İki çocuğun ara sokaklarda koşarken resmedildiği ve bizler gibi kovalayan mı yoksa kovalanan mı oldukları belli olmayacak şekilde resmedilmiş ilk cildin etkileyici kapağı, kulaklarımızda esrarlı bir kovalamacanın seri ayak seslerini canlandırarak, tempolu bir ÇR ile karşılaşacağımızın ilk habercisi oluyor.
Hikayenin anahatlarını, iki erkek ve bir küçük kızın yetimhaneden kaçtıktan sonra, hayatlarında onlara iyi davranmış belki de tek insan olan genç rahibeyi bulma umuduyla çıktıkları sonu belirsiz yolculukta yaşam mücadelesi verirken, karınlarını doyurmak için duvarlarla çevrili bir kasabaya izinsiz girmeleri ve ardından burada yaşadıkları oluşturuyor.
İnsanların peşinde oldukları amaç salt refah hali ise, yaşamları bunun peşinde koşmak ve sonra da bunu muhafaza etmek arasına sıkışıp kalan, çığlık atmaya dahi mecali kalmamış bir bilinçsizlik abidesine dönüşür. Tüm duyular, ulaşılan refah halinin birer bekçisi kesilir. Gözler ve kulaklar hiç durmadan etraflarında potansiyel tehditler arar. Ahlak buna uygun olarak mutasyon geçirir.
Bir kuru ekmek için kente giren çocuklar ne menem bir canavarlığın pençesine doğru ilerlediklerinin farkında bile değillerdi. Yeryüzündeki kötülüklerin önemli bir kısmını teninde hissettiğini düşünen insan aslında ne kadar da büyük bir yanılgı içindedir...
Sonbahara özgü bir renk paletinin kullanıldığı hatırlama sahneleri, ana karakterlere derinlik katma ve hikayeyi akıcı kılma açısından son derece başarılı bir şekilde kullanılarak öykünün akışına olumlu bir ivme kazandırırken, bir yandan da okuyucuyu hüzünlendiriyorlar. Kasabanın içindeki aksiyon dolu koşuşturmacalar arasında biraz soluklanma ve olaylar hakkında düşünme fırsatı bulmamıza olanak tanıyor. Albümlerin içinde tablo olarak evinizin duvarında görmek isteyeceğiniz son derece usta işi resimlerle karşılaşıyor, bazen sayfayı çevirmeye kıyamıyorsunuz. Filippe’in hikayesi, içinde düşünmeye değer felsefe parçacıklarını da taşıyan lezzetli bir konuya sahip.
Hikaye sağlam bir temele sahip olmasına ve etkileyici bir şekilde anlatılmasına karşın, diyalogların biraz zayıf kaldığını hissettim. Fakat hikayenin akıcılığı ve okuyucuda merak uyandırması yanında, resimlerin kalitesi, bunu büyük ölçüde telafi ediyor. Öykü, bakımsızlıktan ölmüş küçük bir çocuğun karşısında kasabanın sözde ileri gelenlerinin konuştuklarını dinlediğinizde öfke ve isyanla kıpkırmızı kesilebilecek kadar içine çekiyor sizi. Okudukça, isyan ve müdahil olma arzularının içinizde fokurdamaya başladığını hissediyorsunuz. Hani Tarık Akan’ın Acı Dünya filminin sonunda toplumun üzerine saldırdığı bir haklı cinnet sahnesi vardır, işte ona benzer isyan duyguları dolduruyor insanı.
Bir kuru ekmek için kente giren çocuklar ne menem bir canavarlığın pençesine doğru ilerlediklerinin farkında bile değillerdi. Yeryüzündeki kötülüklerin önemli bir kısmını teninde hissettiğini düşünen insan aslında ne kadar da büyük bir yanılgı içindedir...
Sonbahara özgü bir renk paletinin kullanıldığı hatırlama sahneleri, ana karakterlere derinlik katma ve hikayeyi akıcı kılma açısından son derece başarılı bir şekilde kullanılarak öykünün akışına olumlu bir ivme kazandırırken, bir yandan da okuyucuyu hüzünlendiriyorlar. Kasabanın içindeki aksiyon dolu koşuşturmacalar arasında biraz soluklanma ve olaylar hakkında düşünme fırsatı bulmamıza olanak tanıyor. Albümlerin içinde tablo olarak evinizin duvarında görmek isteyeceğiniz son derece usta işi resimlerle karşılaşıyor, bazen sayfayı çevirmeye kıyamıyorsunuz. Filippe’in hikayesi, içinde düşünmeye değer felsefe parçacıklarını da taşıyan lezzetli bir konuya sahip.
Hikaye sağlam bir temele sahip olmasına ve etkileyici bir şekilde anlatılmasına karşın, diyalogların biraz zayıf kaldığını hissettim. Fakat hikayenin akıcılığı ve okuyucuda merak uyandırması yanında, resimlerin kalitesi, bunu büyük ölçüde telafi ediyor. Öykü, bakımsızlıktan ölmüş küçük bir çocuğun karşısında kasabanın sözde ileri gelenlerinin konuştuklarını dinlediğinizde öfke ve isyanla kıpkırmızı kesilebilecek kadar içine çekiyor sizi. Okudukça, isyan ve müdahil olma arzularının içinizde fokurdamaya başladığını hissediyorsunuz. Hani Tarık Akan’ın Acı Dünya filminin sonunda toplumun üzerine saldırdığı bir haklı cinnet sahnesi vardır, işte ona benzer isyan duyguları dolduruyor insanı.
Bize öcü olarak belletilenlerin her zaman kötü olmayabileceği, bazen otoritenin işine gelmeyen fikirlere sahip insanların ya da tahakküme karşı çıkan iyi niyetli asilerin de bu şekilde damgalanabileceği aklımızın bir köşesinde tutulmalı.
KİTABIN ARDINDAN
Kitabı bitirdikten sonra elinizde bir fincan kakaolu süt ile pencerenizin önüne gidiyorsunuz. Geceyarısı. Caddeler bomboş. Dükkanlar kapalı, kaldırımlarda kimseler yok. Aniden, yalnızlığın tadını çıkaran boynu bükük bir sokak lambasının altında bir karaltı görüyorsunuz. Ürküyorsunuz. Bir tedirginlik baş gösteriyor. Ama merak da ediyorsunuz. Karaltı yavaş yavaş lambaya yaklaşıyor. Sonra duruyor. Yüzünü size doğru kaldırınca, silinmeye yüz tutmuş bir anı diriliyor zihninizde. Gözleri geçmişinize bir pencere oluyor. Sonra biri daha geliyor, arkasından biri daha. Hepsi toplanıp aynı lambanın altından size son bir kez bakıyorlar. Öcüleştirilenler. Çocukluğunuzdan beri çevrenin kötülemiş olduğu bir grup insan. Kötüleyenler olmadığında, şu kırık dökük sokak lambasının ışığı altında dahi, ne kadar da pırıl pırıl gözüküyorlar diye düşünüyorsunuz. Bu düşüncenin zihninizden geçmesiyle gülümsüyorlar. Ve hızla gölgelere karışıyorlar.
Arkaplanda televizyondan sokak köpeklerinin insanlar için nasıl bir tehdit haline geldiğini anlatan bir haber duyuluyor. Televizyonu kapatıp, içmeye fırsat bulamadığınız süt ve boş bir yoğurt kabıyla dışarı çıkıyorsunuz. Lambanın altına geldiğinizde minik bir sokak köpeği size uzaktan ürkek bakışlar fırlatıyor. Sütü kaba döküp, lambanın altına bıraktıktan sonra köpeğe gülümsüyorsunuz.
Öcüleştirilmiş sokaklara son bir bakış fırlattıktan sonra evinize dönüp, Anna Netrebko’nun “Pie Jesus” şarkısını koyuyor ve koltuğunuza oturup lambanın altında gördüğünüz tanıdık yüzleri düşünüyorsunuz.
Bu gece diğerlerinin aksine uyumuyorsunuz. Tam tersine, uyanıyorsunuz...