Özür diliyor” arkadaşından. Bazısına aptallık gibi gelen
bu inceliklerin, insanın o bilinmezlikle dolu ve her daim şaşırtmaya devam eden
“pathos” mucizesinin en sıradışı ve
belki en de olağanüstü dışavurumu olduğuna bir kez daha bu ÇR aracılığıyla şahit
oluyoruz.
Çizgiromanda “Kavanozdaki
balık” ile adamın kesif yalnızlığı arasında kurulan paralellik, ister
istemez 11 yaşındaki Paloma’nın
kendisini kavanozdaki balığıyla bir tuttuğu ve bunun üzerine bir felsefe
geliştirdiği, defalarca seyrettiğim Fransız sinemasının unutulmaz şaheseri “Le Herisson” filmini hatırlattı. “Kavanozdaki balık” öğesinin anahtar rolü açısından bile bu iki eserin
mukayesesini yapmak çok ilginç olabilir. Evet, neden olmasın, bundan sonra o
filmden bahsedip bu karşılaştırma üzerine konuşmak geldi içimden. Program sil baştan :)
|
solda. Florea Paul Daniel'in resmi. sağda Yapayalnız'dan bir kare. |
“Eli Eli Lamma
Sabachtani”
Bu Chabouté yazısında geçen seferki gibi albümün ayrıntısına girmeden, bizdeki dandik ÇR camiasının fark etmesi zor bir ayrıntıyı buraya almakla yetineceğim. Çizgiroman içindeki karelerden birinde deniz fenerinin
dikine şekliyle üzerinden geçen bulutun yatay kesiti
İsa’nın Golgotha’da gerildiği
çarmıhı andıran bir görüntü oluşturuyor. Biliyorsunuz o çarmıhta çakılı kaldığı
anlar,
İsa’nın en “yapayalnız” olduğu anlardı. Hatta bana göre inanç konusunda
Muhammed’den daha ileri olan İsa’nın bile kafasını yukarı kaldırıp
“Eli Eli Lama Sabachtani” dediği İncil’de
geçer. Yani
“Tanrım, Tanrım, Beni neden
bıraktın?”. Bu açıdan baktığımızda
“Tout Seul” içerisinde böyle bir karenin
geçmesinin zekice ve tam yerini bulan bir
gönderme olduğunu düşünüyorum.
“Elephant Man” ve
Mutlu Son?
Albümün sonuna gelindiğinde “Yapayalnız” cesaret eder ve
kabuğunu kırmaya karar verir. Başka bir deyişle farklı dünyaları bizzat görmek
ister. Bavullarını toplar, tekneyi beklerken öykü sona erer. Peki sonrası? Sizce
doğru bir karar mıydı? Sizce bu mutlu son sayılabilir mi? Zombiler gibi deforme
yüze sahip bir insanın, üstelik 50 yaşında ilk kez tek başına toplum içine
çıkmasının nasıl travmatik etkileri olacağını düşünebiliyor musunuz? Sizce değer mi? Ben bu konuda kararsızım.
Romantizmin kanatlarıyla havalanarak işte
kendini buldu, zincirlerini kırdı, özgürlüğü seçti falan diye düşünmek çocuksu
geliyor. Kendimizi kandırmayalım, toplumun hali ortada. Bu barbar kalabalığın adamcağıza yaşatacaklarını hayal bile edemiyorum.
Tamam, yaşam keyif çatma yeri değil, mücadeleden ibaret bir köşe kapmaca ama bile
bile ıstıraba koşmak da akıllıca gelmiyor. Sanki mecbur olmadığı sürece ayda
bir iki kere dışarıdaki dünyayı ziyaret etse ve biraz tanısa daha mantıklı
olurdu. Bavulları toplayıp topyekün gitmesi
büyük bir hata ve korkunç bir trajedinin ilk adımı gibi geliyor. Diğer
yandan, ÇRın tamamını alegorik bir hikaye olarak alırsanız, bu spekülasyon ihmal
edilebilir elbette.
Aslında isterdim ki Chabouté tıpkı “Fables Ameres”de olduğu gibi ikinci bir albüm yapsın ve bu adamın
dış dünyada yaşadıklarını anlatsın. Eminim ki ilk albümle karşılaştırılamayacak
dramlarla dolu bir hikayeye şahitlik ederdik.
Chabouté bunu yapar mı yapmaz mı bilemem ama sinemada çok benzer
bir hikayede bu konu ve sonrasında olanlar işlendi. Hem de müthiş çarpıcı bir
üslupla. “Elephant Man” (1980) filminden
bahsediyorum. Bu çizgiromanı ilk okuduğumda hemen aklıma gelen o efsane film. Aynı
zamanda David Lynch’in ilk
işlerinden birisi. Film gerçek bir olayı anlatır ve John Hurt’ün ağır bir makyaj ve maskeyle canlandırdığı “John Merrick” isimli deforme vücutlu
adamla, Anthony Hopkins’in oynadığı
doktorun ilişkisi üzerinden halkın barbarlığı anlatılır. Hikayenin başında
doktorun John Merrick’i sirk canavarı olarak sergileyen adamın elinden kurtarıp
üniversiteye getirmesi aslında Chabouté’nin
ÇR’ındaki karakterin bavuluyla dış dünyaya açılışı gibi düşünebilirsiniz. David
Lynch canavar gibi bakılan karakterin toplum içine çıkışı ve gördüğü tepkileri
derinlikli ve gerçekçi bir dille anlatır ve ÇRdaki adamın feneri terk edişi
sonrası neler yaşayacağına dair güçlü bir öngörü sunuyor sayılabilir. Üstelik
John Merrick doktorun koruması altında dünyaya çıkmıştı, Yapayalnız ÇR’ında
böyle bir himaye de yok. En ufak bir üstünlük kurma fırsatını kaçırmayan, her
türlü farklılığı aşağılama sebebi sayan Sodomik bir toplumun böyle bir malzeme
bulduğunda nasıl bir toplu kötülük ayini başlatacağını o kadar iyi biliyorum
ki.
Yazıyı yine kara kalabalığın her türlü aşağılamasına maruz
kalmış bir başka “farklı” insanla, Tyrion
Lannister’la bitirelim. Bran’ın pencereden itildikten sonra komaya girmesi üzerine
Cersei çocuğun ölmesinin daha acısız olacağını söylediğinde, küçücük bedenine
sığmayan o büyük ruhuyla Tyrion şu cevabı veriyordu:
“I have to disagree. Death is so final, yet life is full of
possibilities.”
Evet, belki de o milyonda bir iyi ihtimalin peşinde koşması
gerekiyordur insanın. Ve ben sonunu karanlık görsem de “Yapayalnız” granit bir
tabut gibi içine sıkıştığı adadan, hücre hapsinde yaşadığı o daracık fenerden,
yani ufacık kavanozundan ne pahasına olursa olsun çıkıp, içinde minnacık da
olsa iyi ihtimalleri de barındıran devasa
bir olasılıklar denizine açılmaya karar vermekle, doğru olanı yapmıştır belki de.