LA MEMOIRE MORT (2000)
Senarist: Marc-Antoine
Mathieu
Çizer: Marc-Antoine
Mathieu
Işık: Christel Colas
GİRİŞ
“Bana kim olduğumu sordun. Gerçekten de ben kimim? Sana
cevap vereceğim ama önce size kim olduğunuzu söyleyeceğim. Neye dönüştüğünüzü
anlatacağım. Yaşadıklarımızdan bahsetmem gerekiyor çünkü hepiniz neler olduğunu
unutmuş gibisiniz. Hafızalarınızı tazelemek istiyorum. Belki beni
anlamayacaksınız. Önemli değil. Ben sizden sonrakiler için anlatacağım. Zaten
önemli olan hep onlardı.”
Tuhaf bir yapının tepesinde oturmuş bir adamın karşısındaki
telsiz benzeri cihazdan çıkan bu sözlerin ardından, koca bir kentin ve içini
dolduran insanların başına gelen felaketin hikayesi başlangıcından itibaren
okuyucuya bir bir anlatılır.
Fransızca’da “La memoire mort” hafızanın ölmesi anlamına
geldiği gibi, elektronik terminolojisinde ROM, yani bilgisayarların sabit
hafızası anlamına da geliyor. Dolayısıyla yazar albümün isminde kelime oyunu
yapmış (“pun”). Hem “hafızanın kaybedilişine” hem de “sabit bir elektronik
hafızaya” işaret eden bir isim. Konuyla da birebir örtüşüyor zaten.
MARC-ANTOINE MATHIEU
Marc Antoine-Mathieu takip ettiğim ilk 5 ÇR sanatçısı içinde
rahatlıkla sayabileceğim bir isim. Pek çok eserini okudum. Okumakla kalmadım
üzerinde düşündüm.Bazen yeniden okudum. Çünkü okuyup kenara bırakılacak albümler değil bunlar. İlginç bir olay
bulup öyküyü onun etrafında ilmek ilmek örmeyi seven bir yazar. Bazen bir
resmin gizemi çözülmeye çalışılır, bazen gerçekle düş birbirine karışır, bazen
bir rakamın içerdiği sırrın peşine düşülür. Bilmeceli bir anlatımı olduğu için
hikayeleri merak duygusunu kışkırtarak sürükler insanı. Fakat bundan daha ötesi
vardır hep. Katil kim diye merak ettirerek kendini okutan basit gizemlerden
ibaret değildir konu. Hikayenin bütünü fikirler ve eleştirilerle dolup taşar. Felsefeyi
temele koyup fantastikle normlardan uzaklaşarak yeni gerçeklerin çağrışımlarını davet eder. Okudukça kafanızda
kendi hayatınızla veya çevrenizle ilgili eşleşmeler oluşur ve çevrenizi kuşatan
“çıkmazların” farklı yüzleri sezilir. Konulara varoluşçu bir sorgulamayla
yaklaşırken bunu havada bırakmadan somutlaştırarak verecek kadar ustadır.
Protest’tir ama bunu akıllıca, içini doldurarak yapar. Kesinlikle sıradan
işlere imza atmaz. Her işinde bir yaratıcılık bulunur. Bazen sonu sizi tatmin
etmese de, sona gelene kadar verdikleri, sondan alacağınızı geçmiştir zaten. Bu
albümde ise finalin beni tatmin ettiğini söyleyebilirim.
Bir başka sevdiğim sanatçı olan Chabouté gibi Marc-Antoine Mathieu
de genelde siyah/beyaz çalışmayı sever. Chabouté daha duygusal ve sade eserlere
imza atarken, Mathieu’de bulmacalar yaratma, ilginç ve detaylı bir atmosfer kurgulama
gibi özellikler ağır basar. Bir Chabouté bir de Mathieu albümüne Larcenet’nin
son dönemini de eklediğinizde duygular
ve düşünceler arasında koca bir gün geçirebilirim.
KONU
Firmin Houffe isimli kadastro şefinin de içinde yaşadığı
kentte her şey otomatiğe bağlanmıştır. Tüm işleri ROM adı verilen merkezi
bilgisayar yürütür. Tüm yapılanları, davranışları, düşünceleri ve sözleri
içinde depolamakta, tasnif ve analiz ederek gündelik yaşamın devamını sağlayacak
kararları vermektedir. “Sonsuz” olarak tarif edilen kentte tüm binalar köşeli,
tüm sokaklar dikinedir. İnsanların hepsine dağıtılan telsiz benzeri
“karakutu”lar aracılığıyla seçimler de dahil tüm işler rahatça yürürken, artık
düşünmeye ihtiyaç bırakmayan bir hayat oluşuvermiştir kendiliğinden. Bir gün
kentin içinde nereden geldiği belli olmayan bir duvar belirir. Herkes
şaşkındır. Her yapının bir diğerine benzemesi gibi her günün de bir öncekine benzediği, düşünmeye ihtiyaç kalmamış ortamda insanlar afallar. Ne
olduğunu anlamaya çalışırlar. Derken yeni duvarlar belirmeye başlar şehrin
içinde. Panik başlar, çare aranır. ROM’dan ilk kez aradıkları cevapları
bulamayınca kendi başlarına en basit kararları almakta dahi zorlanırlar.Yeni duvarlar ortaya
çıktıkça işler çığrından çıkar. Bu fiziksel çıkmazlar yetmiyormuş gibi insanlarda
ilerleyen bir hafıza kaybı görülmeye başlanır. Salgın hastalık gibi yayılır ve
herkesi etkiler. Zaman geçtikçe konuşmakta dahi zorlanmaya başlarlar. Hafızanın
kaybolması dilin de unutulmasına sebep olur. İletişim tükenmeye başlar. Firmin
Houffe’nin tüm çabalarına karşın kaçınılmaz son her gün biraz daha
yaklaşmaktadır.
İZLENİMLER
ROM denilen ve tüm kentin beynini teşkil eden merkezi
bilgisayar, “Person of Interest” dizisini seyredenlerin aşina olduğu
“Machine”in daha gelişmiş bir versiyonu olarak düşünülebilir. Buradaki fark,
insanların hayatlarını kolaylaştırmak için bilerek ve isteyerek makinenin
desteğine bağımlı hale gelmesi. Şehrin tepeden görüntüsü bile elektronik bir devre gibi gözüküyor. Mekanik bir işleyiş toplumun iliklerine kadar nüfuz etmiş durumda. İnsanlar bilginin iletiminden ibaret hale gelmiş,
bilginin işlenmesi ise ROM’a bırakılır. Bende sağlam ve farklı bir tekno-insan
eleştirisi izlenimi uyandıran albüm pek çok şey düşündürüyor. Aynı masada
otururken birbirine değil de cep telefonlarına “gömülmeyi” tercih eden
insanların trajedisini fantastik bir bakış açısıyla hikayeleştirirken merak
uyandırıyor. Bu tarz hikayelerde sık rastlandığı gibi makinelerin insanları ele
geçirmeye ya da yok etmeye çalışması söz konusu değil. Makine de diyalektiğin bir parçası
sadece ve sanıldığı gibi “omnipotent” bir kudret değil. Hatta bir noktada mağdur. Mathieu günlük
hayatımızda sık karşılaştığımız için etkisini yitirmiş bir
eleştiriyi bambaşka bir forma sokarak yeniden ilginizi çekmeyi başarıyor .Üstelik bu sayede olayın daha önce aklınıza gelmeyen boyutlarını da fark
edebiliyorsunuz.
« La sagesse a été remplacée par la connaissance. La
connaissance a été remplacée par l’information.”
Tüm bu olanlar bana diyabet mekanizmasını çağrıştırdığı için “infobetes“ diye birkelime uydurasım geldi. Neden? Hikayede bilginin fazla fazla yaygın ve erişilebilir olmasına karşın kullanılamaması,
işlenememesi diyabeti akla getiriyor. Bu hastalıkta da şeker bol ama hücreye alınıp kullanılamıyor. Fazla şeker dolaşımda devri daim yaptıkça bu sefer tüm sistemler üzerinde olumsuz sonuçları
oluyor. Burada ise bilgi ortalıkta fır dönüyor ama kullanılamadıkça yapıcı değil yıkıcı bir etkiye yol
açıyor insanlar üzerinde. Dört yanımızı saran şekerli ürünlerin reklamı gibi bu
kentte de her yeri bilgiye daha kolay ulaşım vaad eden ilanlar ve reklamlar sarmış durumda. Oysa insanların bilgiyi
işleyebilme yeteneği çoktan körelmiş. İnfobet çoktan sisteme yerleşmiş.
Şehrin kadastro işlerinde çalışan Houffe işinin tarifini “Üç
boyutlu bir şehrin dümdüzmüş gibi planlarını çıkartmak” olarak yapıyor. Bu
anlam çizgiromanın tamamını düşündüğünüzde insanları da içine alacak şekilde
büyüyor. Boyutlarını ve hacmini kaybetmiş, “görev insanı” haline gelerek
nesneleşmiş, derinliksiz bir toplum. Komuta zincirinden ibaret bir zihinsel
faaliyet. Salt teknoloji hakimiyetiyle, insanlığın kadastrolaştırılarak dümdüz
edilimesi ve basit ölçümlerden ibaret bir toplum haline gelişi.
Hikayenin başında ilk kez Houffe ile tanışacağımız sahnede
içinde Houffe’nin de olduğu bir toplantıya tanık oluruz. Katılımcılar “şehrin
ontolojisi” üzerine tartışırken değişik fikirler öne sürer.
“Pour ma part, je
pense que si la ville est carree, plutot que ronde, c’est une vie d’esprit due a
notre culture: Nous preferons sans doute la raison au sentiment, la matiere a
l’esprit.”
Şehrin sınırsız yapısı gibi pek çok konu konuşulduktan sonra
biri yukarıdaki cümleyle, şehrin daire temel alınarak değil de kareler ya da dik doğrular baz alınarak inşasının
aynı zamanda yaşayanların tercih ettiği kültürü de yansıtacağını belirtir ve kare tercihiyle mantığı duyguya, maddeyi maneviyata tercih edeceklerini ekler. İşte hikayenin ya da sorunların temelini tespit eden bu cümle olur.Oysa tüm bu tartışmaları
anlamsız ve işe yaramaz bulan Houffe bu esnada iskambilden ev yapmakla uğraşır.
Houffe bu sahnede belki de tüm şehrin kaybettiği sorgulama yeteneğini
temsil eder. Değerli konuları tartışmak yerine üflesen yıkılacak beyhudeliklerle
zaman geçirmeyi tercih eden sözde bilgi çağı insanının bir modelidir adeta. Sonunda
olanlara uyandığında “O zamanlar kendimde değildim” diyerek bu olaya da
gönderme yapacaktır. Aslında tüm kent aynı neticenin pençesindedir. Bir karede
evlerin duvarlarını kırarak merkezi bilgisayara gitmeye çalışan Houffe onca
gürültüye rağmen gözünü önlerindeki televizyondan ayırmayan bir çiftle
karşılaşır. Hipnotize olmuş gibidirler. Akıllara “A Requiem for a Dream”
filmini getiren bu sahnede insanların kendi kendini yiyip bitirmesinin fotoğrafı
okuyucuyla buluşur.
Hikayede kentin yaşam algısını değiştirmesi, farklı bir kültürel
mimari geometriye geçişle temsil ediliyor. Yaşamımızı tutsak eden tüm yapıların
köşeli olması, ana mimarisinin bir küboid olması bir rastlantı mıdır? Bir
düşünün: televizyon, cep telefonu, kendimizi kapattığımız evler. Hepsi kutumsu
bir geometriye sahip. Kim Williams
mimari ve geometri üzerine kitabında (The Well-rounded Architect) şunları
söylüyor: “If shape plays an important role in a culture's cosmology, it is
likely to play an important role in its architecture”. Son derece başarılı bir sistem
eleştirisi olarak alınabilecek “Cube” filmine bu açıdan bakıldığında küboid geometrinin makineleşmeyle bağlantısına farklı bir bakış açısı elde edilebilir
belki.
Teknolojiyi kullanmakla teknolojiye teslim olmak arasındaki farkın doğurabileceği felaketleri şiir gibi bir anlatımla gözler önüne seren bir albüm olarak değerlendirebilirim.
Albümün son sözü, yazının da son sözü olmayı hak ediyor bence:
“Sans langage, y-a-t-il une realité?”
(Dil olmasa, gerçek diye bir şey kalır mı?)